ALLAHÜMME SALLİ VE SELLİM ALA SEYYİDİNA MUHAMMED
  Mürşitlerin Halleri
 

MÜRŞİTLERİN HALLERİ

 

Aziz Kardeşlerim;

Bu kitap daha önce Mürşitlerin Halleri ismiyle yayınlamış olduğumuz kitabın ilaveli ve düzeltilmiş halidir. İlk baskısında Mürşitlerin Halleri ve Sıddıkiye Meşrebinin Tezleri üzerinde durulmuş ve izah edilmişti. Muhterem Hocamız Muhammed Sıdık Hekim’in Tarikat ve Tasavvuf hakkında yapmış olduğu sohbetleri kitaba ekleyerek “Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Mürşitlerin Halleri” ismiyle yeni baskısını sunuyoruz. Kitabın yazımı ve basımı esnasında meydana gelebilecek hatalardan dolayı affınıza sığınıyoruz.


İÇİNDEKİLER

Mukaddime

Silsile (Arapça)

Silsile (Türkçe)

 

BÖLÜM I

Tasavvuf İlmi – İlmi Batın

Tasavvufun Tarifi

İmam-ı Ali (ra)’nın Sufi’yi Tarifi

İlimlerin Aslı Tasavvuftur.

Tasavvuf Beş Asıldan İbarettir

İnsanlar İçin İki Eman

İlmi Batın

Şeriat ve Tarikat

Tasavvuf İsmi ve Sufi

Tasavvuf ve Hakikat İlmi

Ariflerin Tasavvuf Hakkındaki Görüşleri

Rasulullah’ın Ashabına Zikir Telkini

Zikir Hakkında Ayet ve Hadisler

Tevekkül

Tarikat ve Mezhep İsimleri

İlmi Batın’ın Gayesi

Nefis ve Şeytan

Zahiri ve Batıni İlimler

Allah Hikmeti Dilediğine Verir

Tarikata İntisap Etmek Gerekli midir?

Ashab Döneminde Tarikat Var mıydı?

Edeb İlmi

İhlas Sırrı

İlmin İkiye Ayrılması Fürû-Usûl ve Hal-Edeb İlmi

İbrahim Havas Hz. leri ve Kalbin Beş İlacı

Kaçınılması Gerekli Üç Sınıf

Verâ ve Zühd Ehli

Hikem’den Beyitler ve Nefsinden Razı Olmak

 

BÖLÜM II

Takva

Zahiri ve Batıni İlimleri Taleb Etmek

Şühud Hali içinde İkram ve İhsan İle İnkişaf

Allah’ın Veli Kullarına Eziyet Etmek Üzerine Bir Hadisi Kudsi

Ölmeden Evvel Ölmek

Şeyhül Hazin’den Beyitler

Basar ve Basiret

İnsanoğlunun İki Vasfı

Zaman Tarikat Zamanı Değildir Sözü Doğru mu?

Hidayet-Dalalet ve Takdir-i İlahi

Ebdal Hadisi

Ebu Hüreyre ve Ebdallerden Yesâr

Ebdallerle İlgili Hadisler

Ebdallerin Özellikleri

Bakara Suresi 251. Ayet ve Belanın Def’i

Tarikatı Tasdik Velayeti Suğradır Sözü

Fitneyi Uyandırmak

Üçyüzler, Kırklar, Yediler, Beşler, Üçler ve Zamanın Ğavsı Hakkında Hadisler

Süleha, Nüceba, Nükeba, Ebdal, Kutub ve Ğavs

Ğavs, Kutbu Medar ve Kutbu İRşad

İmamı Rabbani Hz. lerine göre Ğavs ve Kutublar

 

BÖLÜM III

Halid-i Bağdadi Hazretlerinin Mektubu

 

BÖLÜM IV

 

I. KASET

ŞEYH ALAADDİN’İN (ks) Tavila Ziyareti

Sırrı Aziz

İhsan Makamı

Tâvila

Seyyid Tâhâ ile Şeyh Alaaddin’in Hz. Pir’e İntisab Şekilleri

Hz. Ebubekir’in Rüyası

Hz. Şeyh Osman’ın Ettavili (ks)

Vecd Hali – Kalb ve Füad

Havf- Reca – Kabz – Bast – Üns ve Heybet Halleri

Şeyh Muhammed El Hazin (ks)

Evliya Makamları

 

II. KASET

Hazin Lakabı’nın Verilmesi

Şeyhül Hazin’in Kasidesi

Hz. Pir Muhammed Ali Hüsameddin (KSA)

Ğavsiyetin Çeşitliliği ve Hilafet Makamı

Kutbiyyet (Kutup)

Ğavsiyyet Dereceleri

Velayetin Sınırı ve Velinin Tahammül Gücü

Ariflerin Namazları

Hz. Pir M. Ali Hüsameddin’in Bazı Kerametleri

 

III. KASET

Şeyh Alaaddin (ks) Hz. Pir’i Anlatıyor

Hz. İsa (as)’nın Müctehidlik Durumu

Beytül İzze ve Beytül Mamur

Beytullah ve Abdullah

Alemi Ekber ve Alemi Asğar

Günlük Abdullah Üzerine İnen Rahmetin Taksimi

Keşif ve Müşahede Ehli Zatların Hz. Pir Ali Hüsameddin Hakkında Söyledikleri

Tarikatlerin Menşei

Evliyada Bulunan İki Nur

 

IV. KASET

Kiliseye Yardımı ve Molla Salihin İtirazı

Sırrı Azizin Mevlana Halid Hz. lerine İntikali

Seyyid Taha

Meşrebi Üveysi

Hz. Pir Ali Hüsameddin’in Hülefa ve Müridlerinin Durumları

Şeyh Abdülaziz’i Debbağ (ks)’a göre Ğavsın Gücü

 

V. KASET

Şeyh Alaaddin (ks) Hz. leri

Şeyhül Hazin (ks) Hz. leri

Hatmi Hacegân

 

VI. KASET

Sıddıkiye Meşrebinde Usül

Seyyid Tâhâ ve Teveccüh

Hz. Ebul Vefa (ks)

Hz. Şeyh Musa Zevri (ks)

 

VII. KASET

Hz. Bilal Habeşinin Medine’deki Ezanı

Hz. Mevlâna Hâlid’in Kabrini Ziyaret

Mucize ve Kerâmet

Mürşidlerin İdarecilik Yönleri

 

VIII. KASET

Şeyh Abdulhay İle İrtibat

Muhammed Zahid Kotku Hz. leri

Ferdiyet Makamı

Nakıs Şeyhin Zararları

Hz. Şazeli’ye Göre Mürşidlik

Ebu Abbasil Mürsi’nin Sözleri

 

IX. KASET

Vahiy- İlham – Rüya

Sofi Numan

 

X. – XI. KASETLER

İmam Rabbani Hz. lerinin 171. Mektubu

Tasavvuf Ehli İçin İlmin Gerekli Oluşu

İlim-Amel-İhlas

Müridin İntisabı Anında Mürşidin Takınacağı Durumlar

 

XII. KASET

“Din Ehil Olmayanların Elinde Kalınca O Dine Ağlayın” Hadisinin İzahı

Mürşidlerin Halleri

 

XIII. KASET

Mürşidlerin Vasıfları ve Alim Olmaları

Evliyaullahdan Zengin Olanların Halleri

Mürşidlerin Vasıf ve Terakkiyatları

Nur ve Zulmet Hicabları, Yedi Latife ve Nefsin Kısımları

Rasulullah’ın Duası

 

XIV. KASET

Şühut Erbabı ve Ru’yetullah

Nakıs ve Ehil Olmayan Mürşidlerin İbret Alınacak Halleri

Şahı Nakşıbend’e Göre Müridin Üç Hali

Mürşidin Basiretli Olması

Mürşidlerin Terbiye Metodları

Vahded-i Vücud Hali

Vahdet-i Şühud Hali

Velayeti Salihin ve Velayeti Sıddıkin

 

XV. KASET

Şeytan-Nefis, İnsan ve Anasır-ı Erba’a

Hz. Geylani’ye Göre Ğavsiyyet Makamı

Nebiler ve Veliler Arasında Derece Farkı

Şeyh Şazeli’ye Göre Kutbiyyet ve Ğavsiyyet

Hacı Alaaddin Hekim’in Şeyh Alaaddin (ks) Hz.

 

NOT: Kitapta olupda kasetlerde olmayan konular, bizzat Hocamız tarafından ilave ettirilmiştir.

 


اعوذباالله من الشيطان الرجيم 

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمدلله رب العالمين وبه نستعين والصلاة والسلام على خير خلقه محمد وعلى آله وصحبه    وعلى ساداتنا والاولياء و الشهداء والصالحين وعلى المؤ منينو المؤمنات اجمعين

 

 

Fitneler zuhur ettiğinde fitnelerle karşı karşıya kalınca eğer bir kimsenin bunları durduracak veyahutta hakikati anlatabilecek ilmi var ise ketmedip gizlemesin. Eğer ketmedecek olursa o zaman Allah'ın, Rasulullah'ın, Meleklerin ve insanların laneti o kimsenin üzerine olsun.

Hadis-i Şerif

 

Tarikatı inkâr eden her ferd bilsin ki, senet ve mesnet olarak en başta:
"La İlahe İllallah" tarikatın ana düsturudur. Esası ve temelidir.

Seyyid Ahmed-er-Rufai

 

Şeriat İslam Makamıdır. Tarikat İman Makamıdır. Hakikat İhsan Makamıdır.

                                                                                  Muhammed Sıddık Hekim


MUKADDİME

 


الحمدلله رب العالمين وبه نستعين والصلاة والسلام

على خير خلقه محمد وعلى آله وصحبه اجمعين

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Allahü Zülcelâl celle celâlihu şöyle buyuruyor:


إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ  

 (Hucurat/10)

 

Mü'minlerin kardeş olduğunu ilân ediyor. "Mü'min kimdir?" derseniz:

لااله الا الله محمد رسو ل الله

diyen kimse mü'mindir. Diliyle ikrar, kalbiyle tasdik etmek şartiyle... Bu minval üzere olanlar kardeşlerimizdir. Kardeşliğini kabullendikten sonra ne buyuruyor bu sefer; kardeşler arasında salah getiriniz ve fesada asla âlet olmayınız. Onun için bu fitne ve fesadlıklara Allahü Zülcelâl asla cevaz vermemiştir. Ve sonunda ise: "Allah korkusu üzerinizde olsun ki Allah'ın rahmetine nail olasınız."

Benim şahsen; 12 senesi Antalya'nın Kumluca ilçesinde olmak üzere, kardeşlerimizle birlikte ikindi namazından sonraları yapmakta olduğumuz sohbetlerimiz devam etmektedir. İkindiden sonrası başka bir vakte benzemiyor. Çünkü, gündüz dürülmekte ve ömrümüzden bir gün daha kapanmaktadır. Onun için ikindiden sonra hayatımızda daha ihtiyatlı olup güzel şeylerle meşgul olmak en güzel tarafıdır. Bizde ikindi namazından sonra akşam namazı yaklaşıncaya kadar süren sohbetlerimizi devam ettire gelmişizdir. Bu meclisimizin teşkili "ihvanu'n fillah"dır. Allahü Zülcelâl mü'minlerin kardeşliğini ilân edince, o zaman bilhassa aralarında muhabbette olunca "Hubbu'n Allah" kardeşlerimiz bir mecliste toplanınca birlikte elbirliğiyle kardeşvâri sohbetlerimiz devam etmektedir. Allahü Zülcelâl bu türlü ihvanu'n fillah = muhabbetü'n fillah meclislerine o kadar da değer vermiştir ki Habibi (Sallallahu Aleyhi Vesellem) öyle buyuruyor:

اذامرر تى على رياض الجنة فار تعوا

Yâni; "Cennet bahçelerinden geçerseniz ihtiyacınızı alınız." Buyurunca: "Ya Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yeryüzünde cennet bahçeleri olur mu?" diyorlar da cevaben:

"Evet قالو:ومارياض الجنة؟ قل: حلق الذ كرو حلق العلم " ne yapar bu kimseler?"

"Esasen ilim meclisleri ve zikir meclisleridir bunlar." Zâten Allahü Zülcelâli zikrini yapmaktan daha üstün ne olabilir? İlim meclisleri ki; hele bu günümüzde dine fesad sokma yönünden fazlaca hücumlar başlamıştır. Birçok yönlerden dini tamir değilde harabetmeye çalışmaktadırlar. Ekseriyet bu şekle ve hale dönmüştür. Allahü Zülcelâl bizleri muhafaza buyursun.

Cenabı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki; O kadar da fitneler çıkar ki; millet bu fitnelerin mahiyetini iyice fehmedip anlamadığı için, sabah mü'min kalkan akşama kâfir döner veya sabah kâfirdir akşama mü'mindir. Neden acaba fitne devresinde sabah mü'min iken akşama kâfire dönüşüyor? işte bunun sebebi; fitneyi mubah görür olmalarıdır. Fitne içine düşüp insanları öldürmeyi veya mallarını gasbetmeyi mubah sayıp bir sakınca da görmezler. Bu ise böyle yapanları küfre eletir. Onun için "Lâ ilahe illallah Muhammede'r Resulullah" diyen bir kimse kardeşine bu şekilde tecavüz edemez. Mü'minin; canı, malı ve ırzı haramdır. Hatta mü'min hakkında su'izan (kötü zan) etmek dahi haramdır.

Tabi, eski dönemlerde sohbetler yapardık ancak; yazmak, teybe almak veya kamera vs. gibi şeyler yoktu. Antalya'da ilk 30 senemiz böyle geçti. Son 10 yılda ise, baktık ki bu fitneler artarak devam etmekte ve karşılarına çıkıpta cevab verilmesi zarureti ortaya çıkmakta olduğunu görünce sohbetlerimiz çeşitli şekillerde tesbit edilip sonunda da kitablar haline getirildi. Tasavvufu anlatan bu eserimizde, Cenab-ı Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'ın ehl-i sünnet ve'l cemaat itikadı, Şeriat, Tarikat ve Hakikatin ne olduğunu, Tarikat ve Tasavvuf yolunu, Mürşid-i Kamil'in nasıl olması gerektiği, yetişmesi, seyr-i süluk'u, nasıl keşif ve Şühud Erbabı olması gerektiği, bu aziz yolun en yücelerinden olan imam-ı Rabbani, Ğavs-ı Azam, Hazreti Şah Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri, Şeyhül Hazin Hz. Seri ve Şeyhimiz Şeyh Alaaddin Hz.lerinin nezih, pâk ve örnek hallerini anlatmaya gayret ettim. Tez olarak, herkese yararlı olacak ayni zamanda da Allahü Zülcelâl'in, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'ın ve sadât-ı Kiram Efendilerimizin rızasını temin edecek tarza göre anlatmaya ve öğretmeye gayret ettik. Bu yaşadığımız günlerdeki vakı'alara göre bir fesad çıkmış ise mutlaka ve mutlaka bunun karşısında durulmasına çalışmışızdır Allanın izni ve inâyetiyle.

Aslında biz, ortalara çıkmayı hiçte arzulamayız ve böyle bir isteğimizde yoktur.
Ancak, Allahü Zülcelâl'in bir hikmetidir ki şu hadisi şerifi görünce fikrimiz değişmiştir.
Cenab-ı Rasululah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyorki: "Bu gibi fitneler gününde fitnelerle karşı karşıya kalınca eğer bir kimsenin, bunları durduracak veyahutta hakikâti anlatabilecek ilmi var ise ketmedip gizlemesin. Eğer ketmedecek olursa o zaman; Allanın, Rasulullah'ın, meleklerin ve insanların lâ'neti o kimsenin üzerine olsun." işte böyle buyurunca bu lâ'nete doğrusu dayanamadım. Elimizde ise yeterli âlet, edevat çok olup, bu günkü kadar kitabların yaygınlığı ve çokluğu hiçbir zaman görülmemiştir. Kur'an-ı Azimü'ş şan'ın tefsirleri, Muhteviyatı ve teferruatı çeşit çeşit olup çokça elimizde mevcûddur. Hadisler ise sayılmayacak kadardır. Hülasa envai ilimlerle ilgili eserler mevcûd durumda kendimizde bulunmaktadır. Bu ise Allahü Zülcelâl'in bir lütfûdur. Böyle olup dururken i'tiraz edecek bir halimiz kalmayınca, bir kardeş olarak anlatmaya, söylemeye ve öğretmeye azmetmişizdir ve neticesi "Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Mürşitlerin Halleri" isimli eserimizi halka sunuyoruz.

Hâşâ kendimizi medh-ü-senâya ihtiyaçda yoktur. Neden? Çünkü; esasen Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) emrettikten sonra biz bunu yapmaya çalışırız ve çalışdık. Ve daha daha da çalışacağız inşallahü teâlâ... Mübarek büyük zâtlar, kendilerini yormadan ne güzel buyurmuşlar:

اثار ناتدل على احو النا

"Eserlerimiz ahvalimiz hakkında malumat vermektedir ve delilimizdir." Niyetimiz, fikrimiz, gayemiz ve emelimiz nedir? Bunlar eserlerimizde mevcûddur. Dünyalık mı, ahiretlik mi bunları eserlerimiz ortaya koyar. Onun için bunları anlatmaya ihtiyaç yoktur. Evvela başta eserlerimize başvurunuz.

Allahü Zülcelâle şükürler olsun ki bunları teşvik için söylememekteyim.
Zâten kitaplardan bir kuruş dahi almamaktayım. Masraflarını çıkarması yeterli olup bizim camiamızda, milleti soymayı ve dini âlet etmeyi asla hoş görmeyiz. Dinimiz münezzeh ve temizdir. Dünyalık temini yönünden herhangi bir emelimiz yoktur. Şükürler olsun.

Hamdolsun hafızlığımızda vardır. Bir kasette iki cüz olmak üzere Kur'an kasetlerimizde mevcûddur. Ne varki değil para ile satmak, hali durumu iyi olmayan kardeşlerimize kendi cebimizden kaset alıp da çekip vermişizde... öteden beri bu minval üzereyiz. Camia'mızın milletin malında gözü olmamıştır. Senelerce ramazanda hatimle namaz kıldırdık. Bilhassa Korkuteli ilçesinde o zamanın müftüsü ki Allah rahmet eylesin,
Mısır El Ezher'de 11 sene çalışmış hem hafız hem de âlim bir zattı, bizi öne imam edip kendisi de fatihlik yapmıştır. Antalya'da da hatimle ramazanlarımız devam etmekle beraber, bir Kadir Gecesinde; Yatsı namazında 2 cüz, vitir namazında 3 cüz ve teravih namazında her rekatta 5 hizib olmak üzere 20 rekatta 25 cüz olmak üzere Allahü Zülcelâl'in izni ve inâyetiyle bir gecede hatimle kıldırdık. Uzaktan hafsalaya sığmayabilir ancak, baştan sona bu kasetlerimiz elimizde olup arzu edildiği takdirde, 7 kaset ki 7 saatlik sürede baştan başa Kur'an-ı Kerim'in hatmini birlikte yapmayı ve takip etmeyi temin edecektir. Bu ise duyulmuş vakıa'lardan değildir. Bunu senelerce yaptım şükürler olsun. Bahsettiğimiz Kadir Gecesi hatmi ramazanın uzun yaz gecelerine denk gediği zamanlar da olabilmiştir. Zira halkı sahura yetiştirebilme sorumluluğumuz vardı. Kısa gecelerde ise herkes kendi evinde kendisi bitirsin dedik. Hali hazır 15 kasetlik mukabele hatmimiz yaygındır. Kadir Gecesindeki 7 kasettik hatmimiz ise yaygın olmamakla beraber mevcûddur. İnsan bir Kadir Gecesinde evinde veya bir toplulukta birlikte oturup da, Kur'an-ı Kerim'in harikalıklarını baştan başa düzgünce dinleyecek yada takibedecek olursa ne âlâ iştir bu... Hattaki biz geçen sene Kadir Gecesinde Teravih namazı kıldık, toplandık ve saat 21.00 de başlayıp 7 kaseti dinledik ve sahurumuzu da yaptık.

Hülasa kardeşlerimiz; Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun Kur'an ilimdir ve asla âlet edavât edinmedik. Allahü Zülcelâl ihtiyacımızı temin imkanı vermiştir. Hiç kimseye ihtiyacımız olmayıp ancak ve ancak Allahü Zülcelâl'in ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) lütfü keremlerine muhtacız. Bunları söylememizdeki gaye, teşvik ve alım satım vs. için değildir. Dini meselelerde hiç bir zaman para ve pula değer vermedik. Kumlucada 12 sene imamlığa devam ettik. Sekiz dokuz senesi ise resmi kadrolu imam olmamıza rağmen maaşımızı ihtiyacı olan bir kardeşimize "bulunmaz isek namazı kıldırırsın" diyerek kuruşu kuruşuna o kimseye vermişizdir. Maaş işini ona havale ettik ve bir kuruş dahi almadık. Allahü Zülcelâle şükürler olsun ki tabiatımız öteden beri müstağnidir. Dini meseleleri yem olarak kullanmayı hiç te hoş görmedik ve yapmadık. Hele bilhassa Kelamullah'ı asla... Antalya'da uzun yıllardır yaşayanlar biliyorlar. Sizlere ise "eserlerimiz halimizi anlatır" diyoruz. Allahü Zülcelâl cümlemize ale'l hak ne ise muvaffak ve müyesser eylesin. Âmine ya Muin!

                                                                     Muhammed Sıddık HEKİM


 

بسم الله الرحمن الرحيم

Hz. MUHAMMED (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)

NAKŞİBENDİ TARİKATI

KADİRİ TARİKATI

Hz. Ebu bekr is-Sıddik (ra)

Hz. Selmâni Farisi (ra)

Hz. İmam Kasım (ra)

Hz. İmamı Caferi Sadık (ra)

Hz. Ebu Yezid-il-Bestami (ks)

Hz. Ebu Hasen-il-Harkani (ks)

Hz. Ebu Ali-el-Farmei (ks)

Hz. Ebu Yusuf-el-Hemedani (ks)

Hz. Abdulhâlık-el-Ğücdüvani (ks)

Hz. Ârif-er-Rivegeri (ks)

Hz. Mahmud İncir-el-Fağnevi (ks)

Hz. Aliyy-ir-Ramiteni (ks)

Hz. Muhammed Baba-s-Semmasi (ks)

Hz. Seyyid Emir Külal (ks)

Hz. Muhammed Bahaeddin (ks) (Şahı Nakşibend)

Hz. Muhammed Alaeddin-il-attar (ks)

Hz. Yakub-el-Çerhi (ks)

Hz. Abdullah Sıracuddin’il-Ahrar (ks)

Hz. Muhammed Zahid (ks)

Hz. Muhammed Derviş-es-Semerkandi (ks)

Hz. Muhammed-el-Emkenki (ks)

Hz. Muhammed Baki Billah (ks)

Hz. İmamı Rabbani Ahmed Faruk-es-Serhendi (ks)

Hz. Muhammed Masum (ks)

Hz. Muhammed Seyfeddin (ks)

Hz. Nur Muhammed Bedevani (ks)

Hz. Habibullah Cânı Cânânı Mazhar (ks)

Hz. Abdullah Dehlevi (ks)

Hz. İmam Ali (ra)

Hz. Hasan-el-Basri (ra)

Hz. Habib-el-Muğcem (ra)

Hz. Davud-et-Tai (ra)

Hz. Maruf-u-Kerhi (ra)

Hz. Sırrı-es-Sakati (ra)

Hz. Cüneyd-el-Bağdadi (ra)

Hz. Ebubekr-eş-Şibli (ks)

Hz. Ebu-l-Fereci-et-Tarsusi (ks)

Hz. Ebu-l-Hasen-il-Ali (ks)

Hz. Said-el-Mubarek (ks)

Hz. Ğavsul Âzam Abdulkadir-i Geylani (ks)

Hz. Abdurrazzak (ks)

Hz. Şerafuddin-el-Kıttal (ks)

Hz. Abdulvahhab (ks)

Hz. Bahaeddin (ks)

Hz. Akil (ks)

Hz. Şemsüddin-es-Sahrai (ks)

Hz. Keda(yı) Rahmâni Evvel (ks)

Hz. Şemsuddin-i Arif (ks)

Hz. Keda(yı) Rahmâni Sani (ks)

Hz. Fudeyl (ks)

Hz. Kemal-el-Keytehli (ks)

Hz. İskender (ks)

Hz. Ahmet-el-Faruk-es-Serhendi (İmamı Rabbani) (ks)

Hz. Muhammed Said Hazinurrahm

Hz. Abdulahad (ks)

Hz. Muhammed Abid-es-Sinami (ks)

Hz. Habibullah Cânı Cânânı Mazhar (ks)

Hz. Abdullah Dehlevi (ks)

Hz. Mevlâna Halid-i Bağdadi (ks)

Hz. Şeyh Osman-et-Tavili (ks)

Hz. Şeyh Muhammed el-Hazin (ks)

Hz. Şeyh Muhammed Ali Hüsameddin (ks)

Hz. Şeyh Alaeddin bin Muhammed-el-Hazin (ks)

Hz. Şeyh Muhammed Sıddık Hekim (ks)

 

 


 

بسم الله الرحمن الرحيم

محمد عليه اسلام

طَرِيقَةُ الْنَقْشِبَنْدِيَّتِه

طَرِيقَةُ الْقَادِرِيَّه اَلِىَّ

حضرة ابوبكر الصديق رضى الله عنه

حضرة سلمان الفارسى  رضى الله عنه

حضرة العارف بالله سيدنا القاسم

حضرة السيد الشريف الامام جعفر الصادق

حضرة ابويزيدالبسطامى

حضرة ابوحسن الحرقانى

حضرة ابوعلى الفرمدى

حضرة ابو يوسف الهمدانى

حضرة عبد الخالق الغجدوانى

حضرة عارف الريكرى

حضرة محمود الانجير الفغنوى

حضرة على الرامتنى

حضرة بابا السماسى

حضرة السيداميرقلال

حضرةالسيدمحمدبحاءالدين البخارنقشبندى

حضرة السيد محمد علاء الدين العطار

حضرة السيدنايعقوب الچرخى

حضرة الشيخ عبدالله سراجالدين الاحرار

حضرة الشيخ محمدالذاهد

حضرة الشيخ محمد درويش السمرقندى

الخواجه محمد الامكنكي

حضرة الشيخ محمد باقى بالله

حضرة امام الربانى احمد الفاروق السرهندى

حضرة الشيخ محمد معصوم

حضرة الشيخ محمد سيفالدين

حضرة نور محمد بدوانى

حضرة سيدناالشيخ حبيب الله جان جانان مظحر

حضرة الشيخ عبداللهالدهلوانى

 

حضرة الشريف امام على رضى الله عنه

حضرة سيدناالشيخ حسن البصرى

حضرة سيدناالشيخ حبيب المغجم

حضرة سيدناالشيخ داود الطائ

حضرة سيدناالشيخ معروف الكرخى

حضرة سيدناالشيخ سرى السقطى

حضرة سيدناالشيخ جنيد البغدادى

حضرة سيدناالشيخ ابوبكر الشبلى

حضرة الشيخ ابوفرج الطرسوسى

حضرة الشيخ ابوحسن على

حضرة سيدنا الشيخ صعيد المبارك

حضرة سيدنا الشيخ الشريف عبدالقادرگيلانى غوصس اعضم

حضرة سيدنا الشيخ عبدالرزاق

حضرة سيدنا الشيخ شرف القدل

حضرة سيدنا الشيخ عبدالوهاب

حضرة سيدنا الشيخ بحاءالدين

حضرة سيدنا الشيخ عقيل

حضرة سيدنا الشيخ شمس الدين الصحرائ

حضرة سيدنا الشيخ كدارحمان الاول

حضرة سيدنا الشيخ شمس الدين عارف

حضرة سيدنا الشيخ كدارحمان الثانى

حضرة سيدنا الشيخ فضيل

حضرة سيدنا الشيخ كمال الا كيتحلى

حضرة سيدنا الشيخ اسكندر

حضرة سيدنا الشيخ الامام احمد الفاروقى

حضرة سيدنا الشيخ محمدصعيدخازن الرحم

حضرة سيدنا الشيخ عبدالاحد

حضرة سيدنا الشيخ محمدعابدالسنامى

حضرة سيدناالشيخ حبيب الله جان جانان مظحر

حضرة الشيخ عبداللهالدهلوانى

حضرة سيدنا الشيخ مولانا خالدضياءالدين

حضرة سيدنا الشيخ عثمان الطويلان

اقدمخلافاءه واعياءه حضرة الشيخ مدمد الحزين

ولده العزيز محمد على حسام الدين

ولده العزيز الشيخ علاء الدين بن محمد الحزين

حضرة سيدنا الشيخ  محمد صديق هكيم

 

 


BÖLÜM I


 

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمدلله رب العالمين وبه نستعين

وصلى الله تعالى على خير خلقه محمد النبى الامى عالى القدر العظيم الجاه سيد السادات وسند العباد صاحب الشفاعة يوم الميعاد والو سيلة الى النجاة اللهم صل و سلم وبارك عليه و على اله وصحبه و اهل بيته الطيبين الطاهرين صلاة داءمة حتى نفوز بدخول جنة عدنان

 

TASAVVUF İLMİ

İLMİ BATIN

 

Tasavvuf ilmi ilimler arasında güneş gibidir. İlimlerin en zirvesidir. Tüm ilimleri içine alan Tasavvuf bu yönüyle en yücesi en şereflisi ve mertebece de en güzeli ve en büyüğüdür. Bundan dolayı tasavvufa Batın İlmi'de denilir. Allahü Zülcelâl tasavvuf ehlini faziletli ve kalblerini sırların madeni kıldı. Kulları arasında ilahi nurların doğmasına onları vesile kıldı ve seçti. Kulları arasından tahsis kıldığı tasavvuf ehli bu vasıflarından dolayı da halkın yardımına ve imdadına yetişirler. Hallerinde hak ile beraberdirler. Tayyibi buyurdu ki: “Bir alim ki zamanındaki âlimler arasında ilim bakımından seviyesinde kimse bulunmayıp tek olsa, derya gibi ilim sahibi olsa dahi bu âlim, tasavvufa ihtiyacım yok diyemez. Bu âlime gereken ise, tasavvuf ehli ile birlikte olup onların kendisine sırat-ı müstakim üzere delalet etmeleri gerekir. Zira tasavvuf ehlinin iç âlemlerinin saflığı o kadar fazladır ki; konuştukları sırları tamamen haktır. Her türlü kirlerden arınmışlardır. Tasavvuf ilmi sayesinde nefs-i emmârenin istek, arzu ve nazlarından kurtulmuşlar ve korunmuşlardır. Kalbi istidatları dini ilimlerin feyazanına müsaid hale gelmiştir. Aktardıkları ilim Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in nübûvet penceresinden alınan nurlar ve ilimlerdir. Onun için zahiri ilimlerin tamamında derya gibi olsa dahi benim tasavvuf ilmine ihtiyacım yok diyemez. Çünkü, bu tekemmül kendiliğinden ve sıradan bir insanın destek ve yardımıyla olamaz. Ancak, nefsanî hastalıkların tedavisini, manevi kirlerden temizlenmeyi, ilim ve zevk bakımından gerekli olan muamelelerin hikmetini bilen kâmil bir mürşid olmalı ki, o kişiyi daima kötülüğü emreden nefsin gizli desiselerinden ve ahmaklıklarından kurtarsın.

Tarikat ehli olanlar; kişinin kendisine, tüm ibadetlerinde huşu ve huzurun tam olması, kalbine Muhabbetullahın ve envarı ilâhinin girmesine mani olan bütün sıfatlardan kurtulması için kişinin kendisine bir mürşid-i kâmil bulmasının gerekliliği üzerinde ittifak etmişlerdir. Anlatılanların gerçekleşmesi ise mutlaka böylesine bir mürşid-i kâmil ile mümkündür. Bu ise her kişiye gereklidir. Hiç şüphesiz batınî hastalıkların ilaçlarını bilip bulup ve kullanarak kurtulmak mutlaka gereklidir. Bundan dolayı bu hastalıklara duçar olan kişiye, kendisini her türlü manevî tehlikelerden kurtaracak bir mürşid-i kâmili taleb etmesi icabeder. Eğer böylesi bir mürşid-i kâmili kendi belde ve çevresinde bulamaz ise mürşid-i kâmilin bulunduğu yere kendisinin gidip onu arayıp bulması vâcibtir.

İmam-ı Ahmed bin Hanbel, oğlu Abdullah'a: “Ey oğul dini hükümlerde cahil oldukları halde kendilerine sufî ismi veren bu kimselerin meclislerine katılma ve onlarla konuşma” diyor. Ancak kendisi, Ebu Hamzati'l Bağdadî ile arkadaş olup tasavvuf ehlinin hallerini öğrenince oğluna: “Bunlarla beraber ol meclislerine katıl çünkü bunlar ilim, marifet, murakabe, haşyet-i ilahi, zühd ve yüce himmetler bakımından bizden çok çok ilerde ve yücedirler.” diyor.

İmam-ı Şâfi sufiyye meclislerine katılıp onlarla beraber oluyor ve “bir fakih; kendinde olmayan tasavvuf ilmini öğrenip faydalanabilmek için tasavvufî istilahlarını bilmeye daima muhtaçtır.” diyordu.

İmam-ı Ahmed ve İmam-ı Şâfi; tasavvuf meclislerine gider gelirler ve onların zikir meclislerinde bulunurlardı. Kendilerine “size ne oluyorda bu cahillerin meclislerine gidip geliyor ve zikirlerine katılıyorsunuz?”diyenlere: “Sizin cahiller dediğiniz o kimselerde bütün emirlerin başı olan; Takvallah, Muhabbetullah ve Marifetullah vardır.”derlerdi.

 

TASAVVUFUN TARİFİ

 

Arifler; “Tarikat ehl-i olduğuna inandığı kişiden dua iste, çünkü onların duaları mustecâbtır.” deyip tasavvufun tarifini şöyle yapdılar: Tasavvuf öyle bir ilimdir ki; bu ilim sebebiyle nefsin mahmud (övülen) ve mezmum (yerilen) halleri bilinir. Mezmum hallerin nasıl temizleneceğini ve mahmud hallerin nasıl temin edileceği bu ilimle temin öğrenilir. Allahü Zülcelâl'e seyr-ü sülûk'un keyfiyeti, mâsivadan (Allah’dan başka herşeyden) firar ve mutmain ve muhlisin olarak hiç şirk koşmadan Allahü Zülcelâl'e kavuşmak bu ilim sayesinde öğrenilip tatbik edilir diye tarif etmişlerdir. Hakikat ehli buyurdu ki:

اعلم ان التصوف علم ليس يدر كه: الااخوفطن بالحق معروف و كيف يعر فهمن ليس يشهده: و كيف يشهده ضوء الشمس مكفوف

 

İMAM-I ALİ (ra)’NİN SUFİ’Yİ TARİFİ

Tasavvuf ilmini müşahede etmeden kim bilebilir? Müşahede sahibi olmayan nasıl fehmedebilir, anlayabilir? Ancak; feraset sahibi müdrik, muttaki, zeki ve anlayışlı kardeşler böyle değildir, öyle ya mâarifet ehli olmadan ve müşahede etmeden nasıl anlasın? Tabiki itiraz eder ve reddeder. Baş basarının, tutulmuş güneşin ziyasını göremediği gibi mâarifet ehli olmayanlarda kalb basiretleri açılıp da tasavvuf sırlarını müşâhâde edemezler.

İmam-ı Ali (kv)'ye sorarlar ki “Sufî kimdir?” diye. Cevaben: “Sufî odur ki safi ve temiz olandır. Yâni Rabbısıyla başbaşa, gayrisini yok etmesi lâzımdır. Mülevvesâtı (pislikleri) yok etmiş ve dünyayı tamamen arkaya atmış ki, onu meşgul etmez. Birde Şeriat-ı Garra-yı Mustafa (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'ya da uyar ve çalışır. Eğer böyle değilse Kufî şehrinin köpekleri binlerce Sufîden evlâdır.”

İşte böylesi sufî Allahü Zülcelâl'in maarifetini hem bulur hem de tadar. Bu iki vasfa bu dünyada sahib olursa ahirette de Allahü Zülcelâl'in rızasıyla fazlına sahib nail olur. Başkalarının basireti âmâ iken onunkisi açık olur. Başkaları sırları göremezken o görebilir. Görünce de, gören göremeyen gibi değildir ya... İşte o zamanda sevgisi, şevki artar. Allahü Zülcelâl’e olan muhabbetini her şeyin üstüne çıkarınca... Çünkü muhabbet kalbdedir. Onun üstünde Arş vardır. O da ruhdadır. Onun ötesinde vecd var o ise sırdadır. Vecedtu "buldum" demektir. Yani, o zaman bulmuş olur...

 

İLİMLERİN ASLI TASAVVUFTUR

Tüm ilimlerin aslı tasavvuf ilmidir. En faziletlisi ve şereflisi olup diğer ilimler bundan alırlar. Velhasılı; ilim yönünden de kasdı ve gayesi Allahü Zülcelâl'dir. Başka bir şeyle de asla meşgul değildir. Tasavvuf ilminin diğer ilimlere nisbeti; ruhun cesede olan nisbeti gibidir. Çünkü tasavvuf ilminin va'zığı (ortaya koyanı) bizzat Allahü Zülcelâl'dir. Ve tasavvuf ilmini Rasûlüne (Sallallahu Aleyhi Vesellem) vahyetmiştir. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'dan önce geçen peygamberler (as) içinde böyle idi. Çünkü, tasavvuf nazil olan bütün dinlerin ve şeriatların ruhudur.

 

TASAVVUF BEŞ ASILDAN İBARETTİR

Aziz kardeşlerim, biliniz ki tasavvuf şu beş asıldan ibarettir.

Birincisi: Açıkta gizlide havfullahın (Allah korkusunun) olması lâzımdır. Havfullah olunca onun gereği dışında hiç bir şey yapamaz.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ

(Ali İmran /102)

: “Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak canverin.”

Yâni; halıkıyle Allah korkusu her şeyin üstünde olması şarttır. Fakat bu ayetin nazili sahabeye çok ağır gelmiştir.

Yâni; her şeyin hakkına uyabilmek ve hakkını verebilmek hususunda sahabe-i kiram üzülmüşler. Allahü Zülcelâl bu âyeti durdurmuş da başka bir âyeti teshilât olarak inzâl buyurmuştur.

فَاتَّقُوا اللهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ

(Tegâbûn /16)

: “O halde gücünüz yettiğince Allah'a isyandan kaçının... Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğimiz olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”

Yâni; takatiniz nisbetinde...  Hakkıyle hiç kimse haklayamaz. Allahü Zülcelâl'in emretmiş olduğu Havfullah hakkıyla üzerinde olarak hiç kimse haklayamaz elbette... Biz beşeriz buna güç yetiremeyiz. Allahü Zülcelâl o zaman bu âyet-i celile ile yapabildiğiniz kadarıyla Allah korkusu üzerinizde olsun buyuruyor. Çünkü nahoş (iyi olmayan) bir şeyler geldiğinde bunu Allah korkusu durdurabilecektir. Bu âyet birinci âyete kolaylık teshilat getirmiştir. Senelerdir söyleyip duruyorlar ki; “Allah ile kul arasına hiç kimse girmez” diye. Vesileyi inkâr ediyorlar. Takvayı anlattık yukarıda. Âdeta bir kalkan gibi yapacağın herhangi bir Allahü Zülcelâl'in rızası dışındaki nahoş bir şeye karşı Allah'ın korkusu gelip durduruyor, işte ittika dediğimiz şey tıpkı kalkan gibi... Tabiki Havfullah düşmanı uzaklaştırıyor. Arkasından verâ' dediğimiz; haramı bir tarafa bırakta şüpheli şeyleri bile kabul etmez. Takva ve verâ' olunca istikâmet doğar. Sırat-ı müstakime (en doğru yola) dahil olmuş olur.

İkincisi: Ekval (sözler) ve efal (işler) de sünneti seniyeye tâbi olup bunları da iyice muhafaza edip bu halini koruması geregir. Öyle ya, gel-geç değil hayat. Her hâlde bunlara muhafız olacak. Böylece hüsnü'l hulûk (iyi ahlâk) sahibi olur. Zira, mizanda en ağır gelecek olan hüsnü'l hulûktur. Hüsnü'l hulûk üzerinde olan hiç bir şey yoktur. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) için Allahü Zülcelâl:

وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ

(Kalem /4)

”Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” diye ilan etmiştir.

Üçüncüsü: Kendini halka bağlayıp kalma. Halk tamamen ve sadece bir âlet edavattır. Halkı ilah gibi tanıma. Halkın keyfini ararken Hâlık (Celle Celaluhu)'ını unutma. Halk dediğin Allahü Zülcelâl'in taht-ı tasarrufunda olan mahlukatidir. Riyakârlıkta münafıklıkta hepside bundan doğar. Bollukta olsun sıkıntıda olsun halka Halik (Celle Celaluhu)'ından daha fazla değer vermekten doğar bunlar... Sen halka Halik (Celle Celaluhu)'ından daha fazla değer vermekten sakın ki; üzerine sabır ve Allahü Zülcelâl'e tevekkül tahakkuk ettirsin.

Dördüncüsü: Azlıkta ve çoklukta Allahü Zülcelâl'in verdiğine razı ol ki, kanaat ve tevfiz-i umur (Allahü Zülcelâl'in hükmüne rıza göstermek) tahakkuk etsin. Allahü Zülcelâl'in verdiğine razı olman galib gelince onun tevzî ettiğine razı olursun. Zâten Allahü Zülcelâl kuluna en İyi tarafını uygular. Hâşâ zulmetmez. Dâima Allahü Zülcelâl'den razı olup, hayrını bekleyip O'na yakîn olursun.

Ancak nefsin ve şeytan galib olduğunda; Allahü Zülcelâl'den rızasından, kanaat etmekten ve Allahü Zülcelâl'in tevfiz-i umurundan uzaklaştırır. Halbuki Rabbısına karşı dâima tevekkül alallah olur ve candan severse, herşeylerine itiraz etmeden ve bir musibet gelse dâhi sabır eder. Hatta musibeti dâhi ni'met nev'inden kabul eder. Karşı gelme yönleri yoktur. Kanaat eder. Ve Allahü Zülcelâl'e bırakır. Tevfiz-i umura yâni Allahü Zülcelâl'e bağlanır. Allahü Zülcelâl seni hâşâ unutacak mı?.. Asla... Kanaat etmekle Allahü Zülcelâl'e bağlanıyorsun. Başkasının ya da kendi kendiyin emrine değilde Allahü Zülcelâl'in emrine amade olursun. Tabiki, “Rabbımız hakkımızda hayır tarafını isteriz.” diyebiliriz de “efendim ben şunu bunu değil de söyleşini böylesini vermeni isterim” diyemeyiz. O zaman tevfiz olmaz, kendi enâniyyetini kullanmış olursun. Allahü Zülcelâl elbette her şeye kadirdir. Erzakımız, dünyamız her bir şeyler onun tasarrufuyla dönmüyor mu? O zaman, tevfiz-i umur kelimesine bağlanıp O'nun her muamelâtını hoş görmemiz lâzımdır ve şarttır...

Beşincisi: Bolluk ve sıhhatli anda ya da yoklukta ve hastalıkta ihtiyaç anındaki serrâ: şükür kısmındandır. Rahatı sıhhati malı mülkü vs. hepside düzgün ise bu halde o kimseye gereken tamamen şükür etmektir. Darra ise sabır kısmından olup; yoksulluk ve sıkıntı anlarında sabır gerektirmektedir. İşte şükür ve sabır... Bu ikisinden insanoğlu hiçbir zaman hali değildir. Ni'mete şükür... Musibete sabır... Bu ikisi birlikte olunca imanı tamamen kâmil olur. Her birisi ise yarımdır. Her zaman her yerde ve her halde bir kulun üzerinde bu iki halden birisi mutlaka vardır. Ya bir sıkıntısı vardır sabır gerektiren. Ya da bolluk içindedir ki tok, giyimi güzel, rahatı yerinde, borcu derdi yoktur; bu ise mutlaka şükrü gerektirmektedir. Her birisi de imânın yarısını teşkil etmektedir. Birlikte olunca tamamını... Hepimiz bu iki nesneyi asla unutmamalıyız, i'tiraz etmeyip sabretmek gerekir.
Hâşâ Allahü Zülcelâl'in haberi olmayan bir şey yoktur. O gün öyle lâzım olmuş hastalık vs. gelmişse razı olup sabretmek gerektirir. Bolluk ve refah olmuşsa da razı olup şükretmek gerektirir.

 

Aziz Kardeşlerim;

İnsan yukarda anlattığımız ve tasavvuf ilminin aslı esası olan beş vasfı ışığında kitabtan ve sünnetten yolunu seçecek ve mesnede bağlayacaktır. Zira, dinimiz mesned dinidir. Akıl ve mantık dini değildir. Akıl ve mantık her insanda değişiktir ama mesned sabittir. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'dan sonra iran tarafından bir zât gelmişde sahabeden bilgi istemiş, sahabede hep hadisden bahsedince “Kur'an’dan bahsedin” diyor. O zaman sahabe-i kiram (ra): “Sen Kur'an'da gördün mü ki namaz kaç rekattir.”derler.

Ahkam (hükümler) sünnet-i seniyyeye bağlıdır. Bu ise imamların havaslarının müsbet eserleriyle bize ulaşmıştır. Ve şeriatın hükmüne bağlanır. Onun için bir kimse üzerine vâcibtir ki, hiç bir ferd kalb emrazından (hastalık) hali olamaz (kurtulamaz), ancak nebiler hariç olmak üzere ki onlar masumdur. Diğeri her ferd kalb hastalıklarından kurtulupta deterjanla yıkanmış tertemiz olmuş diye bir şey asla olamaz. Asla bundan hali değildir. Beşeriz masum değiliz kalblerimiz hali değildir. Neden? Çünkü; Melek değiliz, öyle olmasına rağmen iddia ederde “benim kalbim tertemiz” dersen o zamanda nebî olman lâzım ki bu da mümkün değildir. Onun için kibirlenip gururlanıp da “benim kalbim maşaallah tertemiz” demek diye bir şey yoktur. Nebilerden gayrisi Âdemoğlu hata işlemek üzere yaratılmıştır. Nitekim Âdem (as) gelir gelmez bu işi işlemiştir. Ne diyeceksin ki, bize örnek olmuş... Onun için insan düşünmeli ve kendisi tertemizmiş gibi herkesin ufak tefek hatalarını ortaya dökmesi de doğru değildir. Beşerdir olmuştur. Ancak bu hata i'tikad (inanç) yönünden ise onu usulünce anlatmak zaruridir.

 

Hadisi Şerifte:

ان الله عز و جل كتب على ابن آدم حظ من الزنى

Hadis meali:

Yâni, Allahü Zülcelâl zinâ kısmından dahi âdemoğlunun her ferdi üzerine hazzını yazmıştır. Göz yönünden, kulak yönünden, başka cevarihler yönünden vs. Eğer hiç bir hata işlememiş olsaydık o zaman Allahü Zülcelâl bizleri yok ederde başka bir kavim getirirdi.

لو لم تكو نو ا تذنبون لذهب الله

Eğer hiçbir zaman zünûb (günah) işlememiş olsaydınız Allahü Zülcelâl sizi yok ederde başka bir kavim getirirdi de günah işleyip arkasından istiğfar ederlerde Allahü Zülcelâlde onları mağfiret eder, bağışlardı... Tabiki biz günah işleyin demiyoruz. Fakat insan olarak hiç günah işlememek de mümkün değildir ki... Ancak ve ancak dâima fikrimizde olsun ki, bir günah işlediğimizde hemen istiğfâri yetiştirelim arkasından... Hz. Sıddık (ra) buyuruyor ki; ”Bir kimse yevmiye 70 defa zenbe düşmüş olsa dahi, zenbinin arkasından istiğfâre de devam edebildiyse o zenbleri istiğfâri yok eder. Zenb zehir ise istiğfar panzehirdir. O birşeyler getiriyorsa pürüz olarak öbürüsü de onu giderip temizliyor.” Bu hususda Allahü Zülcelâl âyet-i celilesinde:

وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

(Enfal /33)

“Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azab edecek değildir ve onlar mağfiret dilerkende Allah onlara azab edici değildir.”

 

İNSANLAR İÇİN İKİ EMAN

Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki; “Allahü Zülcelâl iki emân vermiştir ki, bir tanesi; aranızda bulunduğum sürece Lut (Aleyhisselâm) kavmi vs. gibi gazabla alt-üst olma yoktur.” Çünkü Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Mekke'de çok ağırlık yaptılar, müşrikler her şeyleri söylediler. Ve dediler ki: “Ya Muhammed, iki de birde bizi tehdid ediyorsun, geçmiş kavimler şöyle helak olmuş böyle helak olmuş diyorsun. Bizi nasıl helak edecekse Rabbına söyle de getirsin.” diyorlardı. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise tabiki âleme rahmet olarak gelmiş, onların üzerine gazabla helak hemence gelsin demiyor ki... Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu hususu düşünürken yukarıdaki âyet-i celile gelmiş, “Ya Habibim, sen aralarında bulundukça Rabbın onlara azab etmez, senin bir emân durumun vardır.” O zaman sahabe-i kiram (Radyallâhü Anhüm Ecmaın) sevindiler ve dediler ki: “Ya Rasûlullah, sen aramızda var iken bir emân durumundasın, bir beliyye bir musibet gelmez. Fakat sen olmazsan ne olur halimiz” derler. O zaman Allahü Zülcelâl yukarıdaki ayet-i kerimesinde;

”Allahü Zülcelâl istiğfar eden kimseye asla azap etmez. Yeter ki hadlerini bilsinler, mağfiret dilesinler, istiğfar etsinler.” Onun için Rasullulah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Allahü Zülcelâl bana iki tane emân verdi. Bir tanesi aralarında bulunduğum sürece onlara azab etmez. Bir tanesi de günah işlediklerinde istiğfare ettikleri sürece azab etmez.” buyuruyor. Demek ki biz ümmet-i Muhammed'e gereken hiç olmazsa yevmiye 70 kerre istiğfar etmemiz lazımdır. Zira, Rasulullâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Ben şahsen her gün her zaman hiç getirmedim ki behamahal yevmiye 70 ya da 100 kerre istiğfar getirmemiş olayım.” buyuruyor.

 

İLMİ BATIN

Aziz kardeşlerim;

Bir kimsenin batın ilminden haberi yoksa ve hele bir de bilhassa inkâra kalkışırsa sû-i hatimesi (sonunun kötü neticelenmesi) mutlaktır. Allahü Zülcelâl muhafaza buyursun. Bu sözü hem Şah-ı Nakşibend (ks), hem Beyâzıd-ı Bestami (ks) hem de mübarek şeyhimiz Alaaddin (ks) hazretleri buyurmuşlardır. Şah-ı Nakşibend (ks) hazretleri:

التصديق بطريقتنا ولاية الصغرى

“Tarikatımızı tasdik eden küçük velayete sahib olur. Ama bunun karşısında tekzibe (yalanlama) kalkarsa sû-i hatimesinden korkulur.” Allah korusun ilmü'l batın bu...

Nasıl ki hadisler diğer âlimler yoluyla geldiyse ilmü'l batın dahi öyledir. Hz. Sıddık (ra) yoluyla, sır yoluyladır. Hz. Sıddık'ın (ra), Hz. Ömer'in (ra), Hz. Osman'ın (ra) ve Hz. Ali'nin (kv) de sırları vardır. Ancak en fazla Hz. Sıddık (ra) ve Hz. Ali'nin (kv) sırları ve yolları devam edegelmiştir. Esasen ilim ikidir. İlmü'z zahir (zahiri ilm) kişinin lehine de aleyhine de hüccet olabilir. Sahib olduğu zahir ilmin gereğini işlemiş, muamelelerini yapmış ve gereğine uymuşsa kendi lehine bir hüccettir. Yok eğer hem zahiri ilmi okumuş hem de gereğini işlememiş, bir taraftan söyler, öbür taraftan söylediğiyle amel edip işlememişse tabiki o ilmin muamelatı dışında kalır ve ilmi aleyhine hüccettir. İki ilmin ikincisi ise ilmü'l batın (batınî ilm) dır ki;

علم الباطن هوسر من اسرار الله عز و جل يقذفه فى قلو ب من يشاء من عباده

İlmü'l batın Allahü Zülcelâl'in sırlarından bir sırdır ki dilediği ve sevdiği kulun kalbine ilka eder, koyar. Kalb yoludur. Tahkikdir. Ve bu yolun tasdikini de bilmek lâzımdır ki, hiç olmazsa bu yolu tasdik edip ehline teslim olupta bir fayda temin etmektir. Çünkü; kalb ehli dışındakiler, meseleleri ve hükümleri hakkında rastgeleye fehmedip anlayamazlar. Oturup da herkes halledemezler. Tabiki, kalb ehli olması gerekir. Her ilmin ehli vardır. Her bir şeyde ehline rücu' edip döner. Kim ki eşyanın hakikâtına bakarsa görür ki; hepsinde câri' olan Allahü Zülcelâl'in kudretidir. Hepsi de Allahü Zülcelâl'in hükmü altındadır. Zira, Allahü Zülcelâl:

الْخَلْقُ وَالْاَمْرُ تَبَارَكَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَمينَ…

(A’raf / 54)

Bakınız; “Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!..” buyuruyor.

 

ŞERİAT VE TARİKAT

Aziz kardeşlerim;

Şeriat ve tarikat birbirlerine lâzımdır. Suyun ağaca lâzım olduğu gibi... Cesedin ruha muhtaç olduğu gibi... Şeriat ağacın gövde kısmı, tarikat dalları ve yaprakları, hakikat ise meyvesidir. Tabiki önce ağacın gövdesi sonra dal ve yaprakları olsun ki ağaç güzel güzel meyveler versin, semerat versin. Tekmili elbirliğiyle faydalı bir ağacı meydana getiriyorlar. Marifet hepsinin tekmilinden bir araya getirilmesinden elde edilir. Bunlar birbirlerine merbuttur ve bağlıdır. Sadece gövde olmaz. Dalları yaprakları olup da meyvesi olmasa bile hiç olmazsa gölgesi olur. Behemahal gövde ve dalları olmalıdır. Amma meyvesi de olursa ne kadar hoş olur ya!..

 

TASAVVUF İSMİ VE SUFÎ

Tasavvuf ilminin ismi; safa ve saftan alınmadır. Saf dediğimiz kalbi kin, keder vs. gibi pürüzlerden safi duruma getirmektir. Kalbini böylesine saflaştıran kişinin ismi ise Sufî olur. Kalbini saf duruma getirmiştir. Paslılık pusluluk ve kirlilik yoktur. Kalbi öyle bir hale gelecek ki kimseye karşı hased, fesad, kin, garaz yok... Dünyaya minneti yok. Dünya altın olsa veya toprak olsa da onun için fark etmez.

Bazı arifler dediler ki SÛFÎ kelimesi dört harfin bir araya gelmesinden (mürekkebinden) meydana gelmiştir ki bunlar:

ص، و، ف، ى (صوف)

1- Sad: (فاالصاد) Sabrının, sadakatinin ve safiliğinin ilk harfleridir.

2- Vav: (الواو) Vecdinin (buluşunun), vûddünün (sevgisinin), vefasının ilk harfleridir.

3- Fa: (والفاء)Fakrının, ferağının (kalbinin her bir şeyden boş oluşu ve sadece Allahü Zülcelâl'e bağlanıp kimseye yer kalmaması) ve fenasının ilk harfleridir.

4- Ye: (والياء) “Ye” dediğimiz, anlattığımız yukardaki üç harfin belirttiği hususların tekemmülüne ve içeriğine sahib olur. O haller vücûduna tamamen mecz olunur ise o zaman Allahü Zülcelâl'in misafiri ve yakini olur. İkram ve ihsan başlar.

 

TASAVVUF İLMİ VE HAKİKAT İLMİ

Tasavvuf ilmine ilmü'l batın denildiği gibi ilmü'l hakikat de denilir. Ve ilmü'l tarikattır ki; nefsi zemmedilen (yenilen) sıfatlarından temizler ve Allahü Zülcelâl'in razı olacağı şekilde bir güzelce tezyin eder.

İttifakla, hakikat ilmi olmaksızın şeriat ilmi atıldır ve insanı daha ileriye iletemez.
Ancak, sadece hakikat ilmine başvururda şeriat ilminden habersiz ise bu da batıldır.
Bu ikisinin, şeriat ve tarikat ilminin beraberce olması halinde ise o kimse âkil (akıllı) ve ariftir. Şeriatın ve hakikatin behamahal beraberce olması gerekir. Ruhla ceset gibi...
Ruh olmazsa ceset iş göremez. Cesed olmazsa da ruh iş göremez, ikisi beraberce olmalıdır.

Üstad Ebu Kasım el-Kuşeyrî: Şeriat dediğimiz ubudiyyete (kulluk) iltizam eder. Yani, Allahü Zülcelâl'e kulluk vazifelerimizi yerine getirmeyi gerektirir. Hakikate gelince Rububiyyet müşahedesini iltizam eder. Envâr-ı ilahiyeyi müşahede eder. Kalb basireti açılır da artık harikalardan az çok bir şeyler görür. Allahü Zülcelâl'in rububiyetinin kudreti azametini görür. Gök alemindeki durumlar gibi... İbn-i Haceretü'l Heytemî mübarek sekiz mesnedle bir hadis ortaya getirip buyuruyor ki; yer ile gök arası 500 senelik mesafe, semânın da kalınlığı 500 sene, ondan da öbür semaya kalınlık 500 sene olup 7 semânın toplam kalınlığı 7000 senedir. Gökler ise son gök altın madeninden, diğeri gümüşten ve benzeri harikalar vardır. Bu hadis mevkuftur. Fakat 7. göğe varmak için 7000 sene. Oradan da Arşa varmak için 7000 sene... Demek ki Arş ile aramızda 14000 sene vardır.

Şeriat tek taraflı olursa, tarikat ve hakikat ilminden geçmez ise adeta bir heykel gibi olur. Hakikatin müeyyidelerinden yoksun olursa o şeriat makbul olunmaz. Kibir, hased, fesad kendini beğendirme vb. her şey vardır içinde... Ancak hakikat ilminden bahsedecek olur da şeriat ilminin hükümlerine uygun değilse, şeriat ilminin kayıtlarına uymazsa o hakikatte makbul değildir ve hiçbir mahsul alamazlar. Netice temin edemezler.

Esasen şeriat halka teklif getirir. İbadat, muamelât... Namazdır, oruçdur vs. teklifleri getirir ve malumatlarını verir. Hakikat ise, Hak'dan (Celle Celalehü) tasarrufu hakkında haberler vermektir. Şeriat ilmi Allahü Zülcelâl'e kulluk yapmak hususunda malûmatlar verir. Böylece Ma'buduna âbidlik yaparsın. Hakikat ilmi ise Allahü Zülcelâl'i müşahadedir.
Ancak müşahade deyince zâtını değilde sıfatlarını müşahadedir. Yani, düşünürken tasarrufun Allahü Zülcelâl'e ait olduğunu müşahade eder, anlar ve görür. Tabiki, şeriat esbabla sebeblerle bağlıdır. Ama hakikat ise, sebebleri ortadan kaldırınca müsebbible yani her türlü tasarrufun Allahü Zülcelâl'in hükmü tasarrufunda olduğunu müşahade eder. “Teşehhedü'l Hak” deyince hemen Allahü Zülcelâl'in zatını müşahade değildir. Ama son hale gelince o başka... Evvelâ, kul her ne kadar şöyle bir hareket ediyorsa da tasarruf Allahü Zülcelâl'indir. Umumiyetle sıfatların işleyiş tarzını müşahede eder. Levh-i Mahfuza baktığında görüyorsun ki, bir kimse doğmuştur oysa biraz önce yoktu. Bir kimse ölmüştür oysa biraz önce var idi. Yani tasarruf bilgisayar işlemi gibi devamlı çalışıyor. Yevmiye üçyüz altmış küsur mezra gece gündüz tebeddülat (değişim) işlemleri vardır. Başına bir şeyler gelmiştir, doğmuştur, ölmüştür vb. Hallakıyet, rezzakıyet işlemleri... cerayan durumları... İşte böylesine Levh-i Mahfuz'u müşahade eden kimse bakarki devamlı meşguldür. Allahü Zülcelâl'in takdiri yürümektedir. Bunları görünce işte o zaman kalbi Allahü Zülcelâl'den hâli kalamaz.

Şeriat ilmi, Allahü Zülcelâl'in emirlerini yerine getirmekle ayakta durur ve emirleri yerine getirmekten sorumlu tutar. Hakikat ilmi ise Allahü Zülcelâl'in gizli açık takdirlerini ve mukadderatın cereyanını müşahade etmektir. Üstad Ebu Alliyyi'd Dakkak: Allahü Zülcelâl'in âyet-i celilesinde ehl-i şeriat:

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعينُ

(Fatiha / 5)

“Ancak sana ibadet ederiz” deyince henüz o kimsenin enaniyeti vardır. “Sana ibadet ederiz derken” şeriatı korumakta ve ona uymaktadır. Ehl-i hakikat ise:

وَ إِيَّاكَ نَسْتَعينُ

Ancak ve ancak Senden yardımını ve inayetini dileriz derken itiraf eder ki; ibadet yapacağız amma inayetin yetişirse, yardımın olursa yapabiliriz. Birisi:

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ إِيَّاكَ نَسْتَعينُ


şeriatın hıfzı, öbürü ise;

 

وَ إِيَّاكَ نَسْتَعينُ

hakikatin ikrarıdır. Şeriat ilmi ki; üzerimize her yönden vâcib olan Rabbımıza kulluk yapmaktır. Aynı şekilde hakikat ilmi ise vâcibdir ki Rabbını bilesin, sıfatları yönünden giriş yapıp işlemlerini müşahade edesin. Hiç olmazsa marifet yönünden bilirsin. Kalb basiretini açarsa müşahade edersin. Daha ötesi ise ileride olabilir.

Şeriat ilmi bir şey anlatacaksa, bir hüküm çıkaracaksa delil ve burhan getirir. Kur'an-ı Kerim'e ve Sünnet-i Seniyyeye dayandırır. İlmi şeriatta mutlaka delil ve burhan getiriyorsun. Hakikat ilminde ise şühûd ve îyândır. Müşahade ve ayan beyan görüp tanımayı esas alır. Şühûd esasen kalb basireti ile, ruh basireti ile olur. Kalb basireti gök alemini görebiliyor ve arşa doğru kalb basiretinin işi biter. Ruh basireti ise arşı müşahade edebilir. Sır basireti ise Alemü'l Emri müşahade edebilir. Ve de Allahü Zülcelâl'in sıfatının ötesinde zât kısmını da müşahade etmeye başlar ki sıfat-ı Zâtiye kısmından... Kalbin gördüğü gökteki olan Levh-i Mahfuz işlemleri, Allahü Zülcelâl'in emir ve hükümlerinin işleyişi sıfat-ı fiiliyyedir. Sıfat-ı selbiyyedir. Efal kısmındandır ki, kalb basireti görebiliyor. Ruh basireti ise bir nebzece sıfat-ı Zâtiyeyi görebiliyor. Ama sır, hafi, ahfa ise her kademe çok daha keskin çok daha harikalar müşahade etmeye basiretleri uygundur. Sıfat-ı Zâtiyyeden ileride sıfatın perdesi olmaksızın, şuundan sonra Zât Celle Celâlühü ki üryan tabir edilir. Ve bu kısma hiçbir ferde giriş yoktur.

Şeriat âmel ve sebeblere başvurmakla kâimdir. Hakikat ise manevî haller içinde bu hallerin sahibi olunca sebebe değilde esbabın müsebbebi olan, işleten ve hareket ettirene tevekkülü lâzım ve gerekli görür. Şeriat ilme'l yakin, tarikat hakka'l yakin, hakikat ise ayne'l yakin'dir.Şeriate ilme'l yakin dediğimiz; ilim sayesinde Allahü Zülcelâl'in zât ve sıfatlarını öğreniyoruz. Levh-i Mahfuz işlemleri, kabir halleri vb. okudukça Allahü Zülcelâl'e ilmen yaklaşıyoruz. İlim yoluyla öğreniyoruz. Ve Allahü Zülcelâl'in azamet ve kudretini biliyoruz. İyice bilince de inancımız daha da fazlalaşıyor. Ona yaklaşıyoruz. Ancak şeriatte ilme'l yakinde arşı anlatıyorlar, levh-i mahfuzu anlatıyorlar fakat görmüyoruz ki.. Ancak bu bilişimiz bize yaklaştırıcı sebeb oluyor. İlmen bilen hiç bilmeyen ayarında değildir. Çünkü ilmen bilen sağlamı çürüğü, cenneti ve cehennemi, sevabı günahı seçebiliyor. Tarikatta ise biraz keşfiyat vardır. Levh-i mahfuzun bizzat kendisini işlemlerini müşahade edebilir nasıl deveran ediyorsa. Kâr-zarar, ölüm-doğum. Kâfir iken müslüman olmuştur, mümin iken kafir olmuştur. Bu gibi işlemler, aynen bizatihi görür. Kalb basireti ile görür. Kulakla duymak gibi değildir elbette. Levh-i Mahfuz'un bizatihi müşahadesi çok tesirat bırakır. Değişiklikleri acayiblikleri aynen görür. Anlatmak gibi değil de Allahü Zülcelâl'in emir ve kararlarının tebeddülatını müşahade eder. Bizzat görür. Hakikat olan ayne'l yakin ise; Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'den bizatihi hak menbaını alabiliyor, görebiliyor. O hale geliyor. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in menbaı başına doğrudan doğruya gider. Halleri ve durumları Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan hak menbaından alır.

Şeriat makamül İslam. Tarikat makamü'l İman. Hakikat ise Makamü'l İhsandır. Çünkü onlar tevekkül, teslim, tevfiz ve itminan ehlidirler. Şeriat makamü'l İslam demek; “şeriat ilmine ve ahkamına teslim ol onun dışına çıkma ve muhalefetini yapma” demektir. Şeriate göre teslim olmuş, müslüman olmuş ve hükümlerini kabullenmiş demektir. Gel velâkin tarikat işlemektir, inanarak işlemektir. Şeriatte okuyoruz, öğreniyoruz, duyuyoruz ve hükümlerini kabulleniyoruz. Fakat münafıklarında görüntüsü müslüman fakat iş yok. İşlemiyor zira inanç yok. Onun için madem ki şeriate bağlandık ve hükümlerini ve muamelelerini kabullenip müslüman olduk. O halde gereğini işletmemiz de gerekir ki bu ise tarikattır. Tarikat denilen şey bugün halkın sandığı öcü gibi bir şey de değildir. Tarikat esasen Hz. Sıddık (ra), Hz. Ali (kv) gibi zâtların yolunda yürümektir. Evet, dinlediler, duydular şeriat geldi. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu, tebliğ etti. Tebliği duyup öğrenmek yetmez ki... İşletmek de lâzımdır. Evet, inanırsan işlersin. Neden? Çünkü, imandan gelir işlemek. Tarikat işte budur. Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hadisler gelmiş... Kur'an-ı Azimüşşan'ın hükümleri mevcud fakat işlemek lâzım. Tarikat işlemektir. Emirlere ve nehiylere dikkat etmektir. Ezkar, istiğfar vb. Hususlar tarikattadır. Bu bir yoldur. Bu yolda itikadı var ki yapıyor. Şeriatı duydu, okudu, araştırdı fakat âmelsiz ilim neye yarar ki... Âmel ise tarikattır. Ashab-ı Kiram'ın (ra) yoludur. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bırakmış olduğu işlem yoludur, ittihaz edilecek yürünecek yol bu yoldur. Yoksa kalkıpta şöyle böyle “hayha, hayha” demek değildir esasen... İlmini öğrendiğin şeriatın içinde kalarak o ilmi işletmektir. Hadis-i şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kimin ki ilmi artarda zühdü artmazsa böylesi ilmi sebebiyle sahibi Allahü Zülcelâl'den uzaklaşır” buyuruyor, ilmi uzaklaştırıyor. Çünkü ilim sahibini sorumlu kılar, işlemeyen ilim hiç bir şeye yaramaz ve aleyhinedir. Bu inceliği anlamak lâzımdır. Tarikat “bu da nereden çıkmış?” denilecek bir şey değildir. Esasen tarikat sırat-ı müstakimdir. Doğru yoldur. Âmelsiz ilim hiç bir şey değildir. Ama, ilmiyle âmil olursa:

من عمل بما علم و رسه الله علماً ما لم يعلم

Bir kimse şeriatı öğrendi ve şeriat yolunda yürüttüyse hakikaten o zaman iman kısmındandır. İnanıyorsun ki yapıyorsun. İnandığın delilidir bu. İşliyorsun ve yapıyorsun ki imanın delilidir, isbatıdır. İlmi okuyorsun ama sonu ne olacak belli değil, itikad edip emir ve yasakları işletirsen bu yol tarikattır, iman makamıdır ve isbatıdır. İlim ve âmel birleşince ise, Allahü Zülcelâl o kimseyi öyle bir ilme vâris kılar ki, şunun bunun okuduğu ilim değil de mevhibeyi ilahiden gelen bir ihsandır. Hakikattir. Hakikat ise makamü'l ihsandır. Bu bir inceliktir, işte, ilmi olupta işletmeyen ve bu yolu izlemeyenin sonu hüsran olur. Ve ilmi onu Hak (Celle Celaluhu)den tamamen uzaklaştırır.

Allahü Zülcelâl'in Habibine buyurduğu  فَإِزَا عَزَمْتَ  şeriattır. فَبَوَ كَّلْ عَلَى اللهِ  ise hakikattir.

فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ
(Âli İmrân/159)

“Kararını verdiğin zamanda artık Allah'a dayanıp güven”

من ازداد علماً ولم يزدد فى الدنيا زهداً لم ينال من الله الا بعداً

Hadis meali: Kim ki ilmini çoğaltırda zühdünü çoğaltmaz ise, o ilim, o kimsenin Allahü Zülcelâl'den uzaklaşmasına sebep olur.

 

ARİFLERİN TASAVVUF HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

İmam Mâlik ibn-i Enes (ra), âlimlerin sıfatlarını anlatırken buyurur ki; kim ki ilmi öğrenir, şeriat ilmini zahiri ilmi öğrendikten sonra tasavvuf ilmini de yürütmez ise o zaman fıska düşer. Çünkü tarikat olmayınca istikamet tutturamaz... Kibirli olur, gururlu olur, bühtan eder, buğzeder, sert olur. Sadece kupkuru ilim yetersiz olur. Sadece şeriat ilmiyle yetinirse kibirden ve enâniyetten kurtulamaz. O zaman ise fıska girer. Ama şeriat ilmini de hiç öğrenmeden cahil bir sofi doğrudan doğruya tasavvuf ilmine dalıp tarikata girer ise o zaman da zındıkaya düşer. Yani şeriati öğrenmeden hemen tasavvufa girdiyse o da çok yanlıştır. O zaman fıska değil de daha beteri zındıkaya girer. Eğer bir kimse önce fıkıh ilmini şeriat ilmini ibadat ve muamelatını güzelce öğrenip ardından da tasavvuf ilminin mânevi hallerini öğrenirse ve edebide beraberce olursa ne âlâdır. Çünkü tasavvuf ve tarikat demek edeb demektir. Edebi de öğrenirse o zaman o kimse ehl-i tahkikdir. İkisi de olursa tahkik ehli olur. Hak tahakkuk eder. Yoksa cahilin sufisi şeytanın maskarasıdır.
İmam-ı Ali (kv) öyle buyuruyor: “İki kişi benim belimi iki büklüm hale getiriyorlar. Bir tanesi, bir âlimdir ki nefret ettiricidir.” Edebi yoktur, çok serttir ve adeta milleti geldiğine, dinlediğine pişman ettirir. Aşırı derecede sert konuşur ve edebi yoktur. Bir zaman İmaret Camisinde bir hatib çıkmış da “Şunu yaparsan cehennem bunu yaparsan cehennem!...” diye söyleyip durunca birisi de kalkmış “sen cehennemin zebanisi misin?” deyip çıkmış gitmiş. İşte sertlik ve nefret ettirme budur. Tenfircilik hiç de iyi değildir. İmam-ı Ali (kv): “Belimi iki büklüm yapan diğer kimse ise; fısk ehli olduğu halde sûfîlik yapmaya kalkışan kimsedir.” Cahildir, fısk içindedir ama bir de sûfîlik taslar.

Hikem-i Ataiye'nin sahibi buyurur ki: Faydalı olan ilim odur ki, sadrı genişletir ve şuasıyla kalbin kınasını engelleyici, perdesini kaldırır ve kalbi inkişaf ettirir. İlmin en güzeli, en faydalısı, en yararlısı yanında haşyet olanıdır. İlim vardır beraberinde Haşyetullah da vardır. Böylesine ilminin yanında Haşyetullah da var ise bu ilim lehinedir, yoksa o ilim senin aleyhinedir.

Seyyid Ahmed Er-Rufaî (ks): “Tarikatı inkâr eden her ferd bilsin ki senet ve mesned olarak en başta "Lâ ilahe illallah" Tarikatın ana düsturudur. Esası ve temelidir.” ”Mesnedi yoktur, nereden çıkarmışlar tarikatı?” diyenlere ilk mesned budur, tarikat ilmi esasen mesnetlidir, senetlidir. Zira Allahü Zülcelâl âyet-i celilesinde:

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَ اللهُ

“Biliniz ki Allah'tan başka ilah yoktur.”

diye buyurunca, emredince ve uyarınca bunu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) halka tebliğ etmeye, telkin etmeye ve aktarma yapmaya başladı. Senetli, mesnetli olarak. Esasen bu âyet-i celile gelince kelime-i tevhidi kendi ashabına telkin etti. İster cemaat halinde olsun ister ferden, tek tek olsun. Müteselsel olarak sonuçta Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a varır. Herhangi bir şeyh hakikaten ehlinden aldıysa zincirleme olarak icazeti Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e varır. O sebeble Allahü Zülcelâl emretmiş, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) da halka arzetmeye başlamış. Cemaat olarak da tek tek de telkin etmiştir. Mesnedleri sağlıklı ve sıhhatli bir şekildedir. Bu Turuk-ı Aliyyenin tüm tarikatların Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) varan bir zincirleri vardır. Velev ki zincirden kesiklik olmasın. Zincirden kat' olanlarda olmuştur. Nitekim Şah-ı Nakşibendi zincirinden kat' olunmuş birisi için: “Ne olursun bu kadar da uğraştı, çabaladı vs.” denilince: “Siz ne sandınız bu zinciri? Demircinin yaptığı zincir halkalarımı saydınız ki tekrar geri gelsin Allahü Zülcelâl'in ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) emridir.” Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) emretmediği hiçbir kimse zincirden kat'edilemez.  İşte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan kendisine kadar gelen zincir halkaları tamam ise şeyhtir. Yoksa babası kendisine bir takke bırakmış, post bırakmış da vs. ile şeyhlik olmaz. Böylesi kimse zincir halkasına gerçekten eklenen kimse de değildir. Esasen ciddiyetle seyr-i sülük yapılması lâzımdır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da o kişinin kendisini tasvip edilecek ki zincir de bir halka olabilsin.

 

RASULULLAH’IN ASHABINA ZİKİR TELKİNİ

Şu hadis-i şerifte bunun şahididir ki, Şeddad ibni Evs (ra)'dan:

قال شداد ابن اوسى كنا عند النبى صلى الله عليه وسلم: فقال: هل فيكم غريب يعنى اهل الكتب. قلنا لا يا رسول الله فأمر بغلق الباب وقال ارفعو ايديكم و قولو الا اله الا الله فر فعنا ايدينا و قلنا لا اله الا الله ثم (قال): الحمد لله اللهم انك بعثتنى بهذه الكلمة و امر تنى بها وعدتنى عليها الجنة و انك لا تخلف الميعاد ثم قال صلى الله عليه وسلم  الاابشرو افان الله قدغفر لكم (هذه وجه تلقينه اصحابه  جماعة) (وامافرادى) الا مام على رضىالله عنه سئل النبى صلى الله عليه وسلم فقال: يا رسول الله دلنى على اقرب الطرق الى الله واسهلها على عبده و افضلها عندالله تعالى. فقال صلى الله عليه وسلم: افدل ماقلت انا و النبيو ن من قبلى لا اله الاالله ولو ان السماوات السبع فى كفة ولا اله الاالله فى كفة لر جحت بهم: فقال: كيف اذكر يا رسولاالله قال: غمض عينيك واسمع منى ثلاث مرات ثم قال انت ثلاث مرات و انااسمع فقال صلى الله عليه وسلم لااله الاالله ثلاث مغمض عينيه رافع صو ته وعلى يسمع ثم قال على رضى الله عنه  لااله الاالله ثلاث مغمض عينيه رافع صوته والنبى صلى الله عليه وسلم يسمع

Tarikatın ihtidasının mesnedini isnadını anlatıyor ve diyor ki: Aleyhissalatü Vesselam ile Kabe'nin fethedildiği devrede bir gün Kabe'nin içinde idik ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “İçinizde garib var mıdır?” Garib derken ehl-i kitab kısmından kimse var mıdır diye soruyor. Yoksa başka tarikattan kimse var mı diye sormuyor. Biz hepimizde Muhammedi'yiz, Ya Rasulullah onlardan hiç kimse yoktur” dedik. “O zaman kapıyı kapatın” buyurdu. Çokluk olarak, cemaat olarak, çünkü teker teker olmayacak. “Beni dinleyin” buyurdu. Ve Allahü Zülcelâl'in buyurduğu;

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَ اللهُ

Ayet-i Celilesini tebliğ etti. Ellerini kaldırdı ve "“Lâ ilahe illallah, Lâ ilahe illallah, Lâ ilahe illallah” üç defa buyurdu. Ashab-ı Kiram (ra) dinlediler. “Bir de sizden duyalım” buyurdu. Biz de elbirliğiyle ellerimizi kaldırarak üç defa “Lâ ilahe illallah” dedik.

Gaye “Lâ ilahe illallah” deyince artık putperestlik bitti. Birincisi, başka ma'bud yok. “Lâ ma'bude illallah” İkincisinde de “Lâ ilahe illallah = Lâ mevcude illallah” Mevcudat, mevcudiyet her ne var ise, Allahü Zülcelâl'in var ettiği şeylerdir. Yarattığı şeylerdir. İstikrarlı ve değişmeyen mevcûd sadece Allahü Zülcelâl'dir. Evvelden ahirine her zaman mevcûd olan O'dur. Diğerleri mahluktur ve mevcudiyetleri gel-geç tir. Fakat Allahü Zülcelâl, “Lâ mevcûde illallah” ki evvelden ahire vücud sahibi olacak olandır. Vahdaniyet sahibidir. Tevhid budur. Üçüncüsünde “Lâ ilahe illallah = Lâ Meşhûde illallah” Allahü Zülcelâl'in eserleri her yerde, her zaman ve her halde müşahade edilip durmaktadır. Bütün görenlerin esası Allahü Zülcelâl'in eserleridir. Bu tevhid akidesi olunca tevekkelallah itimadu alallah... Her ne mahluk var Allahü Zülcelâl'den ve her hadise ne oluyorsa hepsi de Allahü ülcelâl'in dışında cereyan edemez. Mevcudiyeti de ve müşahadesi de Allahü Zülcelâl'dir. Üç defa tekrar ediyor. Uluhiyyet şirki kaldırıyor. Fakat inana göre mevcudiyetini ve müşahadesini de anlamak lazımdır. Bu ikisininde kalb yoluyla olması lazımdır. Ravi diyor ki bizde söyleyince Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Elhamdülillah” buyuruyor ve hamdü şükr ediyor. “Beni bu kelimeyi tebliğ etmeyi emrettin ve beni bu kelime için gönderdin. Her ferde yaymayı emrettin ve bu kelimeyi halka öğretmek için gönderdin. Ben de bu anda bunu yerine getirdim. Bu kelimeyi söyleyenlere de cennetini vadettin. Sen vadinde halfetmezsin inanışımız budur ki vaadine hilaf etmezsin, bir şey vaadedersen vaadin dışında bir şey yapmazsın.” O zaman cemaat elbirliğiyle söyleyince “Müjdeler olsun Allahü Zülcelâl sizleri mağfiret kıldı... sıfır... hiçbir şey kalmadı...” buyurdu. Bu ashab-ı kirama umumen telkinidir. Bir de ferden zikir telkini vardır ki İmam Ali'ye (kv) telkin etmiştir. İmam-ı Ali (kv) Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) istiyor ki, “Bana bir şeyler öğret ki harikalardan olsun.” diyor. İmam-ı Ali'nin (kv) böylesi inceliği vardır... Ona tek kişilik telkin verilmiştir ve lider olmuştur. “Ya Rasulullah, Allahü Zülcelâl'e en yakın ve kuluna en kolay ve Allah indinde en faziletli yol nedir? Bana bildir.” diye harika bir şeyler istemiş de... Allahü Zülcelâl'e en yakın, en kolay, en faziletli ve en yaklaştırıcı bir yol için Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) malumat istiyor. Ve bunun karşısında da Cenâb-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki; “Allahü Zülcelâl ile kulu arasında en yaklaştırıcı en efdal, en teshilatlı, en geçerli ve saadete iletecek olan yol benim söylediğim ve benden evvel geçmiş olan nebilerin söylemiş oldukları kelimedir.” Nedir bu kelime? Umumiyetle “Lâ ilahe illallah”dır. Ötesi her nebinin kendi devresi ile ilgili. Ama Musa'ya (as), ama İsa’ya (as)... “Lâ ilahe illallah” ise hepsinde eşittir. Allahü Zülcelâl'in vahdaniyet akidesini ikrar etmektir. Bu ise umumidir. Risalet, zamanın resulü kim ise, artık o resulü kabul etmek gerekir. Çünkü aracıdır. Resul olmazsa bilemeyiz ki...

Ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ba's olunca (gönderilince) “Lâ ilahe illallah Muhammed er Resulullah” geçerli olmuştur, önceki resullerin ve nebilerin risâlet zamanları geçmiştir. Hatemü'n nebiyyi gelmiştir. Ve O'nun risalet devresi başlamıştır ve ilâ nihaye devam edecektir. İmam-ı Ali (kv) bu kelimeyi küçük bir şey sanmasın diye bunun karşısında Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Ya Ali eğer yedi semâ ve yedi arzı terazinin bir kefesine, diğer kefesine de "Lâ ilahe illallah" kelimesini koysan, "Lâ ilahe illallah" kelimesi ağır basar. Diğer kefeye doldurulan tüm nesnelerden bu kelime racihtir. Ancak; halisane lillahi hakkı verilmiş bir kelime olarak zikredilirse bu böyledir.” Bunda çok mühim mesele vardır. Hakim-i Tirmizi bu hususta şartlar koymuştur. Kelime-i tevhidin kavlî (sadece kuru sözle) değilde hâli (halende) olması lâzımdır. Kelime-i tevhidin söylenen halininde kavline uygun olması şarttır, öyle olursa kâinat bir araya gelse onun karşılığı olamaz. Bu öylesine ağır ve değerli bir kelimedir. Sağlayabildikten sonra hiç lamı cimi yoktur. O kimse cennete girer... Ama, ehl-i lâ ilahe illallah'ın sadece kavli olması yetersizdir. Söyler de bunun hükümlerine âmil değildir âmel etmez. Zira bunlar Allahü Zülcelâl'in emir ve hükümleridir. Eğer uluhiyyetin kıymet ve değerini dünya meselelerinin üstüne çıkaramıyorsa bu kelimeyi söylemesinin ne önemi kalır. Eğer dünya meseleleri bu kelimenin üstünde bir haiz ise bu kelime kavlîdir ve hâlî değildir.
Yarın mahşerde kalktıklarında Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:
Ben müşahade ediyorum ki kabirlerinden çıktıklarında şöyle bir üzerlerindeki tozlarını gubarlarını silkeleyip de:

وَقَالُوا الْحَمْدُ ِ لِلَّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ

(A’raf/43)

“Hidayetle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamd olsun. Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik.” diyerek Hamd ü sena ederek kelimeyi tevhidin hayrat ve berakatını söylerler. Öyle buyuruyor mübarek: Ehl-i lâ ilahe illallah'ı gördüm ki üzerlerinde hiç bir pürüz yoktur. Bir zahmet ve müşkilat yoktur. Ancak ehl-i lâ ilahe illallah olanlar böyledir. Sadece sözle kavli “lâ ilahe illallah” olanlar değil. Kavli “lâ ilahe illallah” sadece müslüman eder. Müslüman olur kılıçtan ve azabtan kurtulur. Faydası işte budur. Madem ki kavlen lâ ilahe illallah dedi, ancak bu kelimenin halile de hallenmesi ehli olması şarttır. “Lâ ilahe illallah, lâ mabuda illallah, lâ meşhûde illallah” dedi Allahü Zülcelâl'in azamet ve kudretini emir ve hükümlerini dünyada her şeyin üstüne çıkarmazsa “yok efendim bir kelime söylüyor da, dünya meselesini ve muhabbetini bu kelimenin çok üstünde tutuyorsa, artırıyorsa” Allahü Zülcelâl böyle bir şeyi kabul etmez. Allahü Zülcelâl gayyurdur. Hafife almak ise maalesef yanlıştır. O zaman hakikaten bu kelime aleyhinde olur. Çünkü sorumluluğunu yerine getirmemiştir. Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurmuş olduğu, lâ ilahe illallah esasen kavlî olmak değil de ehli olmak lazım geliyor...

Onun için Hz. İmam-ı Ali (kv) ile diz dize gelmişler de “Ya Ali, ben söyleyeyim sen şöyle, kulağını ver ve beni dinle, candan her yönüyle bu kelimeyi ben söylerken sen dinle, ondan sonrada sen söyle ben dinleyeyim.” İşte Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) İmam-ı Ali'ye (kv) telkini bu şekilde olmuştur. İmam Ali (kv) diz dize gelince, üç defa Rasulullah söyler. İmam-ı Ali (kv) dinler. Üç defa İmam-ı Ali (kv) söyler Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dinler. Ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) birinciyi söyledikten sonra ikinciyi dinlerken “Lâ ilahe illallah” dediği zaman “Lâ mabuda illallah” yani artık putperestlik yok. Maadasını yani uluhiyyetine karışacak herhangi bir nesneyi yok etmesidir. İllallah budur. Ve aynı zamanda lâ ilahe illallah = Lâ mevcûde illallah ise fenafillah olması lâzım esasen... Ve diğeri lâ ilahe illallah = lâ meşhûde illlallah ise bekâbillaha geçiyor. Yani üç kere tekrarlaması, bir tanesi çeşitli milletlere ait imanlardan tamamen çıkıp Allahü Zülcelâl'i ilâh kabul edip mümin oluyor. “Lâ ilahe illallah hak lâ mabude illallah; mabudum ancak ve ancak Allahü Zülcelâl'dir” deyip başka seni meşgul edecek bir şey kalmıyor. Bilimum tamamen kendini Allahü Zülcelâl'in vahdaniyetine, azametine, kudretine teslim eder durumdadır. Hak mevcude Allah'dır. Artık her hüküm ve tasarruf tamamen O'nundur. Her şey O'nundur ve hükmü altındadır ki artık fenafillah durumuna gelir. Ve artık muhabbeti, şevki, aşkı da artıp tamamen O'na bağlanır. Her şeyi tamamen Allahü Zülcelâl'den bilir kabullenir ve O'nun tasarrufu altında olmayan bir şeyi de yok bilir. Yaratılışından, rızkından şundan bundan hepsinden umumen mutlaka Allahü Zülcelâl'dendir. Fenafillah durumundadır. Fikriyatında her şeyin O'ndan olduğunu bilir. ena durumuna gelmiştir. Fakat üçüncüsü de daha da Bekâbillah durumu var. Tabiki İmam-ı Ali (kv), bizim gibi uzun uzadıya seyrü sülük edecek durumda değil ya. Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) diz dize telkin alırken... Menbaından... İşte o zaman Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) İmam-ı Ali'yi (kv) hemence bekâbillah durumuna getirmiştir.

İşte bu, esasen İmam-ı Ali'nin (kv) turukudur. Onun yolundan gelenlerin sistemi bu şekilde olmuştur. Senedli, sağlıklı, sıhhatli ve mesnedlidir. Hatta İsmail Hakkı Bursevi hazretleri der ki; Bu üç tevhid halinin birden telkini çok ağır bir terakkiyattır. Mümin, fenafillah, bekâbillah... İmam-ı Ali (kv) kendini kaybetti, yitirip feveran etti, adeta mecnun haline geldi. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine tembih ediyor: Kimseye sır verme” buyuruyor. Sırrını tutabilmek için, kapatabilmek için içten içe yanıyor, tütüyor...  Gelen artışlar ve harikalarla deli divâne olup çöllere çıktı. Kimseye bir şey söylemeyecek iken kuyuya bir şey söyledi, duramadı... Kuyunun başında bir sır söyleyince kuyu cezbeye girdi ve göçtü... İçinde su var tabi.. Göçtükten sonra içinden kargılar çıktı. Neticesi günün birinde bir çoban orada yayılırken kargıyı görüp bir kaval edineyim diyerekten birisini kesip almış ayarlamış, üfleyince bakıyor ki tevhid getiriyor, zikir getiriyor ve inliyor... İsmail Hakkı Bursevi, “Mevlevî neyi bundan kalmıştır” diyor. Onun söyleyişi böyledir. Çünkü hiç bir nesne yok ki mutlaka Allahü Zülcelâli tevhid etmesin. Ama diyeceksiniz ki bu çalgı içinde mi böyledir? Esasen bir gün Hz. Üftâde (ks)'nin önünde bir iftar devresinde bir kuru ekmek bir de su vardır. Ve İsmail Hakkı Hazretleri Şeyhine sormuş: Efendim hiç bir nesne yok ki mutlaka Allahü Zülcelâl'i zikreder. Peki bu ekmek ve suyu şimdilik yiyeceksiniz. Bunlar nasıl teşbih edecekler, gidecekleri yerlerde nasıl olacak teşbihleri?” deyince mübarek Üftâde Hazretleri buyuruyor ki; Evladım, yediğimiz gıda düzgün dürüst güzel ise o ruhumuzun gıdasıdır. Onun teşbihi iki türlüdür. Yaramaz kısmından posa ise teşbihten uzaktır o artık ifrazata gider. Madem ki bir nesnenin mutlaka bir teşbihi vardır o şeyin hassası ruha varır. Kazurat kısmına gitmez de ruha çıkar ve teşbihini eder. Hassası ruha çıkıp tesbih ediyor.

 

Aziz Kardeşlerim;

Tekrar konumuza dönersek; tarikat silsileleri işte böyle müteselsilen gelmektedir. Ehl-i tarik, tevhidin sıhhatli olmasını ağyarın tümünden teoriden söylenmesini emreder. Bu hal içinde zikir meclislerinde tevhidlerle coşa gelirler nefisleri güzel hallere ulaşır, cezbeye varırlar. Ama bu tevacidin şeytanî değil de Rahmanî olması şarttır. Diyeceksiniz ki “Bunun şartı nedir?” Hz. Cüneyd (ks) ve Sırrı Sakati (kv) devresinde meclislerinde bir kimse cezbeye başlarsa derhal emrederlerdi ki: “Bunu alıp hemen Dicle'ye atın. Eğer Rahmanî ise bir şey olmaz kurtulur. Yok eğer şeytanî ise işi biter, boğulur gider.” derlerdi.

Onun için kimse kolay kolay laf olsun diye cezbeye girmezdi. Ama hakikat cezbe olduktan sonra can kurban...

Şeyhü'l Hazin (ks) devresinde Firsaf'tan geçerler, Siirt'ten geçerler, köye giderlerken bazen cezbeye girerlerdi de başını taşa vururlar. Taş tahin gibi olur da başı yarılmazdı. Şeyhü'l Hazin'in (ks) sufi Hasan'ı vardı. O zaman evleri müsait olmadığından meydana toplanıp ateş yakarlardı. Sufi Hasan ateşin içine girer de söndürünceye kadar debelenirdi. Demek istediğimiz; birisi cezbeye tutulmuşsa şöyle bir iğne batır bakalım ne yapacak, bir gör. Maliyetini ortaya kor. Ve dalavere bir netice getirmez.

Ehl-i tarik'in zikir ve tevacid meclisleri açıldığında nefisleri çok güzel çok temiz bir halde ruhları yükselirde “Lâ ilahe illallah” derler. Kalpleri masivâ ile hiç meşgul olmaksızın “illâ ALLAH” derler. Ondan gayrı ibadet edilecek yok ki... “İllâ HU” derler. Adeta bir hoş olmuş, mest-ü-hayran halde “HUUUU!” derler. Ehl-i Sıdk ve Ehl-i Salâh onlardır. Onlarla oturan onların sayesinde şekavet görmez.

Allahü Zülcelâl kullarına zikretmeyi pek çok kerre emretmiştir, İbn-i Abbas (ra) “Allahü Zülcelâl, kullarının üzerine bir çok farizalar yapmıştır. Bir çok ibadetleri terğıb etmiştir. Bir kısmı tahditli bir kısmı vakitlidir. Bir kısmı ise özürlüdür. Nizamları ve tezleri muayyen hududlara ve vakitlere bağlıdır.” Ayrıca vakti geldiği halde özürlü olunca yapılmayabilir. Fakat kelime-i tevhit “Lâ ilahe illallah”ın hiç bir muayyen vakti yoktur. Tahdide yoktur. Özürü de yoktur. Her yerde her zaman her halde yapılabilir.

 

ZİKİR HAKKINDA AYET VE HADİSLER

Bu hususda Kur’an-ı Kerim’de:

يَا اَيُّهَا الَّذ ينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثيرًا

(Ahzab / 41)

Allahü Zülcelâl: “Ey inananlar! Allah'ı pek çok zikrediniz.”

Hadis-i Şerifte de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

اكثرواذكرالله تعلى حتى يقو لو ا مجنون

Hadis Meali:

“Zikrullah'ı öylesine çok ediniz ki, görenler bu kimse mecnun mudur desinler, delidir desinler.”

اذكروالله ذك اً حتى يكول المنافقون انكم تراؤن

Hadis Meali: Allahü Zülcelâl'i o kadar çok zikrediniz ki münafıklar bunlar müraidir deyinceye kadar; ama gerçekten olacak. Kendini beğendirmek için değil de aşkla, şevkle zikrullahsız duramıyor bir halde... “Dikkat ediniz ki kalbler Allah'ı zikretmekle itminana ulaşır.” buyurulduğu gibi. Onun için Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) : “Öyle çok zikrediniz ki, münafıklar desinler ki bu zikredenler mürâidirler.”

Allahü Zülcelâl, zâkirlerin hallerini şöyle açıklayıp ilân ediyor:

الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ

(Âli İmrân/191)

: “Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar.”

Onlar ki ayakta olsalar da otursalar da yatsalar da Allah'ı zikrederler.

Hadis-i Şerifte ise;

جاءرجل الى النبى صلى الله تعالى عليه وسلم: فقال يا رسول الله ان شر ائع الا سلام قد كثرت علينا فمرنى بأمرتثبت به. قال رسول الله  صلى الله  عليه وسلم لا يز ال لسانك رطبا بذكر الله تعالى

Hadis Meali: Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a bir Arabî gelmiş de : “Ya Rasûlullah, dinimizin şeairi fazlalaşmış, çok çeşitli yönleri olmuştur. Biz de tâbi hepsini muhafaza edemeyiz. Bundan dolayı şöyle bizi tatmin edecek, fayda verecek ve ehveni (kolayı) ne ise bize söyle” deyince Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:
“Ölmeden, hayatta bulundukça ve dilinin yaşlılığını kurutmadan mutlaka lâ ilahe illallah ile, Allah zikri ile dilini hareketlendir. Ratbun: yani, diliyin yaşlılığı ile dilin yaş oldukça Allah'ın zikri ile hareket etsin ve bundan hâlî kalmasın. Çok üzerinde dur, gaflete düşme. Dilin yaş kaldıkça "lâ ilahe illallah" ile gıdasını alsın ve kurutma.” buyurduğunda Arabî: “Peki bu yeter mi?” deyip de az görünce o zaman Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Bakınız Allahü Zülcelâl:

وَالذَّاكِرينَ اللّٰهَ كَثيرًا وَالذَّاكِرَاتِ اَعَدَّ اللّٰهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظيمًا

(Ahzâb/35)

buyuruyor. Erkek olsun, kadın olsun zikrullah'ı çok olan kimseye Allahü Zülcelâl mutlaka çok mağfiretli ve onlara büyük ecirleri vardır.

الا انبئكم بخير اعمالكم واز كاهاعند مليككم و ار فعها فى درجاتكم وخير لهم من انفاق الذهب و الورق و خير لكم من ان تلقو ا عدو كم فتضر بوا اعناقهم ويضربون اعناقكم... ذكر الله

Hadis Meali: “Ben size amellerinizin en hayırlısını haber vereyim mi? Melikiniz olan Allahü Zülcelâl indinde en temiz olanı sahibini de en yüksek dereceye iletecek olanı, altın gümüş olsa da ne kadar çok olsa da infâklarından da üstün olanı ve her şeyin üstünde olanı... Hatta daha da ötesi cihada gitseniz, düşmanla karşı karşıya gelseniz, can pahasına cihad etseniz, öldürseniz veya şehid olsanız bile bundan da daha üstünü hepsinden de üstün olanı Allah'ı zikretmektir.” buyuruyor. Hatta o anda Hz. Ebu Bekir Sıddık (ra), Hz. Ömer (ra)'e “Allah zikri her şeyin önüne geçti.” deyince o da “Evet” diyor. “Yani zikrullah her şeyi giderdi, galebe etti ve önüne geçti” buyuruyor. Hadisin ravisi Tirmizi, İbn-i Mâ'ce, Hakim.

 

Aziz Kardeşlerim,

Gerçekten de tevhid anlattığımız gibidir. Yoksa halk arasında söylendiği gibi tevhid kelimesini söylemek değil de haliyle hallenmesi lâzımdır. Kavlî değil de halî olmalıdır. Yani, aşkıyla, şevkiyle tevhidin ehli olmuş ve her şeyin üstünde değer ve kıymet vermiştir. Allahü Zülcelâl'in emirleri üstünde başka emri yok bilir. Mübarek Hakimi Tirmizi Hazretlerinin buyurduğu gibi; kavlî değilde halî olması lâzımdır. avlî yeterli değildir. Eğer dünya meselelerini tevhidin üzerine çıkarıyorsa, kelimeyi tevhidi dille söylemek mesele değildir. Mesele şu ki; Lâ ilahe illallah, Mâ'budun bi'l hak Cenabı Allah... Her an her yer ve her halde mevcûddur ve O'na saygı göstermek de şarttır. Nasıl ki; bir me'mur âmiri karşısında nasıl itinâ ile kabuliyetini gösterirse kul da Rabbısına kulluğunu ve saygısını göstermesi gerekir. Allahü Zülcelâl'in kâinatında bitmez tükenmez ni'metlerinin hangisinin karşılığında şükrünü yapabiliyoruz acaba? Yaptığımız şükürün yeterli sağlıklı sıhhatli olması mümkün değildir. Bunca melekler çalışıyorlar. Onlar yemez içmezler. Bütün bu ni'metlerin hepside Âdemoğlu içindir. Ni'metlerini saysanız sayısını bulamazsınız. Onun için nasıl bir me'mur âmirinin takdirini arıyorsa hiç olmazsa kulları olarak Allahü Zülcelâl'in ni'metlerini bir düşünmelidir. Tevhidi zikrederken sadece dille kavlî olarak yalamalıkla söylüyor da hâli ile değilse bu da Allahü Zülcelâl'e ağır geliyor. Haşa eğlenceye almış gibi...

Allahü Zülcelâl mü'minlerin avam kısmını vasıflandırırken


اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ

(Enfâl/2)

“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.”

Müminler zikrettiklerinde “Allah” dediklerinde kalbleri titrer. Çünkü kalbleri incedir. Rakke halindedir, incelmiştir ve katı değildir. Pürüz yoktur, az bir şeyle hemen titrer ve harekete geçer. Allah dediğinde Allahü Zülcelâl'in azametinden titrer.

İkinci kısım olan müminlerin havas kısmına üst kademeye gelince:

أَلاَ بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

 (Ra’d/28)

“Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.”

Kalpleri tatmin edecek rahat ettirecek olan ancak ve ancak zikrullah'dır. Başka hiçbir şey ünsiyyet etmez asla... Yani mal, mülk vb. hiçbir meyilleri, hevesleri yoktur. Sadece Allahü Zülcelâl'in zikriyle huzur bulabiliyorlar. Hayatta bundadır esasen... Kalbleri mutmain durumundadır. Hiçbir şeyle sarsılmazlar. Şubbihet vs. gibi şeyler yoktur. Ciddi, ciddi... Her varlığı Allahü Zülcelâl'in vahdaniyeti, azameti ve kudreti altında bilen kalbler burada itminan durumundadır.

ا لدنيا ملعونة ملعون ما فيها الا ذكر الله وماو الاه و عالماً او متعلماً

Hadis Meali: Dünya ve dünya muhteviyatı tamamen lâ'nete müstehaktır. Ancak zikrullah ve onun arkasından gelecek nesneler ve ona uygun olan haller hariç... bunun dışındaki lâ'nete müstehaktır. Dünya lâ'nete müstehaktır. Dena'ettir (alçaklıktır). İnsanları çok şaşırtıyor. Çünkü dena'et kısmı çirkeftir maalesef... Şeyhü'l Hazin'in (ks) buyurduğu gibi:

الدنيا هى عدوة الرحمن: وهى خمرة الشيطان

“Dünya adüvvetün Rahman... Yani, sarhoş hale gelip de kendini şeytanın eline düşürme. Dünya Rahman'ın (Celle Celalühü) düşmanıdır. Sakın kendi kendine şükran (sarhoş) olup da şeytanın eline teslim olma.” diyor. Dünya ve muhteviyatı lâ'nete müstehaktır. Ancak zikrullah ve ondan hasıl olanlar hariç... İkinci derecede hariç olan şey ya ilim öğreneceksin veya ilim öğreteceksin. Bu iki şey lâ'netten hariçtir. Allah zikri ile âlim ya da mutaâllim (öğrenen) olmak. Zikrullah ve ilim müstesnadır.

قل الله ثم ذرهم

Velakin Allahü Zülcelâl, Habibi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ne şöyle buyuruyor:
“Müşrikler ve benzerleri seni ne kadar etkilerse de onları bırak ve Allah de... Kalbini Allah ile işlet... Onları oyuncakları ile başbaşa bırak. Allah de maadasını bırak. Allahü Zülcelâl, Habibine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu şekilde telkin ediyor. Masivayı yok et ALLAH de” buyuruyor. Kadiri aksamından gelen “Lâ ilahe illallah” değilde, Nakşî aksamından gelen “HU”...

“ALLAH” de gayrisini bırak. Kalbine bunu yerleştir. Allahü Zülcelâl Habibine bunu telkin ediyor. “Mâsivayı yok edip, ALLAH diyeceksin.” Başkasını düşünme bırak.
Yeter ki senin kalbinde daima ALLAH olsun. İşte Hz. Sıddık (ra)'ın telkini de mağarada olmuştur. O zamana kadar Hz. Sıddık (ra) tabi kalime-i tevhid durumunda idi.
Tabi Bekâbillah gelince artık “Lâ” kelimesi ve benzeri gerekmiyorda “ALLAH” ve “HU” diyeceksin. “ALLAH” derken “HU” diyecek dereceye varır. “ALLAH de diğer müşrikleri falan bırak.” Fakat bu meyanda da Hz. Sıddık ta Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile mağaraya geldiklerinde: “Ya Rasulullah eğer müşrikler şöyle bir bakıverseler bizi görecekler.” diyor. Çünkü etrafında araştırıyorlar. Fakat kadiri mutlak olan Allahü Zülcelâl koruyunca... İşte o zaman Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hz. Sıddık (ra) ta fenayı tamamen yok etmiş de bekâbillaha ulaştırmıştır. Yani elini doğrudan doğruya mübarek Hz. Sıddık (ra)'ın sadrına koyuyor da buyuruyor ki:

لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا

(Tevbe/40)

 “Kederlenme ALLAH bizimle” Bu telkinde “iki kişinin üçüncüleri ALLAH” buyuruyor.
Bu şekilde olunca o zaman Hz. Sıddık (ra) harikalar gördü. Tâbi fenadan bekaya geçmiş oldu. Yâni Hz. Sıddık (ra) mağaradaki telkinde artık nefhi de değil isbat kısmına geçti. Yâni doğrudan doğruya ayır hale geldi. “ALLAH bizimle hüzünlenme, ya Ebu Bekir ikinin üçüncüsü ALLAH ne dersin buna?” buyuruyor. Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), ikisi beraber, beraberlerinde de ALLAH var.

İşte bu iki âyet-i şerifenin manasına uygun ehl-i tahkik sözleri:

منذ عرفت الاله لم اراغيره: وكذا الغير عبدنا ممنوع

منذ تجمعت ما خشيت افترقا: وانا لليوم واضل مجموع

الله قل وذرالوجودوماحوى: اِنْ كنت َ مرتاداً باوغ كمال

فكل دون الله ان حققته: عدم على التفصل والاجمال

واعلم بانك والعو الم كلها: لو لاه فى محوفى اضمحلال

من لا وجود لذاته من ذاته: فو جوده لو لاه عين محال

فاالعارفون فنوابان لم يشهدوا: شيئاً سوى المتكبر المتعال

ورأواسواه على الحقيقة هالكاً: فى الحال والماض والاستقبال

Ne zaman ki İlâh'ı öğrendim, bildim, başkasını görmedim. Zira gayrisi mâsivadır bizce memnu'dur, yasaktır. Ne zaman ki cem olunduk Allahü Zülcelâl ile ünsiyet bulunca artık ayrılık, iftirak, ayrılık hasreti korkusu kalmadı. Ve ben o gün vuslat bulmuşum, cem olmuşum.

Eğer aradığın muradına tam ermek ise “ALLAH” de mevcudatı ve hevâ-ü-hevesten olan herşeyi bırak...

Allahü Zülcelâli hesaba katmadan Allahsız olunca her bir şeyin hakikati şüphesiz ki tafsilinde icmâlende yokluğa mahkumdur ve ademdir.

Bilmem gereken şu ki; eğer Allahü Zülcelâl olmasa bütün âlemler mahvolur bozulur ve çökerler. Kim ki Allahü Zülcelâl olmadan vücûdunu var bilirse bu olmayasıyadır. Kendi zâti imkan ve kudretiyle vücûdum var derse vücûd sahibi olması imkânsızdır.

Arifler; El Mütekebbirü'l Müteâl den (büyüklenmeye hakkı olan; yüce olan Allahü Zülcelâl'den) gayri mâsivadan bir şey görmüş değiller... Şühûd ettikleri odur. Allahü Zülcelâl'dir. Ve Allahü Zülcelâl'den gayrisi mâsivanın hakikatinin geçmişte şu anda ve gelecekte helake yokluğa mahkum olduğunu gördüler.

Böylece hakikat şu ki; Cenab-ı Habib (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile Hz. Sıddık (ra) arasında garda (mağarada) geçen ve delilleri açıkça ortaya konulmuş olan vakıada Hz. Sıddık (ra) fenadan bekaya, yani nefhi dairesinden tevekkül kademi olan isbat dairesine çıkmıştır. İşte o mağarada o anda ve o halde Hz. Sıddık ve Mürşidi Cenab-ı Habibullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)... Habib ve tabib olan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Üzülme yani kesinlikle bir şeyden dolayı üzülme ve hiçbir şeyden korkma. Hiçbir şeye de sevinme. Çünkü ALLAH'dan gayrisi helake yok olmaya mahkumdur.

 

TEVEKKÜL

Allahü Zülcelâl ki o;

هو النافع والضار والمعز والمذل والرافع والحافض والباسط والقابض وهوبكل شيئ عليم و من يتو كل على الله فهو حسبه اى حافظه و معينه

En Nafiu, Ed Darru, El Muizzu, El Muzillu, Er Rafiu, El Hafidu, El Basıtu, El Kabıdu ve O her şeyi bilendir. Kim ki O'na tevekkül ederse o kimseye yeter. Yani onu korur ve yardım eder. Muhafızı ve muini olur. Tevekkül hususunda pek çok ayet-i celile vardır.


فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلين ۞ اِنْ يَنْصُرْكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْ وَاِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذى يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِه وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

(Âli İmrân/159-160)

“Kararını verdiğin zamanda artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever Allah size yardım ederse artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır.”

قل لن يصيبنا الا ما كتب الله لنا هو مولانا وعلى الله فليتو كل المؤمنون الذين قال لهم الناس ان الناس قد جمعو الكم فخشو هم فزادهم ايماناً وقالواحسبنا الله ونعم الو كيل

Eğer uzatmış olmaktan korkmasaydık pek çok âyet yazardık. Ve lâkin sadık olana tasdik ehli olana bir âyet bile yeter, inanmazsa ne kadar sıralarsan sırala boşuna... Tevekkül hususundaki hadislere gelince gerçekten pek çoktur.

قال رسول الله صلى الله بعالى عليه و سلم: لعبد الله ابن عباس رضى الله عنهما: يا غلام انى اعلمك كلمات احفظ الله يحفظك احفظ الله تجده تجاهك اذا سألت فسأل الله و اذا استعنت فا ستعن باالله واعلم ان الا مة لو اجتمعت على ان ينفعوك بشيئ لم ينفعوك الا بشيئ قد كتبه الله لك ولو اجتمعت على ان يضروك بشيئ لم يضروك بشيئ الا قد كتبه الله عليك جفت الاقلام ورفعت الصحف

)رواه امام احمد والترمذى والحاكم (

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) terkisinde binili olan Abdullah ibn-i Abbas (ra)'a: “Ey oğul sana bir kelime öğreteceğim ki, eğer sen Allahu Zülcelâli kalbinde muhafaza eder kalbinden çıkartmaz ve kalbine yapıştırırsan o da seni muhafaza eder yardım eder ki, sanki karşında hazır gibi bulursun. Herhangi bir beliyye sana ulaşmadan önce Allahü Zülcelâl karşılar karşısında Allah olur. İstediğinde ALLAH ister. Yardım dilediğinde de o diler. Şunu bil ki bütün ümmet sana bir menfaat vermek için toplansalar Allahü Zülcelâl'in lehine yazmış olduğundan başka hiç bir menfaat veremezler. Yine sana zarar vermek için bir araya gelseler Allahü Zülcelâl'in senin aleyhine yazmış olduğundan başka bir zarar da veremezler. Kalem kurumuş, sahifeler kaldırılmıştır.” Ravisi İmam-ı Ahmed, Tirmizi ve Hakimdir.

Hülasatü'l kelâm ve'l meram (sözün maksadın özü) işte Mürşidü'l Aziz olan Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) müridi oan Hz. Sıddık-ı Ekber'i ilmen ve mârifeten irşad ve terbiye ediyor. Şu hadis-i şerifte bunun delilidir:

قال رسول الله صلى الله بعالى عليه و سلم: يا ابا بكر ما ظنك باثنين الله ثالثهما

) رواه امام احمد والبخارى والمسلم والترمذى (

Hadis meali: “Ya Eba Bekir sen ne zannedersin, ne dersin ki iki kişi olurlarda üçüncüleri ALLAH'dır.” Ravisi Buhari, Müslim, İmam-ı Ahmed, Tirmizi.

İşte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile Hz. Sıddık (ra) arasında mağarada cari olan bu hadisede iki kişinin üçüncüleri ALLAH olunca tedricen öyle bir hale getirdi ki hatta Âdem (as)'den kıyamete kadar, nebiler müstesna halkın en hayırlısı oldu ve halife lakabını tahsis etti. Onun için terazinin bir kefesine Hz. Sıddık(ra)'ı koyacaksın öbür kefeye de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın devresinde imam başlangıcından Hz. Ömer (ra)'de dahil bütün ehl-i imanı koysan Hz. Sıddık (ra)'ın kefesi racihtir ve ağır basar. Onun için bizzat yetiştiren sırr-ı azizi olan bizzâtihi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dır esasen... İşte Sıddık (ra) böyledir. Diğeride anlattığımız İmam-ı Ali (kv)'dir.

İşte meşiyihi't turuk (tarikat meşayihleri) pek çok halife vardır. Ancak bunların arasında artık şeyhin kendi ferasetine keşfiyatına göre o mertebeye yetişecek hale geldiyse bir tanesini kendi yerine tahsis eder. Kendi yerine geçecek olan halifesini seçer. Sırr-ı azizi aktarma eder. Tüm halifelerden bir tanesini tahsis eder ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan Hz. Sıddık (ra)'a gelen sırr-ı azizi aktarır. Sırr-ı aziz ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan Ebu Bekir (ra)'e ondan da Selmâni Farisî (ra)'e müteselsilen gelen sırr-ı azizdir. Yoksa şimdilik yaptıkları gibi yok babasından takke kalmış, baston kalmış vs. bunlar değildir esas olan... Sırr-ı aziz Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan beri kalbden kalbe aktarılıp gelen sırr-ı aziz... Uydurmasyonla olmaz böylesine...

Bu müteselsile (zincirleme) aktarma oluşu hal-ü-hakikatı daima Câridir.
Yeryüzü bu halden hali kalmaz. Hatta Hz. İsa (as) gelinceye kadar. Ne zaman ki Hz. Muhammadü'l Mehdi (as)'ye intikal eder ve neticesi Hz. Isa (as) gelinceye kadar hiç bir zaman bunlardan hali olmaz. Mutlaka bir zât vardır. Halefen selefen...

İşte böylece nasıl ki fıkıh mezhepleri seleften halefe aktarma ediliyorsa, bütün tarikatların yolları da böylece cari' olmakta ve aktarılmaktadır. Fukuhaların silsile ile birbirlerine aktarma yaptıkları gibi bunlarda aynidir. Meselâ Siirt muhitimizde meşhur Molla Halil-i Müderris ki Şeyhü'l Hazin'i yetiştirmiştir. Herhangi bir ulemâ muhakkak onun tedrisinden geçerdi. Fukuha da böyledir. Sülehada böyledir. İşte onlar 30-35 sene uğraşa uğraşa müteselsilen yetişirler ve aktarma yaparlardı. Selef gider halef gelirdi. Fukuha ehl-i mezhebtir. Tasavvuf ise ehl-i meşrebtir ki esasen aşk şarabını içmek meselesidir...

Hangi ilim galib gelirse unvanını alır. Ya fakih ya da sufi künyesini alır. Fukuha dediğimiz fürûg, ûsül vs. öğrenir müteselsilen... Sufide ise tasavvuf kısmı ise edeb aksamıdır mutlak seyr-ü sülük yapması lâzım. Allahü Zülcelâl ile arasındaki şeyhinin açık basiretli teferrus sahibi ferasetli olması şarttır. Tabiki ferasetini kullanacak. Hani “Mü'minin ferasetinden hazer ediniz” varya... Onlar enbiya mirasçılarıdır. Feraset erbabıdır. Şimdiki gibi hemence sadece dille bildikleri ilim bu mudur yâni... Bir nebi kuru bir âlim midir; sadece hükümler kısmını bilir, okur anlatır mı? Yoksa manevi ilimlere sahib ulu'l elbâb kısmından kalb ehli midir? Elbette böyle ulu'l elbâb olması şarttır. Hatta bazı veliler iki yönden çift kanatlıdırlar. Cenaheyndirler. Bir taraftan fıkıh yönünden diğer taraftan da tasavvuf yönünden... Meselâ Hz. Mevlana Halid-i Bağdadi, Hz. Abdullah Dehlevî'nin yanına giderken karşısında o kadar kimseler gelmişler ki o mıntıkalarda zındıkalar ve bu gibi kimseler her vardıkları yerlerde haklamak istedilerde ama haklayamadılar. O kadar muazzam bir ilim sahibi idi ki akaid, usûl, fürûğ ve tasavvuf sahibi zülcenaheyn idi... Yine Seyyid-i Şerif ümmî idi. Okumamış ama tasavvuf yönünden harikalar görüyor ve biliyor. Müridi olan Abdullah ibn-i Mübarek fevkâlede bir şahsiyettir. Çok ariftir âdeta Abdullah Vahhabi Şarani gibi çok malûmatı vardır. Eğer Abdullah İbn-i Mübarek olmasa Seyyid-i Şerif Abdülaziz Debbag Hazretlerinin bu kadar yayılması olamazdı. Abdu'l Vahhab Şeranî olmasa ümmi olan Seyyid Aliyyi'l Havvas'ın bu kadar etrafa yayılması mümkün değildi. Abdullah İbn-i Mübarek seyyid i şerifi, Abdu'l Vehhabi Şerani de Seyyid Aliyyi'l Havvası anlatmıştır. Çünkü âlim olan mürşidlerini çok iyi anlamışlar ve anlatmışlardır. Çok fevkâlede olan bu ümmîleri halkın anlayabileceği seviyede ancak çok anlayışlı olan halifeleri talebeleri anlatmıştır. Evet ümmi idiler ama Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'de ümmi olunca onun bu yolunda olan ümmi şahsiyetlerde çok çok değerli olabiliyorlar. Her iki ilimden de güçlü ise zülcenaheyndir. Fıkıh yönünden fetva verebildiği gibi tasavvuf yönünden de icazet verme gücüne de sahibdirler. Bunlar müstesna şahsiyetlerdir. Mezheb ve meşreb sahibidirler. Mezheb dediğimiz, kendisine bir yol belirlemiş bu yolda yürüdü (zehebe)... Ama ötesi de meşreb... İçtiği manevi şarabtan (şerebe)...

Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan sonra ashab-ı kiramın çokları fetva kısmına girmezlerdi. Seçkin kimselerdi ama fetva verecek durumda değillerdi... Hatta Hz. Aişe (ra); Ebu Hüreyre (ra)'yi çağırırda: “Ya Ebu Hüreyre, sen hadisleri topluyorsun söylüyorsun ama sebeb-i vürûdunu bilmiyorsun.” der. Bir gün “Zinadan meydana gelen çocuk ebeveyninden daha şerlidir” hadisini buyurmuş. Başka bir vakitte de “Zina çocuğu ebeveyninden daha daha da cehennemliktir.” Tekrar yine “Zinâ evladı esasen küfre gider.” bu üç hadisi bize Denizli Karahayt'ta sordular da veled-i zinâ olanın böyle muamele görmesi bana pek uygun gelmedi. Ebeveyni bu çocuğu zinadan meydana getirmiş ama çocuğun dahli (katkısı) yok ki... “Esasen ana-babasının işlediklerinden bu çocuk sorumlu olmaz.” dedim. Allahdan öyle olacak ki İmam-ı Tahavî'nin Müşkileti'l Hadis isimli kitabı tesadüfen yanımıza almışız, açar açmaz bu hadis karşımıza çıkmasın mı? Hz. Aişe (ra): “Ya Ebu Hüreyre bulduğun hadisi alıyorsun ve hemen söylüyorsun amma mâhiyetini öğrenmiyorsun, vakı'anın oluş şeklini ve hadisin buyurulma sebebini bilmiyorsun.” der. Çünkü Hz. Aişe (ra) vakı'ayı biliyordu. Yakınlarında bir komşu vardı, zinadan meydana gelen bir çocuk ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a hiç rahat vermiyordu. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Selem)’da “Bu zinâ çocuğu ebeveyninden şerlidir.” buyuruyor. Sonradan çocuk daha fazla azmış da “Bu zinâ çocuğu ebeveyninden daha cehennemliktir.” Sonra daha daha da beter azınca Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Zinâ evladı esasen küfre gider.” buyuruyor. Bu özel bir haldir. Yoksa her veled-i zinâ böyle olacak değildir. Çünkü ebeveyninden dolayı değilde bizzat kendisinin Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a olan davranışından hallerinden dolayı bu yönden oluyor. Zinadan meydana gelmiş diye değil kendi şahsiyetinin nahoş hallerinden dolayı cezaya müstehak oluyor. Hem sabîlik hem gençlik hem de sonra azdıkça azıyor. Ve bu hadisde bu kişiyle ilgilidir. Aslında bir Yahudinin çocuğudur bu, fırsat buldukça Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a zarar veriyorda “böyle şerlisini görmedim.” buyuruyor. İşte bu Ebu Hüreyre hadisin vürûd sebebi ve muhteviyatını ne gaye ile buyurulduğunu bilmediğinden doğrudan lafzını söylüyorda onun için Hz. Aişe (ra) itiraz ediyor.

 

TARİKAT VE MEZHEP İSİMLERİ

Tabiki sahabe-i kiram içinde Abdullah ibn-i Me'sud (ra), İmam-ı Ali (kv), Ubeyd İkab (ra) Hz. Sıddık (ra), Hz. Ömer (ra) gibi kabadayı ilim sahibleri vardır. Abdullah ibn-i Abbas (ra) tefsir yönünden idi, çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine Kur'an'ın manası yönünden dua etmiştir. O zaman hem şeriat hem de tarikat el birliğiyle yürüyordu. Hepsi ilim sahibi, edeb sahibi, ehl-i zühd kimseler ehl-i tevekkül sahibi idiler.
Tasavvufun aradığı vasıflar hepsinde de mevcûddu. Ashab-ı kiramın (ra) gelişleri böyleydi fıkıh ve tasavvuf ilmi yönünden... Ama bazıları da ala kaderi'l İmkân fazlaca da bir malumatları yoktu ama Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan aldıklarıyla yetinirlerdi. Sahabelerden sonra mezheb sahibleri ortaya çıktı. Sufyan-i Sevrf, Abdullah ibn-i Mübarek, İmam-ı Evzaî, İmam-ı Şabî vs. Fakat sonradan azaldı da bereket versin dördü kaldı. Hatta şimdiki Teymiyeciler Davud-u Zahirîdendir. Zahiri de bir mezheb sahibi idi. Şimdiki Vehhabîlerde Ona dayanıyorlar. Hulasa fıkıh yönünden usûl yönünden mezhebler doğmuş sonunda ise Maturudî ve Eş'arf olarak ikisi kalmıştır. İtikad da mezheb olarak... Muamelâtta dört şahsa hasredilmiş ki, Hanefî, Malikî, Şafî ve Hanbelî diye isimlerinden veya lakablarından mezhebleri isim almıştır. Başka bir şeyde yok. Çünkü onlarda ilim seleften halefe almışlardır. Hatta hakikatin menbağı, halkın hayırlısı Muhammedü'l Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ya ulaşıncaya kadar böyle olmuştur. Mezheb sahihlerinin bunun dışında sünnete sımsıkı sarılmaktan başka bir gayeleri de, davaları da yoktur.

İster fukaha aksamı ister tasavvuf aksamı hepsi de O'nun yolunda yürürlerdi.
Hepside muamelâtı sünnetten almışlardır. Yâni bu dört mezhebin mübarek imamlarının yaptıkları şey: Allahü Zülcelâl'in Kur'an-ı Kerim'ine yapışmak ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın sünneti seniyyesine sarılmaktır. Esasen sahabe ve tabiin dünyayı sevmez, zühd ve kanaat sahibi idiler. Ne zaman ki zaman geçti dünya ve mevki sevgisi arttı o zaman ayrıcalık oldu. Devlette bir yer işgal etmek için veyahutta bir hoca, müftü veya kadı olacak diye bu yönden önem verdiler. Bu hale düşmeyenler ise fıkıh yönünde yürüdüler.

Tasavvuf dediğimiz yönde ise yâni saf tarik ehli; Davudî Taî, Hasan-ı Basrî vb. Abdü'l Kadirî Geylani hazretlerinin yoluna Kadiriyye denildi. Diğerleri de hakeza... Ehl-i tarikat; isimleri ve lakabları bakımından pek çok ve türlü türlü olmakla beraber hepsinin de akideleri tekdir. Ve gayeleri ancak ve ancak El Haliku Celle ve âlâ'nın muhabbetin celbetmek, O'nun hukukunun edası hususunda rızasını tahsil etmek gayeleridir, isim ve lakablarına gelince özellikle kendi zamanında meşhur olan şahsın yoluna takılan bir lakab veya isimdir. Nakşî denmiştir, ismi Muhammed Bahaddindir. Nakşî yolunun gayesi ve bu lakabı alması ondandır. Hz. Nakşi (ks) hazretlerinde sır sahibi olma dirayeti ve gücü vardır. Gel velâkin sırr-ı aziz Hz. Sıddık (ra)'dan sonra silsile yoluyla intikal ederdi. Ancak babadan oğula şeklinde değildi. Hz. Sıddık (ra) evlâdına değilde gitti, Selmani Farisî (ra)'ye verdi. Fakat bunu sanmayın ki kendileri aktarma ediyorlar, öyle değildir. Hz. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine nasıl bir sır verdi ise evlâdını dahi münâsib görmemiştir. Ve ancak Selmanî Farisî (ra) ona liyâkat gösterebilmiştir. Miras değildir. Bu sırra sahib olanın, olacağı yere kadar bir derecesi rütbesi vardır ki o zaman bu sırrın yükünü kaldırabilir. Onun için her ferd bu sırrı kaldıramaz. Sahib de olamaz. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hz. Sıddık (ra), Selmani Farisî (ra) hepsi de seçkindir. Rastgeleye olamaz. Hz. Selmani Farisi (ra) ise bu sırrı Hz. Sıddık (ra)'ın torunu Kasım ibn-i Muhammed ibn-i Ebu Bekiri Sıddıka vermiştir. Hz. Kasım ibn-i Muhammed asrın başında gelip onun üstünde fakih yoktur. Çok muazzam ve müstesna bir şahsiyettir. Hatta Ömer ibn-i Abdü'l Aziz “Halifelik benim değil de Kasım ibn-i Muhammed'in hakkıdır.” demiştir. Gerçi dört halifeden sonra hilafet yoktur, mülûklük vardır.

Hülasa Kasım (ra)'da Cafer-i Sadık (ra)'a aktarmıştır. Cafer-i Sadık (ra) ise sırr-ı azizi bekletmiş sonradan ruhaniyet yoluyla Beyazid-i Bestamî (ks)'ye aktarmış O ise, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Yemenden Üveys el Karanî'nin kokusunu aldığı gibi vefatına yakın “Ben Harkan'dan bir koku alıyorum, o gelir ve benim sırrımın sahibi olur.” der. Zaman geçer Ebu Hasan el Harkanîye: “Sende Beyazid'in vasfettiği vasıfları görüyoruz” derler de: “Biliyorum konuştuk.” der. Ve neticesi Ebu Hasanel Harkanî Beyazid'in türbesine ziyarete giderdi. Hatta bir gün her taraf karla düpe düz kaplı olduğu halde gitmiş de türbe nerede diye düşünürken: Beyazid (ks): “gel, gel buradayım” diyor. Ve sırrı kendisine aktarma yapmıştır. Böyle böyle Abdü'l Hâlık Gücdüvânî hazretleri kendisi sır sahibi ama vefat edeceğinde sırrı verecek bir şahsiyet bulamıyor. Kendisinden sonra gelen Arif Rivgiri, Mahmud Fagnevf, Ali Ramitenf ve Muhammed Baba Simasî ve Emir Külâl geliyor ama sırr-ı aziz sahibi değillerdir. Tarikatta halaka sahihleridir. Fakat sırr-ı aziz sahibi olmak ayrı bir kemâliyet ve şühûd halinde makam-ı ihsan sahibi olmak ayrı bir kemâliyet ve şühûd halinde makam-ı ihsan durumuna âlemü'l akdes'e varan kimseler ki onlar tamamen müstesna şahsiyetlere hastır. Tabiki her letâif 4 bölümdür. Kalb dört bölüm. Kâmil olan kişi bunların hepsinin terakkiyatını düzgünce yürütmesi lâzımdır. Bazıları bu letâiflerin dört bölümünü ikmâl etmeden çeyreklerinde bırakmıştır. Yani her letâif dört çeyrektir. Her çeyreğini tam ikmâl ederse o letâif i kamilen bitirip bir üstüne geçer. Bazen öyle olmuş ki birinden iki çeyrek almış ikisini bırakmış. Birinden üç çeyrek almış bir çeyrek bırakmış. Bir başkasının da dördünü de tamamlamış olabiliyor. Bu hususu ise İmam-ı Rabbani hazretleri anlatabilmiştir. Hakikaten sır sahibi olabilmesi için kalbin dört bölümünü yani anasır-ı erbaa'yı aşacak, ruha geçip onun terakkiyatıda dört bölüm, sonra sır, hafi ve ahfada dörder bölümdürler, öyleya müstesna olacak olan şahsiyet her letâifin terakkiyatım hakkınca yaparak bir üstüne geçince o zaman sır en üst kademe olan makam-ı ihsanda alınmaktadır. Yetişmedi veya yetişemedi ise sırr-ı aziz sahibi değildir. Ama zincirde halaka sahibidir. O gün için efdali, ahseni ne ise sır sahibi şahsın mâhiyetinden birisini Allahü Zülcelâl seçerek sır sahibi kılar. Kendiliklerinden olamazlar. Silsile yani zincir vardır. Hazreti Nakşî Bendî zinciri gibi... İşte bu halde Hz. Gücdüvanî (ks)'den Şah-ı Nakşî Bend (ks) gelinceye kadar sırrı kaldırabilecek bir şahsiyet gelmemiş ve sır, beklemiştir sahibini. Hatta Hz. Nakşî'nin şeyhi Emir Külâl, kendi devrinde hanikasında zikr-i cehri yapmakta idi. Şahı Nakşîbendi ise hafi zikrederdi. Bu yüzden hocası kaç kere onu meclisten çıkarttı ise yine geldi. Denetleme yapıyordu. Nefsini yendi yine geldi. Ve o hale geldi ki Abdu'l Halik Gücdüvanî ile arasında altı kişi var iken sırr-ı azizi re'sen Hz. Nakşî Bend'e atardı. Sırr-ı azizi alınca çok ağır bir yük aldı. Sıkıntıya düşdü. Çatlayacak derecede. Ve neticesi böyle feveran durumunda iken Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) elini kalbinin üzerine koydu ve “ALLAH” deyince Lafza-i Celâl âdeta kalbe nakşoldu. Ve kalbi ALLAH lafzıyla rahatlık buldu. Dolayısıyla NAKŞÎ künyesi böyledir. Esas adı Seyyid Muhammed Bahaddindir.

Hz. Gavsu'l azam Abdulkadıri Geylanî tariki ise kadiriyye diye gelmiştir. Sühreverdi ise Necmeddin Suhreverdî'nin yolu olup Gavsu'l azam devresinde Bağdad'da idiler. Kübrevî, Çeştî, Şazelî ki, Şazel beldesinden ya Magribdendir ve beldesinin adıyla anılmıştır. Seyyid Ahmedî Rufaî yolu Rufaî, Ahmedî Bedevî'nin yolu Ahmedî, İbrahim Dussukî'nin yolu Dussukî, Halvetî, Ulviyye, Mevlevî ve bu gibi... İşte asıllarından sonra yani şubeler (fürû') muhtelif isim ve lakablarla ortaya çıkmıştır. İşte bunlar ve diğerlerinin hepside saadatlardan olup “seleften halefe almışlardır. Hatta Hz. Sıddık (ra)'dan O ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan almıştır” deyinceye kadar. Veya diğer yoldan da “Hz. İmam-ı Ali (kv)'den O da Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan” deyinceye kadar.

Bahsettiğimiz tasavvufî hususlar kitab ve sünnet ile sabittir. Zikretmiş olduğumuz âyetler ve hadisler yeterlidir. Çünkü, ilmü'z zahir olan beden ve cevârihlerine dayalı olmayan bilgileri i'timat edip güvenmezler. Ve ihtimam edip önem vermezler. Yani cevârihi'l beden olan kulak, göz, lisan gibi cevârihe dayalı ve bağlı kalarak hepside bu minval üzere ibâdet, muamelât ve mücâhedat öğrenirler ve tahsil ederler. Ve asla gafletten, şöhretten, riyadan hasedden, gül den (gizli kin ve garez), hikd den (hınç almaktan, öç almaktan), ücûbdan (kendini beğenmişlik), kibirden, enâniyetden (benlik), sû-i zandan (başkaları hakkında kötü düşünme), tülü' emelden (uzun arzulardan), hırsdan, tamahdan, buhldan (cimrilik), fesaddan, dünya makam sevgisinden ve benzeri şeylerden hali (boş) olamaz ilmi zahir sahibi olanlar... Eğer bu zemmedilen (yerilen) ahlâkların sahibi ise ve kendisinde mevcudsa ilmi, kesinlikle kendisinin aleyhinedir. Âyetler ve hadisler bu hususta açık seçik delillerdir.

İlmü'l Batına gelince; onların öğrenip öğrettikleri ve önem verdikleri evveli baştan nefsin terbiyesi ve tezkiyesi, kalbin salahı ve ağyardan temizlenmesi ki, hatta El Vahidü'l Kahharü'l Azizü'l Gaffar (Celle Celaluhu) olan Allahü Zülcelâlden başka mâsivâ kalmayıncaya kadar kalbi temizlemektir. Şu hadis-i şerifte bu hususda bir nass, hüküm içeren delildir:

قال رسول الله صلى الله بعالى عليه و سلم:

ان الله عز وجل لاينظر الى صوركم وامو الكم ولكن ينظر الى قلوبكم واعمالكم

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki; “Allah azze ve celle, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz ve lâkin kalblerinize ve âmellerinize bakar.”

Onun için kalblerini temizleyip pâk hale getirip, mâsivâyı yok edip Haliklarına teslim ederler. Kalblerini tertemiz olarak Allahü Zülcelâl'e teslim ederler. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

ان لله وعاء فى ارضه

“Allahü Zülcelâl'in yeryüzünde kabları vardır.” buyurunca soruyorlar: “Ya Rasulullah yeryüzünde Allahü Zülcelâl'in kabları nedir ve nasıldır?” “Kullarının kalbleri Allah'ın kablarıdır.” buyuruyor. Temiz olmayan kaba bir şey koyunca onu bozar ya... İşte kalblerini her şeyden ter temiz edipte Allahü Zülcelâl'e teslimedince bu kalbe Allahü Zülcelâl istediği gibi tasarruf eder ve o kalbi tecellî envarının ve esrarının makam (merkez) kılar. Rabiatü'l Adeviyye hazretlerinin şu sözleri bu halin delilidir ki:

ولقد جعلتك قى الفؤاد محدثى : وابحت جسمى من ارادجلوسى فاالجسم منى للجليس مؤانس : وجيب قلبى فى الفؤاد دانيس

Kalbi Allahü Zülcelâl'e mubah kıldım, olduğu gibi teslim ettim. Gelibte benimle hasbıhâl edeceklere ise sadece cismimi teslim ettim. Cismimle otururlar, ama kalbim Allahla... Kalbimi sahibine teslim ettim. Artık nasıl ikram ve ihsan edecekse faydalar verecekse onu O bilir. Benimle arkadaşlık edip munisim olanlara işte cismim beraber oturmaları için buyursunlar. Fakat kalbim ise enisi olanın ikram ve ihsanı içinde sevgilisi ile beraber daima... Kalb yönünden enisi Allahü Zülcelâl... Cisim yönünden ise kendisi gibi olanlarla munis olup arkadaşlık eder.

حرام على قلب تعرض للهوى : يكون لغير الخق فيه نسيب

O kalbimi; nefsin hevâ ve hevesine arzetmek, hevâ ve hevesi kalbe yerleştirmek bana haram olsun. Çünkü; kalbinde Hak (Celle Celaluhu)'tan gayrısına bir nâsib bir pay çıkarıyorsa o zaman ALLAH ile beraber olamaz.Ya ALLAH olacak ya da mâsivâ (Allah'dan gayri herşey)... İkisi beraber olamaz ki. İki zıt bir arada içtima' edemez, birlikte olamaz.

 

İLMİ BATIN'IN GAYESİ

İşte İlmi batın sahihlerinin gayeleri; Allah azze ve celle'nin rızasına muvaffak olabilmek için kalbleri tertemiz ve herşeyden bomboş etmektir. Onların önem verdikleri şey ise şudur; nefsin tezkiyesi temizlenmesi ve nefisle cihad etmek. Nefisle cihadın en büyük cihad olduğunu ilmî bir hakikat olarak bilmek. Nefisle cihadın tüm cihadlardan önce kendisine lâzım olduğunu bilmek. Nefsin daima kötülüğü emrettiğini çok iyice anlamak ve anlatmak ihtimam gösterdikleri hususlardır. Zira Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه و سلم: اعدى عدوك نفسك التى بين جنبيك

)رواه البيهقى (

Hadis meali: Düşmanlarınızın düşmanı iki yanınız arasındaki nefsinizdir. Ravisi Beyhakî'dir. Ve nefisle cihad en büyük cihaddır.

حديث آخر: رجعنا من جهاد الاصغر الى جهاد الا كبر قالو يا رسول الله و ما جهاد الا كبر قال جهاد النفسى

Hadis meali: Tebük gazvesinden dönüşlerinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Küçük cihaddan rücû' ettik (döndük) büyük cihadın başına geldik...” “Ya Rasulullah bundan daha büyük cihad nedir?” diye sorduklarında “nefis cihadıdır.” buyuruyor. “Tebük seferinden de büyük” buyuruyor.

Onlar öylesine mücahiddirler ki nefisleriyle cihadı hakkıyla yaparlar ve nefislerini zemmedilen (yerilen) sıfatlardan övülen sıfatlara çıkarırlar. Ve sonunda nefisleri artık kötülüğü emredemez olur. Yâni, nefis daimâ kötü huyları edinir kötülüğü emreder. Kötü şeyleri diler, Meselâ Firavun'a:

فَقَالَ اَنَا رَبُّكُمُ الْاَعْلٰى

(Nâziât/24)

 

NEFİS VE ŞEYTAN

“Ben sizin yüce rabbınızım” dedirten nefistir. Şeytan buna cesaret edemez.

اِنّى اَخَافُ اللّٰهَ رَبَّ الْعَالَمينَ

 (Haşr/16)

 

Çünkü şeytan insana “inkâr et” der. İnsan inkâr edince de: “Ben senden uzağım çünkü ben âlemlerin Rabbi olan ALLAH'tan korkarım” der.

Şeytan Allahü Zülcelâl'in kim olduğunu biliyor tâbi. Ama nefis öyle değildir. Esasen uluhiyyet davasında bulunan nefistir. Şeytan uluhiyyet davasında bulunmaz. O ancak Allah'ın kullarını küfre eletmeye, imansız yapmaya çalışır vs. Fakat “ben ilahım, rabbım” diyemez. Buna nefis cesaret eder. İşte anlattığımız gibi nefs-i emmâreden temizlik yapılınca artık nefis kötülük yapmaktan şer işlemekten âdeta zevk duymaktan vazgeçerde bazı arada sırada nefsini lemmederde (kınarda) “Ey habis nefis yine kötülüğe bakıyorsun” gibi kabahatli bulur. Onu kınar. Her yaptığını kabul etmezde arasıra çeki düzen verir. Sonradan mutmâinne durumuna gelir. Kararlı hale gelip çürük sıfatlarını atmış olur. Bu hale gelince nefis düzelmiş olduğundan melekten nefse ilham gelmeye başlıyor ki bu nefse nefs-i mülhime deniliyor. Kalbimizde iki kapı vardır. Kapının birisinde nefis -şehvet(aşırı isteklerin tümü)- ve şeytan vardır. Öbür kapıda ise ruh, akıl ve melek vardır, işte nefs-i emmâre dediğimiz şer kapısını açık tutuyor da hayır kapısına hiç açıklık vermiyor, öyle olunca kalbi tamamen nefis, şehvet ve şeytan istilâ ediyorlar. Nefs-i levvâmede ise; bir parça zaman zaman hayır kapısınında açılmasına müsâde ediyorda pişmanlık duyuyor. Sonradan biraz daha çeki düzen verirse nefs-i mülhimedir. O zaman şeytana galib geliyorda melekten biraz bir şeyler ilham olarak gelebiliyor. Sonra artık melek, akıl ve ruh tamamen galib gelince nefs-i radiyye oluyor. Ne demek; Allahü Zülcelâl'den gelene tamamen razı olan nefis demektir. Her ne gelirse gelsin razı durumundadır. Hiç itirazı yoktur. Yâni Allahü Zülcelâl'den gelmiştir diye düşünüp inanıyor. Tabi, Allahü Zülcelâl'e karşı cephe mi alacak... İşte kal bu hale gelince yâni, Allahü Zülcelâl'den gelen her bir şeye razı olunca, Allahü Zülcelâl'de o kuldan razı olur. Allahü Zülcelâl'in razı olduğu nefis ise nefs-i merdiyyedir. Allahü Zülcelâl'den gelen ne ise hoş görüyor. Beliyye vs. dahi olsa bile sabrediyor. Bunun üstündeki nefis nefs-i kamiletü'z zekiyye dir. Tertemiz pâk ve hiç bir pürüz kalmıyor. Kalb ise kamalat bulup zikrini hiç bir zaman durdurmuyor.

İşte bundan sonra böyle bir nefis ve kalb sahibi olan, kamilen mürebbiyen bir mürşid olur. Hali ise bekâbillaha vâsilendir. Tevekkülü ise Er Rahman'a dır. Burada şunu zikredelim ki; nefsin terbiyesi ve tezkiyesi hiç de kolay değildir. Mübareklerden Sehlü's Tüsterî hazretleri yedi günde bir defa yemek yerdi. “Ben Allah nezdinde bir hüccetim” diyordu. Bazıları kendisine “Sen kendi kendine ben Allah nezdinde hüccetim falan diye bir şeyler söylüyorsun neyesine isbat ediyorsun?” dediklerinde “10 dirhem yağ 1 dirhem şekerden fındık büyüklüğünde yiyecekler yaparım da iftarımı bununla açarım, ben nefsimi dinleyerek eğer dayanma gücüm varsa yemem, ne zaman ki gücümün 7/10 sini aşarsa o zaman yerim” diyor ki, o zamanda haram dahi olsa yenir.

Mübarek Nakşibendî (ks) ise bazen mutfağa kendisi girerek semiz olan tavukları falan pişirirdi de yer içerdi. Kimisi nefsini riyazetle terbiye ediyor. Kimisi de normal hayatını sürdürüyor ve kalbi kemâlatla elde ediyor. Hakikaten sabırdan çok şükür taraftarı olmak daha iyidir. Zira Sırrı Sakatî, Marufu Kerhî, Cüneyd Bağdadî ve benzeri zatlar sabır ehlidirler ve riyazeti tercih etmişlerdir. Açlık ve yoksulluğa sabrettiler. Ebu Hasani'l Şâzelî ise şükrü tercih ediyor. “İsraf etmeden yiyiniz içiniz, hatta bir eve giderseniz hiç edemezseniz bir su içiniz” diyor. İbrahimi Metlubî kazanlarla yemekler pişirirdi. Ni'metlere karşı şükür ettiğinde imanın yarısını sağlardı. Ama, sabrettiğinde ise sabırda imanın yarısını sağlar. Ama, diyeceksiniz ki “Şükür mü efdâl, sabır mı efdâl?” Şükür efdaldir. Çünkü, öldükten sonra sabra hiç ihtiyaç kalmıyor. Cennete girdiğimizde sabra ihtiyaç yoktur. Ancak şükür nimetlerle beraber cennette de devam edecektir ve şükür gerekecektir. Burada bir nebzecikte olsa mübarek şeyhim Mevlânâ Alaaddin hazretlerinin yemek ve ikramından bahsedeyim. Kendisi bizzat ilgilenir, mutfağa giderek ne hazırlandığını kontrol ederdi. Hiç esirgemezdi. Yemekte elleriyle etleri diderdi ve misafirlerine ikram ederdi. Hülâsa şükür de sabır da her ikisi de lâzımdır. Allahü Zülcelâl verdi ise nimetlerine şükür gerekir. Beliyye vs. gelirse de sabır gerekir...

İşte Allahü Zülcelâl'in veli kulları bu nefis kademelerinden geçerek mürşid oluyorlar. Bu hususdaki âyet-i celilede:

أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ ﴿٦٢﴾ الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ ﴿٦٣﴾ لَهُمُ الْبُشْرَىٰ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ  لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللَّهِ  ذَٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ ﴿٦٤﴾
 (Yûnus/62-63-64)

 

“Haberiniz olsun ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzunda olacak değillerdir. Onlar iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahiret hayatında da onlar için müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. Bu en büyük saadetin ta kendisidir.”

Bu saadatlar ki çeşitli yollardan ilimle akaid, füru', usûl vb. Muamelat aksamından diğerleri de tasavvuf yönünden yani Halîk teâlâya karşı edeblerini bilerek yürümüşlerdir. En mühim edeb kul ile Allahü Zülcelâl arasındaki edebdir. Edebini bilmek ve dava sahibi olmamaktır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in buyurduğu gibi: “Benim edebimi Rabbım verdi de en güzel edeble edeblendirdi.” buyurmuştur. O sebeble öyle edeb sahibleridirlerki Allahü Zülcelâl'e Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a ve hatta diğer halka karşı edeb sahibidirler. Çünkü edeb her şeyden önce gelir. Bu sıfatlar Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın asli sıfatlarıdır, işte bu sıfatlar ki, onlar ulema-yı Rabbaniyyun, etibbâ-i Ruhaniyyun, ehl-i sıdkü ve'l vefâ, ehl-i hilmü's sefâ, insanlara karşı ruhâmâî (çok merhametli), müminlere karşı ruefâi (çok refetli) dirler. Kim ki bu sıfatlara haiz olursa ekmeldir. Tam kamildir. Çünkü bu sıfatlar Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sıfatlarına evfâk (en uygun) ve ekrâb (en yakın) olan sıfatlardır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) müminlere karşı rauf ve rahim iken kafirlere karşı da buğuzkâr ve gılzatlı (sert ve kaba) ve gazabkâr değildir. Alemlere rahmet olarak gelmiştir. Yıkıcı değildir. Onlara da rahmettir. Müminlere rafetli ve üzerlerine titrer ki ana şefkatinden de çok...

Biz imkânlarımızın elverdiği kadarıyla âlimlerin hallerinden ve sıfatlarından zikrettik ki övülen ya da yerilen kınanan sıfat sahibi olmalarına göre ûlviyyin (çok değerli) ya da sufliyyin (çok değersiz) olabilmekte olduklarını göstermek için...

 

ZAHİRİ VE BATINİ ALİMLER

Zahiri âlimler ibadat ve muamelat hususunda zahiri emrazlara tabibdirler. Zahiri emrazlar (hastalıkları) gidermeğe uğraşırlar. Dünya ile ilgili hususlardır bunlar. Ve dünyada kalırlar. Ahirette ise ibadet ve muamelat yokki... Mükafatları ise ihlasları durumuna göredir. İlimleri ise; dünyaları son bulunca ilimleri de son bulur.

Batınî âlimlere gelince; onlar ahval (haller) ve esrara tabî' olurlar. Mukaşefeleri ve ferasetleri kadarınca fayda temin ederler. Manevi ulemâ olunca ahval ve esrar, mükaşefe, feraset ve çok şeyler vardır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: اتقوفراسة المؤمن فانه ينظر بنورالله عز و جل

Hadis Meali: “Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o, Allah (Azze ve cellenin) nuruyla bakar.” Öyleki Allahü Zülcelâl müminin kalbine bir nur vermiştir. O nur sayesinde feraset ve keşfiyat ile ihlasdan da daha ötesi halas durumuna gelmiştir. İlmü'l batın böyledir. Ledunnî bir ilimdir. Tezleri budur. Bunlar ümmet-i Muhammed'in saadatları (efendileri) kısmından sayılırlar. Zahiri alimler gibi değillerdir. Kalbleri masivâdan hâli olmuştur.
Allah'dan gayrisini kalblerine iletmezler. Bir defa kalbleri böylesine çöplük gibi değilde Allahü Zülcelâl'e tahsis edilmiştir. Evet görünüşte çalışıyor, iş yapıyor vs. görünseler de kalbleri mâsivâya kapalıdır. Allahü Zülcelâl'den gayrisine kapalıdır. Nefisleri enâniyetten kesinlikle paktır ve temizdir. Ruhları ise sâf ve çok güzeldir. Sırları ise hem nezihtir hem de nurânidir.

İşte bu gibi ariflerin ilimleri cennete varıncaya kadar bakîdir. İlim varlıkları kendilerinde mâkîdir. Hâl sahihleridirler. Zaten herkes bulunduğu hâl üzre haşredilirler. Ancak burada işlemiş olduğu hâl ne ise orada da o hâl beraberindedir. Onlar bu ilmi ölü kimselerden almadılar, kalbi hayat bulmuş gerçek diri kişilerden aldılar. Allahü Zülcelâl'e bağlı olan ve envar-ı ilâhi dolan kalb ölür mü? Onun için böyle kimselerin kalbleri haydir. Aldıkları ve verdikleri ilimlerde haydir ve ölmezler. Bu ilimle alakalı ayet-i celilede;

 وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا

(Kehf/65)

“Kendisine nezdinizde has bir ilim öğretmişdik” buyurulmuştur. İşte kalb sahihleri böyledir. Sır sahibi olabilmek sırları keşfedebilmek... Esasen sırla beraber fütuhat başlar ki ikisi beraber... Sırla fütuhat beraber olursa düzgün gider. Sır gelmeden fütuhat gelirse tehlikeye düşer. İkisi berâberse fevkalâde şahıslar olurlar.

من احلص الله اربعين يوماً ظهرة ينابيع الحكمة من قلبه على لسانه

)عن ابى ايوب الانصارى(

Hadis meali:

Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kim ki 40 gün ihlas ile kalkarsa kimseye karşı hased fesad kin vs. olmaksızın saf olarak Rabbısıyla başbaşa, halk ile değilde Hâlıkıyla başbaşa olarak 40 gün böyle kalkar ise...” Yine Enes ibn-i Mâlik ve bazı sahabeden: “40 gün sabah akşam kimseye benzetmeden hased fesad etmeden bir sünnetimi ihya ederse kıyamet günü benimle beraber olur şefaatımdan vâcib olur.” buyurmuştur.

Gerçi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da âlemlere rahmet olan bir beşerdir. Beşerdir ama en nezihidir. Taş diyoruz da; yakut taşı da taştır, mermer taşı da taştır, ikisi bir midir, eşit midir, ikisine de taş denildi diye?., İsimleri taş oldu diye?.. İşte kâmil feraset budur. Feraset erbabı olanlar anlar... Alaaddin-i Âttar (ks): “Herhangi bir ehl-i sıdk olan işte bu misillü kimselerin yanlarına giderseniz feraset sahibi ise sakının ki niyetiniz halisane olsun. Zira böylesi feraset sahibi kimseler kalblere girerlerde teftiş ederler ve hiç kandırılamazlar. Onlar kalblerin casuslarıdır. Onlar için kapalı yoktur. Feraset ehli bunlardır. Yanlışlığı hiç olmayan ve yanlışı anında bulanlardır. Onun içindir ki Eba Eyyubü'l Ensari (ra)'dan gelen hadis-i şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kim ki Allahü Zülcelâl'e ihlasla bağlanarak (mâsivâsız, hasedsiz, fesadsız, kinsiz vs.) saf olarak 40 sabah böyle kalkarsa hikmetler kalbinden kaynarda lisânına gelir.” buyuruyor.

Ebu Bekiri Şibli diyor ki:

من ركن الى الدنيا صاررماداً تذروه الرياح ومن ركن الى الاخرة احرقته بنورها فصارذهبا احمر ينتفوا به ومن ركن الى الله احرقه بنور التوحيد فصار جوهر لايقدر قيمته فصار عزيز على الله

Kim ki; dünyaya meyleder bağlanırsa o zaman dünyanın ateşiyle yanarda ramad haline gelir kül olur. Kül ise bir rüzgâr esti mi zerreler halinde savrulur ve eseri dahi kalmaz.

Kim ki; ahirete meylederse ahiretle ilgili hususlara meselelere aşkla şevkle yönelirse o zamanda ahiret nuru onu yakar da halis bir altın olur. Ve kendisine menfaat veren kırmızı altın getirir bu yönelişi... Altın haline getiren ateş değilde nurdur.

Ve kim ki; hele bilhassa ne dünyaya ne de ahirete ikisindende boşalmış sadece ve sadece Allahü Zülcelâl'e yönelirse bu seçeneği yaparsa o kimseyi tevhid nuruyla yakar ve öyle olunca da kıymeti bahası biçilmez bir cevher olur.

İmam-ı Nevevî'nin buyurduğu; “Onlar dünyayı 3 talakla öyle boşadılar ki, avdeti artık hiç mümkün olmamıştır.” Hele bilhassa aşık oldukları gayeleri Allahü Zülcelâl'in muhabbetini celbetmek olunca ve bunda da muvaffak olunca tevhid nuruyla yanarlar. Muhabbetullah aşkıyla yanınca o zaman kıymeti takdir edilmez bir cevher olur. Allah nezdinde aziz ve muazziz olurlar... Bu ise büyük bir şereftir. Allahü Zülcelâl âyet-i celilesinde:

وَالَّذينَ جَاهَدُوا فينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنينَ

(Ankebût/69)

“Bizim uğrumuzda mücahade edenlere gelince biz onlara elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah herhalde ihsan erbabıyla beraberdir.” Yâni bizim yolumuz cehd-ü-cühûd edenle, Allahü Zülcelâl yolunda cehd-ü-cühûd edenlere ciddiyetle yolumuza baş vuranlara yolumuzu çok teshilatlı gösteririz. Bu şekilde devam ederse bilsin ki Allahü Zülcelâl ihsan ehlini sever. Çünkü bunlar ihsan ehlidirler. Bu ise büyük şereftir.

يَا اَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا اسْتَعينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرينَ

(Bakara/153)

“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'dan yardım dileyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.” Yani, ey iman ehli olanlar evveli başta sabır sahibi olun. Namazı da çok güzel bir şekilde kılın, acelecilik yapmayın, sabırlı olun. Allahü Zülcelâl sabredenlerin yanındadır. Çünkü sabır imanın yarısıdır. Diğer yarısı da şükürdür, insan beşerdir başına hastalık gelir, yoksulluk gelir, mâlen bedenen böyle bir beliyye bir musibet gelirse mutlaka sabretmesini bilmelidir. Kim tarafından gelmiştir? Allahü Zülcelâl'den!.. Allahü Zülcelâl'e i'tiraz mı edeceksin?.. Değilmi ki O'ndan gelmiştir feveran etmeyip sabretmek lâzımdır. Hazreti Ömer (ra)'in bir hadisi vardır. Bir kimsenin başına bir hal gelse, kendisini misâl vererek söylüyor ki: “Ben, hemen düşünüyorum ki, kimden gelmiş bu? Allah'dan gelmiş... O zaman karşısında mı duracaksın? Hayır... Birde düşünürüm ki bu dünyamamı yararlıdır ahiretime mi? Ahiretime. Ooh ne kadar iyidir. Değil mi ki ahiretime yararlı... Birde düşünürüm ki, benim tahammül edebileceğim durumda mı aşırı mı? Yok be tahammül edilebilecek durumda... Haa öyle ise olsun varsın!..” İşte Hz. Ömer (ra)'in tezi bu üç halde idi. “Allah'dan gelmiş, tahammül ve sabrı mümkün ve ahiretine yararlı ise mesele yok...” derdi. İşte sabır budur!.. Beliyyeye sabır budur. Tabiki bir ni'mete de şükür gerekir. Allahü Zülcelâl verdiyse istif etmek gılzatlı olmak değilde fakir fukarayı gözeterek şükür etmek... Allahü Zülcelâl bir denetleme yapmaktadır. Zenginde olacak fakirde olacak, ikisi de lâzımdır. Yoksa zekâtı kime vereceksin. Bu bir imtihan devresidir. Yoksa Allahü Zülcelâl'in bütçesi mi yetmiyor hepisini de Karun gibi zengin edebilirdi... Ama iş, bu dünya imtihan devresidir. Mâlı, bedeni ve hali bir imtihan sansürü vardır ve el'an içindeyiz...

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

 (Âli İmrân/159)

“...Şüphesiz ki Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.”

Allahü Zülcelâl tevekkül edenleri sever. Çünkü tevekkül kimedir? Allahü Zülcelâl'e... Allahü Zülcelâl her şeye kadirdir. Kudreti mutlaktır. Bir şey gelecekse, olacaksa O'ndan gelir, inancı tam olursa... Ben, her zaman bir milâs veriyorum. Nedenki me'mur kısmı; “Acaba maaşımı verirler mi?” demiyor. Aybaşını getirsin de o zaman haklamış, kabul ediyor. Tereddüd etmiyor, unuturlar mı demiyor. Mübarek Şeyhimiz: “Memur kısmı tevekkülünde zayıftır” buyururdu. Yani tedirgin değildir. Böyle iken neden kâinatın Halık-ı Rezzakı olan Allahü Zülcelâl'e karşı tevekkül ehli değiliz. Bir zaman bir derviş tenha bir hücrede oturmuş da duruyor, imam onu hep böyle oturmuş gördüğünden: “Ne yapıyorsun burada habire oturuyorsun?” diyen imama: “Oturdum zikrediyorum” deyince “Peki senin rızkını kim temin ediyor gitte çalış” diyor. Bu hep böyle sürünce bir keresinde derviş: “Şu komşu yahudi var ya bana yevmiye bir ekmek vermeyi tekeffül etti” deyince imam: “Öyleyse otur otur zikret.” der. O zaman ise derviş: “Artık böylesi imamın arkasında namaz olmaz. Yahudinin tekeffülüne değer verdi de Allahü Zülcelâl'in tekeffülünü görmedi...” der.

وَاللّٰهُ وَلِىُّ الْمُتَّقينَ

(Câsiye/19)

“Allah ise takva sahiplerinin dostudur.” Allahü Zülcelâl Muttakileri sever. Onlar haramı bırak şüphelilerden bile korunurlar.

وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحينَ

(A’raf/196)

“O bütün salihlere de velilik ediyor.” Salihin olanların velayetlerini üstüne alıyor Allahü Zülcelâl.

إِنَّ رَحْمَتَ اللَّهِ قَرِيبٌ مِّنَ الْمُحْسِنِينَ

(A’raf/56)

“Muhakkakki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır.” Allahü Zülcelâl'in ihsan ehline karşı rahmeti çok yakındır. Çünkü kendisi ihsan ehlidir. Vericidir ve hoştur. Muhsin budur.
وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّقينَ

(Tevbe/36)

“Bilin ki Allah (kötülükten) sakınanlarla beraberdir.” Müttakilerle beraberdir.

وَاَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُؤْمِنينَ

(Enfâl/19)

“Şüphesiz ki Allah müminlerle beraberdir.”

اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ التَّوَّابينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرينَ

(Bakara/222)

“Şunu bilinki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.” Hata ve pürüzlerden temizlenenleri ve tevbe edenleri sever.

إِنَّ اللَّهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ آمَنُوا

(Hac/38)

“Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.” Müşriklerin ezasını iman edenlerden def eder de onları nahoş hallere düşürmez.

İşte bu âyet-i celileler; âlimlerin halleri (ahvali) hususunda açık seçik naslar ve natıkalardır. Ki onların halleri ve sıfatları ilmiyle, amilin, salihin, halisin, muhlisin, müminin, mütevekkilin, muttakin, muhsinin, acizin, sabirin, hamidin, şakirin, mütefekkirin, zakirin, müstekimin'e ale'l-hak'tır (istikameti Hak'ka olandır).

رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ

(Nûr/37)

“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymadığı insanlardır. Onlar, kalblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” Öylesine kimseler vardır ki onları ne bir ticaret ne bir alışveriş Allah'ı zikretmekten alıkoyamaz. Ve meşgul edemez. O kimselerin görüntüsüne bakılırsa halk arasında çalışıyor, iş yapıyor ve bir şeylerle meşgul görünürler. Fakat kalbleri asla kafan hedeflerinden sapmıyor ve Allah'ı zikrediyor. Kalbinden Allahü Zülcelâl'i zikrediyor ve kalbinde Allahü Zülcelâl'in zikri asla sükût etmez. Durgunluk olmaz. Ne kadar alışveriş yapsa da halk arasında olsa da kalbini Rabbısına teslim etmiş kalıbı halk arasında çalışıyor. Kalbi hakla…

… إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(Ahkaf/13)

“Rabbımız Allahtır deyipte sonra (bütün hareketlerinde) doğruluğu iltizam edenlere (evet) onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzunda olmayacaklardır.”

Ancak, sözlerine muhalif amel işleyen veya amelleri hallerine muhalif ve tersine olan âlimlere gelince Allahü Azze ve Celle:

اَتَاْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ اَنْفُسَكُمْ وَاَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ اَفَلَا تَعْقِلُونَ

(Bakara/44)

“(Ey Yahudi Bilginleri!) Siz insanlara iyiliği (gerçeği ve peygambere iman etmeyi) emredersiniz de kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitabı (Tevratı) da okursunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ ﴿٢﴾

 كَبُرَ مَقْتًا عِندَ اللَّهِ أَن تَقُولُوا مَا لَا تَفْعَلُونَ ﴿٣﴾

(Saff/2-3)

“Ey iman edenler yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz. Yapmayacağınızı söylemeniz en şiddetli bir bugz(u davet etmiş olmak) bakımından Allah indinde büyüktür.”

لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا أَتَوا وَّيُحِبُّونَ أَن يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلَا تَحْسَبَنَّهُم بِمَفَازَةٍ مِّنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ ﴿١٨٨﴾

(Âli İmrân/188)

“Getirdikleriyle (ettikleri kötülüklerle) kıvananlar (ferah duyanlar) yapmadıklarıyla da öğülmelerini arzu eden o kimseler (yok mu?) Onların azabdan kurtulacak (selâmet) bir yerde bulacaklarını zinhar sanma. Zinhar sanma, ki onlara pek acıklı bir azab vardır.”

İşte bu âyetler dahi böyle âlimlerin halleri hakkında açık sarih bir natıkadır. Böyle olan âlimler sanki seha, vefa, zühd, kanaat vs. ehli imiş gibi hayratı (hayırları) emrederler. Ve mâsiyetten, zillattan, hasedden, öç ve hınç almaktan, gıll-ü-gıştan, emânete hıyanetten, cimrilikten, hırstan, tama'dan vs. menhiyattan (yasaklardan) nehyederler (yasaklarlar) menederler. Oysa kendileri dünya sevgisi ve mevkii edinme sevgisi ile şehvet ve haram içinde tamamen mahlûkata yönelmiş ve yapışmış olarak yaşarlar. Allahü Zülcelâl'e karşı şek ve şüphe içindedirler. Ama, Allah'dan gayrısından gelecek olanlara itimad ederler. Allahü Zülcelâi ise âyet-i celilede:

قُلْ بِفَضْلِ اللّٰهِ وَبِرَحْمَتِه فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ

(Yûnus/58)

“De ki: Ancak Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.”

Habibine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: (De ki) Allahın fazl-ü-keremi halktan cem ettiklerinden daha hayırlıdır.

Allahü Zülcelâi ulemâyı bazı âyet-i celilelerinde vasıflandırmış ve aralarındaki farkları sarih ve vazıh bir şekilde ayırmış ve belirtmiştir. Biz ise bunlardan çok az bir kısmını zikredeceğiz;

هَلْ يَسْتَوِى الَّذينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذينَ لَا يَعْلَمُونَ اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُولُوا الْاَلْبَابِ

(Zümer/9)

“...De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”

Allahü Zülcelâi; hiç bilenlerle bilmeyen bir olur mu? Ancak ulu'l-elbab (öz ehli) bunları fehmedebilir.

 

ALLAH HİKMETİ DİLEDİĞİNE VERİR

يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاءُ وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا

وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ ﴿٢٦٩﴾

(Bakara/269)

“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Salim akıl sahihlerinden başkası iyi düşünemez.”

اَفَمَنْ يَعْلَمُ اَنَّمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ كَمَنْ هُوَ اَعْمٰى اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُولُوا الْاَلْبَابِ

(Ra’d/19)

“Öyle ya, Rabbinden sana indirilenin ancak hak (ve gerçek) olduğunu bilir kimse o âmâ (kör) olan kişi gibi midir? Ancak selim akılların sahihleridir ki iyice düşünür (idrak eder).”

وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّا اُولُوا الْاَلْبَابِ

(Âli İmrân/7)

“İlimde yüksek payeye erenler ise: Biz ona inandık hepsi Rabbımız katındandır, derler. (Bunları) salim akıllardan başkası iyice düşünemez:”

اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُ

(Fatır/28)

“Kulları içinden ancak alimler Allah'tan (gereğince) korkar, şüphesiz ki Allah daima üstündür, çok bağışlayıcıdır.”

Yukarıdaki beş ayette geçen ulu'l-elbab, lûb ehli, öz ehli, kalb ehlidir. Hikmette ulu'l-elbab... Kur'an-ı Kerim'in müteşabih ayetlerinde yine ulu'l-elbab... Yoksa bu müteşabihatta çok kimseler yoldan çıkarlar. Tefekkür yönünden yine kalb ehli... İlim yönünden de yine kalb ehli... İşte bu ayetlerde açıkça bildiriliyor ve ilim, hikmet ve basireti kalb ehline atfediyor... Yani batını ulemaya atfediyor. Ancak Allahü Zülcelâl'den haşyet duymak şartıyla... Çünkü eğer ilim ile birlikte haşyet varsa senin lehinedir, yararınadır. Yoksa aleyhine ve zararınadır. İlim olduğu zaman havfullah da olması lazım. Çünkü artık bilmiyor değil... İnceliğini biliyor... Gelecekteki hal durumunu ilmiyle çok güzelce biliyor ve anlıyor. Buna rağmen perdeliyor da kendisini gaflete gömüyor. Ne duyar ne de fehmeder. Halbuysa ilim bunlara daha fazla malumat veriyor. Bilmeyenlerin bu kadar malumatı yoktur. Gelecekte kıyametin halini vs... Onun için ilim geleceğini etkiliyor ise lehine değil ise aleyhinedir. Onun içindir ki, ulu'l-elbab müstesna şahsiyetlerdir.

الهم وفقنا لما فيه الخير والرضاء

“Allah'ım... Bu ayetlerdeki hayratlara ve rızana bizi uygun kıl...” Âmin...

Tekrar asıl mevzuumuza dönelim. Allahü Zülcelâlin izni ve inayeti ile...

 

TARİKATA İNTİSAB ETMEK GEREKLİ MİDİR?

 

Sual: Her bir mümin üzerine bir tarikata intisab etmek vacib midir? Gerekli midir?

El-cevab: Evet. Nasıl ki bütün müminler dininde ve dünyasında faydalanmak için ibadat ve muamelat ilimlerini öğrenmeleri gereklidir. Yani, nasıl ki diğer zahiri âlimlere ihtiyaç duyuluyorsa dinin hüküm, emir ve nehiyleri vb. için zahiri âlimlere başvurulması zaruridir. Neden? Çünkü, zahiri ilimde böyle olduğu gibi hal ilminde yani tasavvuf ilminde, edebi de, esrarı da öğrenebilmesi için bir tarikata intisab etmesi üzerine zaruridir.

 

ASHAB DÖNEMİNDE TARİKAT VAR MIYDI?

 

Zira ashab-ı kiram devresinde her iki ilme de sahib idiler. Yani hem ibadatı, muamelatı öğrendikleri gibi tasavvuf yönünden de ahvali ve edebiyatı da öğrenirlerdi. Allahü Zülcelâl'e ve Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'a karşı ve halk arasındaki edebiyatı da öğrenirlerdi. Allahü Zülcelâl'e karşı edebi iyi olursa ona ne denebilir? Allahü Zülcelâl'e karşı edebsiz olur, O’nu saymazsa görüyorsunuz türlü türlü hallere düşerler. Hâlbuki Rabbısına karşı adabı olsaydı O'ndan sakınır, çekinir, utanır ve böyle yollarda yürümez ve böyle hallere girmezlerdi. Yine insanda Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'a karşı da adabı olmazsa ha haşarat ha da o kimse ne farkı var ki?... Öylesi insanın yaptığını haşaratta yapmaz. O sebeple eğer edeb olmazsa insanoğlu insanlıktan çıkıyor. İlmü'l-edeb şarttır şart!.. Bu ise ancak gerçek tarikatla mümkündür. Gerçi şu anda tarikatlar yoldan çıkmış ise hata bu hale getiren şuursuzlarındır. Tarikat ne yapsın? Hâlbuki tarikat Hazreti Sıddık (ra)'a verilen bir sır ki Sıddık (ra), eşrefül evliyadır. Onun yoluyla gelen bir sır bir yol iken insanlar şimdilik bir takım dalavereler, fırıldaklar çeviriyorlarsa tarikatın hatası nedir ki? İlmi de bu hale getiriyorlar. İlmin hatası nedir? Kur'an'ın hatası nedir hâşâ? Ancak edebin dışına çıktıktan sonra ücûb, kibir vs. şeylerle Allahü Zülcelâl'in kelâmına karşı tenzih gerekirken bir mülevvesat (pislik) haline getiriyorlar. Tarikatta da böyle, ilimde de böyle, Kur'an'da da böyle! Onun için hatanın büyüğü edebsiz oluşlarıdır.

 

EDEB İLMİ

Abdullah ibn-i Mübarek buyuruyor ki: “Az bile olsa edeb öğrenmek üzerimize vacibdir. Çünkü az da olsa edebli ilim, edebsiz olan çok ilimden hayırlıdır.” Boşuna buyurmuyor Mübarek; “İlla edeb!” diye “Mutlaka ve mutlaka ilimden önce edeb!” diye... Her ilimden önce edeb öğrenmek lâzımdır. Çünkü insanın Rabbısına, Rasülüne, insanlara ve kardeşlerine karşı edebi bilmesi de lâzımdır. Oysa bazı âlimler var ki yırtıcı gibi. Bunlar neye yararki!.. Adabdan yoksun vahşi gibi... Onun için Abdullah İbn-i Mübarek; İlimden önce az da olsa adabı esas alıyor. Çünkü adabı olursa ilminin değerini ve kıymetini bilebilir ve ilminin gereğini yerine getirir.

Tahkik ehli buyurmuştur ki: Kim ki, esbaba (sebeblere) ve harakata ta'n (ayıplama) ve itiraz ederse, Sünnete tan ve itiraz etmiş olur. Yani esbab mucibelerine başvurmadan “sebebde ne imiş” derse o zaman sünnete tan etmiş ve karşı gelmiş olur. Çünkü esbab sünnete uygundur. Esbab mucibeleri (sebeblerin icab etmesi) sünnettir.

Kim ki, tefvizü'l umura, tevekküle ve sebeblerin müsebbebi (sebebleri ortaya çıkarana) olan Halikına tan ve itiraz ederse Allahü Teâlâ bizi korusun, imana tan ve itiraz etmiş olur. Allahü Zülcelâl'in sebeblerin müsebbebi olduğunu bilmek lâzımdır. Azamet ve kudretini bilmek şarttır. Hareket ettirdiyse kim durdurabilir. Durdurduysa kim hareket ettirebilir. Kim hareket etmesine sebeb olabilir. Esbab harekete bağlıdır. Zahirîdir. Tevekkül ise haldir ve batınîdir. Hal sahibi olan edeb sahibi olan Rabbü'l Erbab (celle celalühü) karşısında itirazı olamaz. Zahirî ve batinî olsun, ilmü'l muamelat olsun, ilmü'l ahval olsun her ikisi de kitap ve sünnetle sabit olup gerekli bilgileri ve malumatları vardır...

Mürid olsun, talebe olsun her ikisinin de üzerinde lâzım olan, kendisine gereken ibadat ve muamelat ilminde âlim olan birini, edeb ve hal ilminde ise arif olan bir üstad seçmesidir. Her iki vasfada birlikte sahib olan birisi olur ise bu daha da fevkalâdedir. Çünkü, fıkhı bilir de tasavvufu bilmezse sert olur, başlar şuna buna... Kendine mağrurdur, ücûbu vardır, kibri vardır. Arbedecidir. Sert konuşur, tekebbür sahibidir ve nefret ettiricidir. Sevdirici değildir böylesi kimseden ise bir fayda gelmez. Yok eğer tasavvufu var da fıkhı olmazsa o zaman da cahil sûfî olur ki zındıklığa girer. Bilemez ki neresinde yarar neresinde zarardır. İmanı bilmez küfrü bilmez! Bundan dolayı iki ilim de birlikte olursa fakıh ve edeb sahibi sûfî olursa ilmü'l şeriat ile ilmü'l hâl birleşirse bu kimse tahkik ehlidir. Böylesi zât bulunursa mutlaka tercih edilir.

 

İHLAS SIRRI

Hikem sahibinin buyurduğu: İşlenen âmeller heykel gibi dururlar ve bunları hareket ettirecek olan nedir acaba? Bu heykel sırru'l ihlâsdır. İhlas dediğimiz zaman Cenab-ı Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'a soruyorlar: “İhlas nedir, Ya Rasulullah?” Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Selem)’da cevaben: “Ben ihlası Cebrail'e sordum o da Mikail'e o da İsrafil'e o da Ruhu'l Akdes'e o da Allahü Zülcelâl'e sormuş. Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

الا خلاصى سر من اسرارى اقذفه فى قلوب من يشاء

“İhlas Benim sırlarımdan bir sırdır ki, onu dilediğim kimselerin kalbine veririm.” buyuruyor. Bundan dolayı ihlas dediğinde; eğer, Allahü Zülcelâl kalbine ihlası verdi ise o zaman bu kimse bir şeyler yaparken “aman kimse görmesin, Allah için olsun, gösteriş olmasın” diyor. Fakat tabiki tahkik ehli ihlasında ötesinde halasa dönmüştür. Kalbinde verilen ihlas, halasa dönerek sumâyı, riyayı, gösterişi bilmezler ki, yapsınlar! Umumiyetle ne yaparsa yapsınlar halen, amelen yaptıklarında Allahü Zülcelâl'den gayrisini görmezler. Çünkü kalbine ihlas nuru girmiş ve o, artık halastır. Başkasına masivaya değer vermek gibi şeyler üzerlerinden tamamen kalkmış ve yok olmuştur esasen...

Onun için Hikem sahibi: “Ameller bir heykel gibidir ki ne işlersen işle böyledir. Ve onu harekete geçiren ruhuna verilen ihlas sırrıdır.” buyuruyor.

Sual: Allahü Zülcelâl'in mümin kullarına Allah yolundaki meşayihlere tâbi' olmak ve yaklaşmak hususunda bir emri var mıdır?

Cevab: Evet... Allahü Zülcelâl: Ey iman eden kimseler evvela ittakullah (Allah Korkusu) yanınızda bulunsun ki o sizi yaramaz şeylere karşı kalkan gibi korusun. Havfullah (Allah korkusu) ile olan kimse, kimseden çekinmez ve bir şey de istemez. Nahoş şeyler ile arasına Allah korkusu hicab (perde) olur ve Onu Ondan korur. Böyle olun bir de Sadıkin olanlarla beraber olup mahiyetine girin buyurmaktadır.

يا ايهاالذين آمنو ا اتقو االله و كو نو امع الصادقين

İşte bu sarih nasda da görüldüğü üzere Allahü Zülcelâl mümin kullarına takvayı, sıdk ehlini iltizam etmelerini, mahiyetleri ve tasarrufları altında olmaları ve onları imkânları kadar âmelleriyle ve halleriyle onları taklid etmelerini emretmektedir. Bu Allahü Zülcelâl'in bize vasiyeti tavsiyesi yani emridir.

واتبع سبيل من اناب

Allahü Zülcelâl Onlarla olan, onları seven, onların dostu ve yardımcısı olan, onları muhafaza edenleri bu ve emsali sıfatlarla vasıflandırmıştır. Aklı selim kimseler için bazı ayetlerde beyan edilen bu hususlar aleni ve açıkçadır. İrşada yeterlidir. Basiret ehli için kifayet eder. Hani ne derler: “İnanana sivri sinek saz, inanmayana davul zurna az...”

Allahü Zülcelâl Kur'an-ı Kerim'in nassı olan şu ayet-i kerimenin de onlara sorun diye emrediyor. Bilmediğinizi zikir ehlinden sorunuz buyuruyor.

فاسئلو اهل الذكر ان كنتم لاتعلمون

Hadis-i şerifte ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم:  سلوا اهل الشرف عن العلم فان كان عندهم علم فاكتبوه فانهم لا يكذبون

Hadis Meali: Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Şeref sahibi, ilim sahibi olanlara ilim yönünden sorun, eğer kendilerinde varsa esirgemezler. Sorunca da yazınız çünkü onlar şeref sahibidirler, yalan söylemezler.” Yani Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Hadis vs. yazmak istediğinizde şerefli kimselere sorun ve cevabını da yazın onlarda yalan olmaz. Şereflerini koruma meziyetleri vardır. Hem esirgemez, hem cömert hem de şereflidirler ve yalan onlara yakışmaz buyuruyor.

 

سلوا الصالحين

)رواه امام احمد وابو نعيم (

Hadis Meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Sulehalardan sorun.” Ravisi İmam-ı Ahmed ve Ebu Naim. Yahi Salihlere sorun ki onlar esirgemezler ve yalan da söylemezler.

İmam-ı Ahmed bazı giderdi de Haris-i Muhasibi, Maruf-ı Kerhî, Bişr-i Hâfî gibi zatlara bir şeyler sorardı, insanlar İmam-ı Ahmed'e “Sen neden bu gibi kimselere sormaya gidiyorsun, neden buna ihtiyaç duyuyorsun, sen zamanın imamısın ve ilmin ise çoktur.” derlerdi. O ise cevaben: “Evet, sizin dediğiniz gibi ibadet ve muamelat gibi ilimlerde ihtiyacım yoktur. Velakin Allah ile olan edeb ve marifet ilmim çok azdır.” derdi. Ve bunun yanında “Selu's şalinin: Salihlere sorun” hadisi şerifini zikrederdi: “Allahü Zülcelâl'in marifetini, edebini öğrenmede ihtiyacım vardır.” derdi.

Ebu Hamzatü'l Baydadî, İmam-ı Ahmed devresindedir. Ve İmam-ı Ahmed ilk zamanlarda oğlunu uyarır da: “Oğlum Abdullah, böyle kimselerin meclislerinde bulunma, çünkü bunlar ilimden yoksun işi dervişliğe vermiş kişilerdir yanlışlık yapabilirler.” derdi. Oğlu ise gidip gelmeye devam ederdi. Kendisi de durumu tetkik etmek istedi meclislerine gitti. Gitti ama gidiş o gidiş... Konuşmalarına mestü hayran oldu... Her şeyler yerli yerince... Namaz vakti namaz kılınıyor, vakti vaktinde... Boşa geçen hiçbir anları yoktur. Her anı değerlendiriyorlar. Bu halleri görünce hayran oldu. İşte böylece çokça gidip gelmeye başlayınca soruyorlar: “Sen bunlardan ne öğreneceksinki, soruyorsun?” diye. “Söylediğiniz doğru ama, onların fehmettiğileri gibi Marifetullahı ve edebi ben daha henüz fehmetmiş değilim ve buna ise ihtiyacım vardır.” buyuruyor. Ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın “salihlerden sorunuz” hadisini zikrederdi...

İşte Ebu Hamzatü'l Bağdadî, Ebu Haşimi Sufi vs. o devrede idiler. Esasen ashab-ı kiramı (ra), Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yetiştirmiştir. Tasavvuf nazar işidir. Onun için Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sahabeyi bir odaya oturtup da 40 gün falan diye bir şeyler yoktur. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın karşısında nazarına karşı bir saat bulundu mu sahabesi durumuna gelir ve aynı zamanda kalb perdesini de giderirdi. Kalbin üzerinde şeytandan gelen kir, pas gibi pürüzler ve perdeleri giderdikten sonra o zaman zaten gök alemlerini kalb basireti ile rahatlıkla seyredebilir. Levh-i mahfuzu görür, mevtaların halleri bunlara kapalı değildir. Zira Aleyhissalâtü vesselam öyle buyuruyor: Eğer kalbin üzerine şeytanın getirdiği perdeler olmasa esasen kalb basireti ile melekût âlemini seyreder. Evet bir kimse ehl-i küfür halde iken Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile karşı karşıya geldi mi kalbler aynalar gibi karşı karşıya oldumu, Hak batılın karşısından yansıtma yaptı mı onun üzerindeki perdeleri yok eder. Onun için sahabeler her iki ilimde de (ilmü'z zahir, ilmü'l batın) Zül cenaheyn, iki kanatlıdırlar. Ama ne zaman ki; tabiin, tabiin, tabiin derken İmam-ı Ahmed devresinde Hamzatü'l Bağdadî, Ebu Haşimî Sufî vs. var oldular... O zaman âlimler ikiye bölündüler. Bir kısmı, dünya hevesi olanlar kadılık vb... istiyorsa meliklerle oturup kalkmaya ve akılları fikirleri fetva vermeye çalışır oldu... Tabiki gerçek tasavvuf ehli meliklerle falan oturup kalkmazlar. Ebu Hanife de İmam-ı Ahmed de kadılıktan kaçındıkları için neler çektiler neler!..

 

İLMİN İKİYE AYRILMASI

FÜRÛ-USÛL ve HAL-EDEB İLMİ

Onun için ilim ikiye bölündü. Birisi fürû' ve usûl ilmi diğeri ise hâl ve edeb ilmi... Tabi tasavvuf erbabı dünyayı sevmediler. “Bütün hataların başı dünya sevgisidir.” Hadisini bilenler ve hiç unutmayanlar için hataların başı dünya sevgisi ise sen de dünyayı seviyorsan senden ne hayır bekleniri düstûr edindiler. Böylesi olanın ilmi ne kadar yararlı olabilir? Dünya cife (leş) iken dünya, makam ve mevki sevgisi ile hırs ve tama' içinde ne elde edilebilir haktan ve hayırdan yana?

Gerçek âlimlerin iki vasfı vardır. Hem Allahü Zülcelâl'in kullarına hem de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmetine emin olarak gönderiliyor. Ama nasıl? Sultanların kapılarından içeri girmedikleri takdirde... Sultanların kapılarına heves edip varırlarsa hem hain hem de haramidirler. Onun için ilim iki şekilde ortaya çıktı. Edeb ve terbiye yönünden Rabbısına karşı devam ettirmek isteyen kişi dünya muhabbetini ne etsin? Çünkü iki zıt bir arada cem' olunmaz. Hangi muhabbet galip ise öbürü kaçar. İşte sufîlik böyle ayrıldı ve ortaya çıktı. Yoksa sahabede ikisi de bir kişide birlikte idi. Hem zahiri hem de batını ilim...

“Hem sûfî hem de dünyadan sakınmıyor, veya ilmi ziyade oldu ama zühdlüğü hiç artmadı ve dünyadan da sakınmıyor ise o zaman o ilim Allahü Zülcelâl'e yaklaştırıcı değil de uzaklaştırıcıdır” diyor. İki sınıfın ayrılması böyledir, padişahlarla birlikte olan kişi nasıl kâmil sûfî olacak. Hatta Sufyânî Servi “Bazen diyorlar ki, efendim ben oradayım da bazı mazlumlar gelirse yardımcı oluyorum falan... Sor bakalım Harun Reşid'in ya da ötekisinin arzuladığını durdurabilmiş midir? Bunlar sadece şeytanın desiseleridir.” diyor. Nitekim Halid-i Bağdadî Hazretleri de mektubunda belirtiyor ki: “Devlet senin keyfini arayacak diye bir şey yoktur.”

İşte gerçek tasavvuf ehli amir, ümerayı görmeden kendi hallerinde yaşadılar. Ve yine Şâfi (ra): “Tasavvuf ehli olanlar, ilmin başını, reisini almışlardır. Emrin tümü onların yanındadır. O ilim ise takvatullahu teâlâ'dır, Muhabbetullah'dır, Mârifetullah'dır. İşte onların yanında olanlar! Çünkü bir nesneyi çok severse hep onu anar, ona bakarsın. uhib olan habibini sevdiğini çok anar, diğer şeylere karşı kör ve sağır olurlar... Bunlarda da Muhabbetullah olunca diğer nesnelere karşı hem kör hem de samıt (dilsiz ve sağırdırlar. Zikirleri de hep Allahü Zülcelâl'dir. Bir kimsenin Tarik ehline karşı ciddiyetle saygısı, sevgisi ve inancı var ise o kimseden kendiniz için dua taleb ediniz. Çünkü o kimseler müstecab duadırlar. Duaları kabul olunur.” diyor.

 

İBRAHİM HAVVAS HZ. VE KALBİN BEŞ İLACI

İbrahim Havvas Hazretleri ise: “Kalbin ilacı 5 dir ki:

1- Kur'an-ı Kerim'i tedbirle okumaktır. Gereken saygıyı göstererek, mânâsını düşünerek okumak. Yoksa şimdilerde olduğu gibi de değil! Kur'an üzerinde cedelleşmek ise küfürdür. “Ahir zamanda; kâfir, münafık ve müminde aynı zamanda Kur'an üzerine cedel ederler” buyuruyor Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). Tedbirle demek, halisane olarak. Allah kelâmıdır deyip saygılı ve tefekkür ederek tertil ile Allahü Zülcelâl'in bir sıfatı olduğunu bilerek okumaktır. Yok eğer manasını hiç bilmiyorsa o zaman hiç olmazsa Allah kelâmıdır ve azizdir diyerek saygıyla kıymet ve değer vermek lâzımdır.

2 - Batnın hali olması. Karnın aç tutulması gerek. Çok yemek zekâya ve anlayışa engel olur. Onun için ashab-ı kiram (ra) ancak ihtiyaç giderecek tarzda yerlerdi. Aşırı gitmezlerdi. Yemeninde hafif olması çok güzeldir.

3 - Gece Namazı: Gece kalkıp da teheccüd namazı kılmak.

4 - Gece yarısı seher vaktinde kalkıpta Allahü Zülcelâl'e tazarru etmek inleyip sızlamak. Allahü Zülcelâl seher vakti birinci semâya tenezzül eder. Tabi hâşâ Allahü Zülcelâl için yer tayini yoktur. Ama, tabi insan için o yücelere çıkma imkânı olmadığı için Allahü Zülcelâl tevazu' göstererek mağfiret sıfatları birinci göğe gelirde seher devresinde ahü emin edenleri, bir ihtiyacı olanları bekler ve dinler. Bu ise bize bir örnektir. Bu bir şefkat ve merhamettir. Seher devresinde bu harikalıklar olurken biz aslında alt üst edilmeye müstehak iken o sübyanlara (bebeklere), hayvanlara ve seherde inleyenlere bakıyor ki ne hataları vardır ki... İşte bu gibiler sayesinde, gelecek olan belâ ve musibetleri kaldırıyor üstümüzden...

5 - Bilhassa sûleha (salihler) ile meclis kurmak, onlarla haşrü neşr olmak. Çünkü Allahü Zülcelâl onların sayesinde de pek çok faydalara nail edecektir.

 

KAÇINILMASI GEREKLİ ÜÇ SINIF

Sehl ibn-i Abdullah: “İnsanlardan 3 sınıf vardır ki bunların sohbetlerinden hazer edip kaçınınız;

1- Gafil cebabirlerin sohbetinden kaçınınız ki; kendisi aslında gaflet uykusunda iken işi cebbarlığa vermiş ücûb ve gurur içindedirler ki onların meclislerinde oturmayınız.

2 - Mudahin olan kurraların sohbetinden uzak durunuz. Yani yaltakçılık yapan, nâme yapan, yalamalık yapan, bir dünya menfaati sağlamak için kendini beğendirmeye sevdirmeye çalışan mürâi olan kur'an okuyucularının sohbetinden uzak durunuz.

3 - Cahil mutasavvıfların sohbetinden de uzak durunuz. Tasavvuf adamı görüntüsü vardır ama cahildir. Kendisine bir tasavvuf lakabı takmıştır, etrafında avaneleri de vardır fakat kendisi tasavvuf ilminden bihaber ve mahrumdur. Cehalet içinde olanların kendisinden de sohbetinden de bir fayda gelmez isterse sakalı bir kucak olsun, gövdesi de dağ gibi olsun asla bir fayda getirmez!

Cüneydi Bağdadî Hazretleri: “Allahü Zülcelâl bir kulunu sevdiği ve hayrını dilediği zaman onu tasavvuf ehli olanlara ulaştırır. Mürid eder de hırs ve tama' sahibi ve mudahinin olan Kur'an okuyucularının ve mürâî âlimlerin sohbetinden men eder alı koyar. Tasavvuf ehline mürid kılar. Çünkü onlar ücûb, kibir vb. şeyleri bilmezler. Kendilerinde bir varlık da görmezler.

Bunlara mürid olan da edebi öğrenir ve hal sahibi olur. Mudahaneci okuyucu ile mûrâî olan alimin tama' ve hırsı olduğundan gözleri daima halkın üzerindedir. Riyakârdır, menfaatçidir ve yalamadır. Onun içinde Allahü Zülcelâl sevdiği kulunu bunların değil de dervişvâri ve kalender bir Allah dostuna iletiyor.

ابن آدم لك مانويت وعليك مااكتسبت وانت مع من احببت

Hadis Meali: “Ey ademoğlu, senin niyetine göre kesbedip kazandıkların lehine veya aleyhinedir. Ve sen sevdiğinle berabersin” Ey Ademoğlu, niyetine göre alırsın, kesbedip kazandığın niyetine göre sana yarar ya da zarar getirir. Bu dünyada kimi çok seviyorsan öbür âlemde de sevdiğinle beraber olursun. Onun için bir şey yapacaksan iyi düşün. Niyetin hâlisine değilse yaptığın hiçbir fayda getirmiyor ve aleyhinedir. Niyetin düzgün olursa lehinedir. Niyetine göre karşılığını alırsın.

اذارأيتم من يزدد فى الدنيا فادنو منه فانه يلقى الحكمة

Hadis Meali: Bir kimsenin dünyada zühdü olduğunu görürseniz o kimseye yaklaşın. Ondan zarar gelmez. Değil mi ki dünyada zâhiddir. Zira bu kimse Allahü Zülcelâl tarafından bir hikmet sahibi kılınmıştır ki;

يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثيرًا

(Bakara/269)

“Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.”

Allah dilediği kimseye hikmeti verir de kime hikmeti verdiyse çok çok hayırlar vermiştir.

انا شفيع لكل اخوين تحابا فى الله من بعثتى الى يوم القيامة

Hadis Meâli: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: İki kardeş bu dünyada halisane lillahi başka bir gayeleri olmadan kardeşlik akdetmişler kardeş olmuşlar. Başka yakınlaşma sebepleri, hasebî, nesebî de yok, Allah için birbirlerini sevmişler. Bu iki kardeş birbirini Allah rızası için sevdiklerinden dolayı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ilan ediyor: “Ben bir kere bu halde olanlara ba's olunduğum andan itibaren kıyamete kadar kimler birbirini Allah rızası için severse sevsin hepsine şefaatçi olurum.” buyuruyor. Gayeleri sadece ve sadece Allah rızasıdır. Bu ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın vâ'di ve vasiyetidir. Çok muazzam bir müjdedir. Menfaat ve dalavere çevirmeden halis muhlis Allah rızası için kardeşlik yapanlara nimeti azimedir bu hadisi şerif...

انا جليس من ذكرنى

Hadisi Kudsî Meali: Allahü Zülcelâl buyuruyor ki: Beni kimler zikrederse ben onlarla otururum. Meclislerinde olurum. Beni zikredenlerin yanındayım. Çok harikadır bu...

 

VERÂ VE ZÜHD EHLİ

 

جلساء الله غداً اهل الورع والزهد فى الدنيا

Hadis Meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Kimler ki, bu dünyada verâ ehli ve zühd ehli olursa yarın kıyamet günü Allah Zülcelâl'in meclisinde yakınında olacak olan kimselerdir” Şart koşmuş verâyı ve zühdü... Verâ dediğimiz, haram şöyle dursun şüpheli olan şeylerden bile kaçınan, çekinen demektir. Ebu Bekin Sıddık (ra) öyle buyuruyor: “Bir çok helâl kapılar vardı ki biz onların (% 70) yüzde yetmişini şüpheye düşmeyelim diye terkettik.

اَلْاَخِلَّاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلَّا الْمُتَّقينَ

(Zuhruf/67)

“Bu dünyada nice dostlar vardır ki o gün kıyamette düşman olurlar. Ancak muttaki olanlar bundan hariçtir.” Tabi bu dünyada dostlukların sebebi çoktur. Arbedeciler, derbederler, içkiciler, menfaatçılar vb. nedenlerle dostluklar kurarlar ve ayarlarlar. Allahü Zülcelâl ise ilan ediyor ki; Yarın mahşerde bu dünyada hiç birbirinden ayrılmayanlar, tamamen düşman olurlar da “sen sebeb oldun, yok sen sebeb oldun!” diye... Ancak muttaki olanlar, haramdan sakınan kimseler müstesnadırlar. Onların dostluğu ve kardeşliği devam eder. Cennette de yine buluşurlar sohbet devresinde... Şartı ise muttaki olmaktır. Diğerleri bugün burada sanki kardeş gibi nasıl hoş geçinip işe yaramaz işleri canla başla yaparlarken yarın kıyamette hiç geçinemezler ve birbirlerine düşerler. Buğuzluk başlar...

Nice Âlimde vardır ki muttaki olmaktan hep bahseder de kendisi hiç de uymaz, işte böylelerine cennete giden mensubları bağırıyorlar ki: “Ey üstadım biz senin nasihatlarınla irşadınla ve sayende cennete girdik ama senin ne işin var cehennemdesin?” derler de o kimse hasret çeker de: “Ah, ah! Ben söyledim sizler işlediniz de ben size söylediklerimi yapmadım ya!” der. Her zaman söylerim ya ilim çok kutsaldır, hoştur. Ancak ağırlığı ve sorumluluğu da vardır. Rabbımız bizleri ıslah etsin ve korusun... Âmin.

المرء على دين خليله

Hadis Meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: Kişi dostunun dini üzeredir. Yani kişi bu dünyada dostunu seçtiği gibi öbür âlem içinde faydası olacak kişiyi seçmesi lâzımdır. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kişi dostunun dinine uyar, kişi dostu nasıl ise ona uyar.” buyuruyor. Çok kimseler düzgün iken birileri onları yoldan çıkarıyor. Çok kimseler de çapulcu idiler ama salihlerle beraber olup dostluk kurunca düzeldiler ve fevkalade hale geldiler. Sebeb nedir? Sohbet meselesi onlarla meclis kurdular.

المرء مع من احبه

Hadis Meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Kişi bu dünyada kimleri severse-yarın öbür âlemde de onlarla beraber olur.” Kim kimi severse kalbini kimlere bağladı ise yarın mahşerde de onunla beraber olacaktır. Kiminle muhabbeti olduysa onunla olacaktır. Allahü Zülcelâl âyet-i celilesinde:

فَمَا لَنَا مِنْ شَافِعين۞وَلَا صَديقٍ حَميمٍ

(Şuara/100-101)

“Artık bizim için ne şefaatçiler (den bir kimse) ne de candan bir dost yok” Yarın mahşerde cehenneme giren kimseler tabi cehenneme bir çok kimseler girerler. Bazıları bir müddet sonra çıkabilir. Bazıları da hiç çıkamazlar. Tevhid ehli olanlar er ve geç çıkarlar. Ama nasıl çıkar biliyor musunuz? Tabiki cenneti ve cehennemi ehli olanlar doldurduktan sonra Allahü Zülcelâl Habibi (Sallallahu Aleyhi ve Selem)’e bir şefaat yetkisi vermiştir. Vakti geldiğinde Allah'tan öyle olacak ki, “Vah Muhammed, ah Muhammed ah Muhammed!” dediklerinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu sesi duyar. Tabi görüntüsü var. Cehennem ehli cennet ehlini gördüğünde ne büyük bir nimet olduğunun değerini biçemez. Çünkü cehennemin karşısında cennetin bitmez tükenmez nimetini görüyor. Tabi cennet ehli de cehennemin halini gördükçe nimet-i azimenin değerini anlıyor ve şükrediyor, işte cehennem ehli “ne yaptıkda bu hallere düştük” derler. Tevhid ehli cehennemde bazıları bir saat, bir gün, bir ay, bir sene gibi bazıları dünya ömrü kadar süreleri vardır. Onun için vakti geldiğinde hatırına gelir de: “Vah Muhammed, ah Muhammed” söylerler. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunları duyunca: “Ya Rabbi, benim ümmetim bunlar” deyince Allahü Zülcelâl: “Ya Muhammed, senin tasarrufundadır. Şu kadar iman sahibi olanları hemen çıkar.” buyurur. Ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şefaat eder de çıkarır. Sonradan peyder pey Rasulullah'ın şefaatıyla çıkarlar. Arpa miktarı imanı olanı çıkar, buğday kadar imanı olanı hatta bir zerre miktarı imanı olana Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şefaat edip çıkarınca cehennemde olan kafirlerin umutları kesiliyor. Biz burada nasıl sohbet ediyorsak halisane lillahi teâlâ muhabbetün fillahi alacak vereceksiz Allah rızası için sohbet ediyor isek yarın cennette de sohbet yerimiz “sûk-i muhabbet” vardır. Orada da inşallah Allah'ın izni ve inayetiyle böylece bir arada sohbet ederiz. Sohbet ederken de fikrimize gelir ki “filan kimseyi göremedik” diye hatırımıza geldiği anda “falan kimseyi göremedim özledim” dediği anda cehennemde bile olsa derhal gelir, derhal getirilir. Öyle ki, der demez cehennemden getirilir. Öyle ki cennetteki arzuladığın derhal olur, red yoktur, durgunluk yoktur. Fikrine getirdiğin hemen olur. Cennet ehli öyleki arzuladı mı hemen oluyor. Cehennemde olanı arzuladı mı derhal getiriliyor da bir daha geri dönmüyor. Bu şefaat değilde muhabbetlerinin sadakatlarının eseridir.

İşte kâfirler biçâre kalınca: “Vah ki bize sadık, hamim bir dost olup da bizi buradan çıkaran olmadı.” diyorlar. Halbuki bu dünyada Allah rızası için sevişenler hemen birbirini hatırlıyor da cehennemde olan hemen çıkarılıp tadilattan geçirilip derhal getiriliyor cennetteki kardeşinin yanına. Gayri müslim için ise çok müşkilat vardır. Ne peygamberleri şefaat edecek ne de sadık bir dostları vardır ki onları oradan çıkarabilsin.

Katâde (ra) buyuruyor ki: mutlaka ve mutlaka cennette taleb edecek kimseler karşılıksız Allah için birbirlerini sevenlerdir. Ama birisinin başka yaramaz halleri vardır da cehenneme girmiştir. Ancak, birbirlerini sadakatla, ciddiyetle sevdiklerinden iyi tanır ve unutamazlar ve hatırlarından da çıkmaz. Görmeyi de arzu ederler. Birbirlerini muhabbetleri celbeder. Menfaat ve şefaatleri olur birbirlerine... Birisi umar, öbürüsüde hatırlar.

 

HİKEM'DEN BEYİTLER VE NEFSİNDEN RAZI OLMAK

Hikem sahibi öyle buyuruyor:

ولان تصحب جاهلاً لا يرضى عن نفسه خير لك من ان

تصحب عالماً يرضى عن نفسه، و فاى علم لعالم يرضى عن

نفسه؟ واى جهل لخاهل لايرضى عن نفسه؟

)حكم بيت  (35

Eğer cahil ümmî bir kimse ile sohbet edersen ama bir şartla kibirli gururlu değil bencilliğide yoksa kendi nefsinden de razı değil ise, nefsinin esiride değil edebli ama câhil ise işte bu kimse ile sohbet etmek, âlim olupta kibirli gururlu benlik sahibi ve kendi nefsinden razı ve onun emrinde esiri olmuş olan âlimle sohbet etmekten çok daha iyi ve faydalıdır. Böyle olan câhilin sohbeti böyle olan âlimin sohbetinden daha iyidir. Çünkü böyle olan âlim, nefsinden razı benlik sahibi... Ötekisi ise nefsini ortaya atıyor acziyet sahibi enâniyeti falan yoktur. İşte böylesi cahilden zarar gelmez de böylesi âlimden zarar gelir. Bu nasıl âlim ki öyle diyoruz ki nefsinden razı... Bu nasıl câhil ki, câhil deriz ki nefsinden razı değil...

اصل كل معصية وغفلة وشهوة الرضا عن النفس واصل كل طاعة ويقظة وعفة

عدم الرضا منك عنها

)حكم بيت 35 (

Tüm masiyetin gafletin ve şehvetin aslı esası nefsinden razı olmaktır. Tüm taatin, yakazanın (uyanıklık) ve iffetin (afiflik temizlik) aslı esası ise senin nefsinden razı olmamandır. Bir kimse nefsinin esiri oldu mu, nefsi mâsiyet gaflet ve şehvete koşturur ve yaptırır normal hali budur. Yine nefsinden razı olmayanlar onun keyfine göre olmayanlar taat, yakaza ve iffete yönelirler...

لا تصحب من لاينهضك حاله ولايدلك على الله مقاله

Haliyle seni ayağa kaldırmayan söyledikleriyle de senin için Allah'a yol gösterip kılavuzluk yapmayan kimse ile sohbet etme. Yani, durumu hali konuştuklarıyla Allahü Zülcelâl'e delâlet gösteren kılavuzluk eden, yetiştirici, hal sahibi değilse Allahü Zülcelâl'i hatırlatıp tefekküre sevketmiyorsa onunla sohbet etme. Ama, kendi de öyle bir hali var ki hayran oluyoruz hallerine. Hali böyle iken kavli de daha dahada Allahü Zülcelâl'e seni sevkediyorsa, kılavuzluk ediyorsa ve Allah'a yaklaştırıcıysa ne âlâ ve onunla sohbet et... Yoksa, hali ve kavli bozuk kimsenin yanındanda geçme...

İşte bu zikretmiş olduğumuz âyetler ve hadisler ki onlar, emren ve tergiben bizim Allahü Zülcelâl ve onun Rasulü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ne ulaşmamız için, doğru yolu görmemize delillik, kılavuzluk etmektedirler.

 


BÖLÜM II

 


TAKVA

Aziz kardeşlerimiz, Vasıflarını uzun uzadıya âyet, hadis ve ariflerin hikmetli sözleriyle anlattığımız bu misillû kimseleri bulduğumuzda bize düşen artık onlara tâbi olmaktır. Tasarrufları altında ve mahiyetlerinde onlardan edeb, ilim ve zikir telkini almamız da gereklidir. İşte onlar sohbetlerinde ve mâhiyetlerinde bulunmamız ve takliden, amelen ve kavlen taklid etmemiz gereken saadatlardır. Onlar ki; kerem sahibi, Sadikin, Sabirin, Muhsinin, mütevekkilin, Zahidin, Sâlihin, Müttâkin, Âlimin, Arifin, Zâkirin olan saadat-ı kirâmlarımızdırlar. Mahmud (övülen) sıfatlara haizdirler. İşte böyle zâtlarla beraber olunca edeb, ilim ve telkin-i zikri de en doğru şekilde öğrenmiş oluruz. Sohbetlerine katılınca mahiyetlerine girince onların yaptıklarını ve hallerini taklid de ederiz.

Allahü Zülcelâl:

إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ

 (Hucurat/13)

“Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en değerli olanınız takvaca en ilerde olanınızdır.” Yâni en ekreminiz, en keremliniz Allah indinde etkâ olanınız, haramdan vs. en çok çekineniniz ve Allah'dan korkanınızdır.

ان الله مع الذين اتقوا والذين هم محسنون

Allahü Zülcelâl ittika sahibi ve muhsin olanlarla beraberdir. Onlar hem takva ehli hemde ihsan sahibi olanlardır.

قال رسول الله صلى الله تعال عليه وسلم:  انا جد كل تقى ولو عبد حبشى

Hadis meali: Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Ben tüm müttâkîlerin dedesiyim, ceddiyim velev ki Habeşî olsun. Güzelmiş falan değil yeter ki müttakî olsun. Hem köle hemde Habeşî olsa bile müttakî (Allahdan korkan) ise ben onun ceddiyim, dedesiyim” buyuruyor. Ki bunlardan bir tanesi Bilalî Habeşî (ra) dir.

اللهم اجعلنا صن الرفقاء : الذين انعمت عليهم من النبيين والصدقين والشهداء والصالخين وحسن اؤلئك رفيقا ذالك الفضل من الله وكفى باالله عليماً

Allahım bizi ni'metlerine gark ettiğin kullarınla beraber kıl. Ki onlar rızanı tahsil etmiş nebîler, sıddıkîn, şühedâ ve salihlerdir. Böyle kimselere bize refik (yoldaş) kıl. Amin... İnsan tevekkel alallahu teâlâ olunca Allahü Zülcelâl ihsanını esirgemez fazlını verir...

 

ZAHİRİ VE BATINİ İLİMLERİ TALEB ETMEK

Aziz kardeşlerim; bu bahsetmiş olduğumuz âlimlerin mezmum (yerilen) ve memduh (övülen) sıfatlarıyla ilgili hususlardan sonra şimdi de meşâyihin halleriyle ilgili olarak bir miktar zikredeceğiz. Zira meşâyihler tâbi olmamız ve meşrebleri hasebiyle örnek olarak onlara benzemek zorunda olduğumuz şahsiyetlerdir. Nasıl ki, mezhebleri hasebiyle fukuhaya iktida ediyoruz, örnek alıp onlara uyuyor isek meşâyihlerde böyledir. Fakihler mezheb imamlarının gittiği yollardan birini seçip onun yolunda yürüyorlar. Bu yol bedeni cevârihlerle tahsis edilen bir mezheb yoludur. Zahiri ilimlere mahsustur.

Batını ilimleri taleb eden müridlere gelince onlarda aynen fâkihlerin yaptıkları gibi hallerine uygun olan bir ehl-i meşreb yolu seçerler. Bu yolun imamını taklid edip bu kimselerin yolları ve halleri içinde sülük ederler. Ve haliyle muhabbet şarabını içen ruhları ve sırları Muhabbetullah ile dolar. Hatta Muhabbetullah ile sarhoş olup aşk ile nefislerinden fena buluncaya, davasından vazgeçinceye, enâniyetleri (benlikleri) ölünceye kadar... Bu hale gelince kendi havi ve kuvvetlerinden fânî olurlar. Yâni, kendilerinde bir hareket ve güç göremez hale gelirler. Ve şüphesiz ki bir şekilde kesinlikle itiraf ederler ki; mâsiyetlerinden kaçınmak için havi ancak ve ancak İsmetullah ile yâni Allahü Zülcelâl'in koruması ile mümkün olduğunu, taatların işlenebilmesi için kuvvet ise ancak İnâyetullah ile yani Allahü Zülcelâl'in yardımıyla mümkün olduğunu kabul ve i'tiraf ederler. Yani “ben kendimi korudum da kendi enâniyetimle mâsiyet işlemedim demezde Allahü Zülcelâl'in korumasıyla mâsiyet işlemekten korundum” der. Hayır işlerden ibadat muamelât ve itaat işlerken de “kendi enâniyetleriyle işledim” demezde “ancak ve ancak Allahü Zülcelâl'in ismeti ile” olmuş kurtulmuştur. Taat işlemesi de Allahü Zülcelâl'in inayeti ile olmuş ve başarmıştır. Bunu i'tiraf edince Allahü Zülcelâl'in tasarrufu altında cansız gibi bir hoş olmuşlardır. Mâsiyeti de taatı da Allahü Zülcelâl'e bağlamışlar, kendi enâniyetleri devre dışı kalmış, kendi ihtiyarları hamidun olmuş (yerle bir kül halinde) enâniyetlerinin ihtiyarı ve seçenek yapması yok olmuştur. Böyle olunca nefsinden tamamen kurtulmuş humut dediğimiz sanki cansız gibi olunca; koruyucu Allah, işletici Allah olunca kalb selâmete erer ve pâk hale gelir. Sırları nezih ve saf hale gelir. Letâifleri hu hâllere ulaşınca haliyle dilekleri vücûd bulur. Ve istediklerini elde ederler. Vecd alâmetleri gösterirler. Tevazu' sahibi olurlar. Himmetleri âliye (yüce), ruhları tahir (temiz ve pak) sırları safiye (arınmış) hale gelir...

Bu misillü zatların cemiyetleri, mâsivâdan (Allahdan gayrisi) hali olmuş (arınmış, boşalmış), Allahü Zülcelâl'in vahdaniyyetinden gayrisi fena bulmuş, yok olup gitmiştir. Ve Allahü Zülcelâl'in inayeti gelinceye kadar muhabbetullah içip sarhoş olmuşlardır. İnâyetullah'ın gelmesiyle cezbeleri sekreden (sarhoşluktan) sahva (gerçek ayıklığa), fenadan bekâbillah'a ulaşıp, sakinleşip ve sabitlenmişlerdir... Bekâbillahta yerleşip istikrar bulmuşlar. Bu hal ile edeblenip istikâmete kavuşmuşlar. Ve bunun yanında a'ciz kalmışlar teslim olmuşlar, işlerinin tümünü Allahü Zülcelâl'e sipariş etmişler. Ve Allahü Zülcelâl'i kendilerine vekil seçmişler. Boş bir kalıp... Tasarruf tamamen Allahü Zülcelâlindir. İtiraf edib bu inançla olunca fenadan bekâ olunca tüm bu hallerin sonunda:

الا الى الله تصير الامور

: Bütün bu işler hepsi Allah ile yürür... demişlerdir. Böyle olunca da kulun kendisine ücûb, kibir vs. gelmez artık. Allahü Zülcelâl:

 

أَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْأَمْرُ تَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

A'raf/ 54)

“Haberin olsun ki yaratmakta emretmekte O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne kadar yücedir!”

وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَيَخْتَارُ

(Kasas/ 68)

“Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir ve sânı yücedir.”

وَلِلّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَإِلَيْهِ يُرْجَعُ الأَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِ

(Hud/123)

“Göklerin ve yerin gaybı (sırrı) yalnız Allah'a aittir. Her iş O'na döndürülür. Öyle ise O'na kulluk et ve O'na dayan! Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir.”

رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَاتَّخِذْهُ وَكِيلًا

(Mûzemmil/9)

“O, doğununda, batınında Rabbidir. O'ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız O'nun himayesine sığın.”

Vakti geldiğinde o vakit, Sıfatullah'ın envarı tecelli edince işlemlerini müşâhade edince onları çarpar, bitkin, takatsiz ve kendilerine medarı olamaz bir halde acziyete düşürür. Boş bir kab haline gelirler. İşte bu acziyetin zirvesine ulaşmanın vuku'u anında vuslat tecelli eder. Ve vasıl olurlar. İşte Ebu Bekir-i Sıddık (ra)'ın bu haldeki sözü: “Kendisine visale (kavuşmaya) acziyeti vesile kılan Allaha hamdolsun.” Hamd-ü-senâlar olsun ki Allahü Zülcelâl kendine vuslat âleti olarak tek yönü, acziyeti ortaya koymuştur. Benlikle değilde acizlikle yaklaşımı vesile kılmıştır. Hiçlik ve sıfır.. Vuslat bulmak için enâniyetini bırakıp acziyetini itiraf ederse Allahü Zülcelâl vuslatını esirgemez.

İşte bu hallerin hülasası budur. Bundan sonra nice ni'metlere nail olurlar ve tecelli zuhur eder. Terakkiyât ilerleme başlar. Dakaike ulaşıp ince, gizli ve zor olan hususları anlamaya başlarlar. İstidad ve kabiliyetlerinin nisbetince hak tahakkuk eder hakkın gerçeğini anlar olurlar. Muayene ederler, ayan beyân şühûd edip Hak'ka şahid olurlar. Allahü Zülcelâl’in eserlerini ve hükümlerini okurlar. Allahü Zülcelâl’in esmaları, sırlarıyla kendilerine tecellî eder. İşlemlerini açık seçik görürler. Allahü Zülcelâl’in sıfatlarının nurları doğar ve öyle aydınlatır ki, yerin altından Arş'a kadar aralarında ne var ise Ayne'l Yâkîn görünceye kadar aydınlatır. Bu ayne'l yakîn görüşleri öyledir ki, yerin altından Arş'a kadar aralarında bulunan her şeyin, madenlerin terkiblerini nelerin karışımından oluştuklarını ve unsurlarını öğelerini, elemanlarını ve özelliklerini terennümlerini intaçlarını, (ne netice doğurduklarını), miz'açlarını, yapılarını, tabiatlarını, tasarruf imkânlarını, tertiblerini ve nasıl hazırlanıp düzene konulup yerleştiklerini ayne'l yâkin görürler müşâhâde ederler ve derler ki:

قُلْ مَن بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ يُجِيرُ وَلَا يُجَارُ عَلَيْهِ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

(Mü'minun/ 88)

“Eğer biliyorsanız (söyleyin!), herşeyin melekût (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir? diye sor.”

فسبحان من بيده ملكوت كل شيئ وهو يجير ولايجار عليه

Bu şahsiyetler büyük yardımlar görmüşler, rikkat kazanıp incelikleri fehmedip istidad ve kabiliyetleri nisbetince Allahü Zülcelâl’in mülkü, mülkiyeti ve yönetimi hususlarına muttali' olmuşlar, bilgi sahibi olup öğrenmişlerdir. Bununla beraber başka bir meşgale ile meşgul olmaz, hiç bir şeye bağlanıp kalmazlar. Hiç bir şeye önem verip ihtimam göstermezler. Hiç bir şeye sarılıpta kalmazlar, tüm şeylerden uzaklaşıp sadece ve sadece Azizû'l Gaffar olan Allahü Zülcelâl’e yönelirler. Bundan sonra onlardan ahd-ü safalarının semerelerini müşâhâde eder hale gelirler ve şühûd âlemine darü'l bekaya yükselirler. Burada (Darü'l Bekada) her şeyden ve her halden emin ve mutmain olarak istirahat edip rahat bulurlar. Artık onların aleyhine bir korku yoktur. Mahzunda olmazlar. Ve bu makamda onlar için istidadları miktarınca Tecelliyat-ı Zât hasıl olur, meydana gelir. Terakkiyâtları ilerleme ve yükselişleri günden güne, aydan aya, seneden seneye artar ve ziyâdeleşir. Hatta saattan saata ve ya bundan da az zaman içinde terakkiyâtları ziyâdeleşir. Bunlar ise Kerim olan Allahü Zülcelâl'den bir ata', bir bağış ve bir bahşiştir ki, ne tükenir ne de noksanlaşır. Ömürleri, sur'a üfürülünceye kadar uzasa bile...

İşte kim ki buraya ulaşır bu makamda bulunursa, Allahü Zülcelâl'e vasilin ve arifin olur. Ancak, Allahü Zülcelâl'in zâtı hususunda zillet ve iftikâr ile acziyetlerini i'tiraf ederler, zaafını i'tiraf etmiş, iflas etmişliğin alçak gönüllüğü içinde muztarib, miskin ve tevazu' sahihleridirler... Bu makamda halleri tegayyurat (gayrilik)tan ve tebeddülat (değiştirilmek)tan istikrar bulur. Halleri Bekaya erer. Sadece yalnız iki hal ile yetinirler ki birisi Celalullahdan heybet, öbürüsü Cemâlullah'a üns'dür. Celâl yakıcıdır, cemâl ise halden hale gelişlidir. Keyfiyetsiz ve hadsiz olarak... Çünkü âyet-i celilede belirtildiği gibi Allahü Zülcelâl kendi zâtı için:

فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

(Şura/11)

“Onun misli gibi bir şey yoktur. O duyucudur, görendir.”

 

ŞÜHUD HALİ İÇİNDE İKRAM VE İHSAN İLE İNKİŞAF

Arifler; Allahü Zülcelâl'in cemâlinin şühûdu içinde ikram ve insanıyla durmadan inkişâf edib gelişirler. Âlemleri kaplarlar. Celâlinin şühûdu içindeyse Allahü Zülcelâl'in azameti ve kudreti onları ufaltıp küçültür ve âdeta eriyip akar hale getirir. Saadatü'l kirâm'dan Seyyid Ahmed er Rufaî (ks) Hazretlerinin de vaki' olduğu gibi... Tavaf ederken Kâbeyi Şerifin kapısının yanında iltizam ederken üzerine Celâl sıfatı tecelli edince secdede iken hemen erimeye başlamış hatta tamamen su haline gelinceye kadar erimiştir. İşte bu halin oluşu sebebi EL CELÂL (Celle Celaluhu)'in şühûdudur. Zaten bu halden Kâbede su haline gelişten sonra Medineyi Münevvere'ye varınca Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın huzurunda “Ya Ceddi eşbah ile her zaman gönderirdin, bu sefer ise bu anda ise bu fakir gelmiş kapına artık yed-i şerifini (şerefli elini) uzatta dudaklarım ferah duysun...” diyor.

كنت ارسلها باشباحه

: “Ruhumla gönderirdim fakat şu anda ruhen, kalben ve kalıben huzuruna gelmişim bilirim esirgemezsin dudaklarım doğrudan doğruya elini uzatta elinle şeref bulsun” diye binlerce kişi önünde Gavsû'l Azam dahi orada imiş... Herkeste görmüş ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) elini uzatmış ve böylece öpmüştür. Tabi çok hoşuna gittiğinden ağzından sular dökülmüşte bunları yalamıştır. İşte bundan dolayı; yılan sokmuş, kılıç kesmiş, şiş sokulmuş vs. olunca tükürüğünü sürerse eseri kalmaz. Rüfaî'nin üsûlu buradan kalmadır. Yine EL CEMAL (Celle Celaluhu)'in şühûdundaki tatavvur (inkişaf ederek olduğunun çok fevkinde olmak ve görünmek) da böyledir. Küçülme değilde yaygın bir hal alır.Nasıl ki Seyyid Ahmed er Rufaî Hazretlerinde Celâl yâni heybet tecelliyatı olunca erime olmuş ise Cemâl'in zuhuruna ise misâl olarak Seyyid İbrahim Dussuki ve Şeyh Ömer el Buseyrî verilir. Cemâl yani üns tecelliyatı olunca “Bir ayağım Haramü'l şerifi doldurur.” deyince “nasıl olur?” derler. Hakikaten bir ayağı tüm Haremi şerifi doldurmuştur. Her tarafı istilâ etmiştir. Afakı tamamen doldurmuştur.

Şeyh Ebu Said el Harraz öyle bir zâttır ki İmam-ı Rabbanî Hazretleri bazı terakkiyatlarını anarken Arş'a kadar terakkiyat olmakla beraber Alümû'l Emr'e geçişte; terakki edebilmekte, ezeli levhayı görebilmekte, ileri kademeli velilerin himmetini alması gerekmektedir. O zaman bir o kadar daha çıkar. Ama çıkışlarında çok vakitlerinde, Gavsû'l Azam (ks) Nakşîbendî (ks) ve dana ötesinde Marufu Kerhî, onunda ötesinde Ebu Saidü'l Harraz'ı (ks) görmüştür. Ebu Saidi'l Harrazdan önce bekâbillahdan konuşan hiç kimse olmamıştır. Bekâbillahı esasen o ortaya getirmiş ve sabahleyin kalktığında Ebu Bekiri Sıddık'ın (ra) abası üzerine giydirilmiş ve başına bir şey bağlanmış halde bulmuştur kendisini. Böyle bir zât olan Ebu Said el Harraz Hazretleri buyuruyor ki: Allahü Zülcelâl kullarından bir kulunu dosd edinmek dilediğinde ona zikrinin kapısını açar, canla başla aşkla zikredince ve “oku” zikriyle lezzetlendiğinde ona kurbiyyet (yakınlık) kapısını açar. Sonra onu üns meclislerine yükseltir. Sonra onu Tevhid tahtına oturtur. Tevhid kursisi üzerinde kılar. Sonra ondan hicabı kaldırır. Ve onu darü'l ferdaniyyete dahil eder. Ve o kulu için Celâl perdesini kaldırır. Ve Allahü Zülcelâl'in celâl ve azametini görmenin vuku' bulduğu anda “Hu”suz bekâ başlar. Kendi varlığı yok olur celâl ve heybet tecelli edince... İşte o vakit o kul zaman mefhumundan fâni olur. Kendi kimliğinin kişiliğinin muhafazası ortadan kalkınca, tamamen fani olunca nefsinin davasından da haliyle uzak kalır ve beri olur. Yâni tevhidi “Lâ İlahe İllallah”ı der. Rab-bü-Merbûb perdesi kalkınca sadece “ALLAH” der. Darü'l vahdaniyette ise Allahü Zülcelâli (hüviyet ve mâhiyetini) “Hu” le zikreder. Ve varlığını isbat eder. Ancak ne zaman ki celâl perdesi kalkar Azametullah aşikâre olunca “Hu” ile karşı karşıya kalınca ne zaman ne mekan ne hal ne de başka bir şahsiyyet kalır. Ebedi bir sükûn ve sükût başlar. Artık burada Allahü Zülcelâl için zikredipte (Huve=Hu=o) diyecek birisi olamaz. Burada “Hu”suz bekâ olur.

 

ALLAH'IN VELİ KULLARINA EZİYET ETMEK ÜZERİNE BİR HADİSİ KUDSİ

Aziz Kardeşlerimiz;Bahsettiğimiz hususlara natıka olan hadis-i kudsilerden birisi:

حديث قدسى: نطق بذالك قال رسول الله صلى الله تعال عليه وسلم؛ ان الله عز وجل قال من اذا لى ولياً فقد اذنته باالحرب وتقرب الى عبدى بشيئ افضل من اداء افترضت عليه وما يزال عبدى ويتقرب الى بالنو افل حتى احبه فاذا احببته كنت سمعه الذى يسمع به وبصره الذى يبصر به ويده التى يبطشى بها ورجله التى يمشى بها فلئن سألنى عبدى اعطيته و لئن استعاذنى لا عذبته وما ترددت عن شيئ انا فاعله ترددى عن نفسى المؤ من يكره واكره اسائته اومسائته

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Şüphesiz ki Allahü Zülcelâl şöyle buyurdu; kim ki Benim veli kuluma ezâ cefâ ederse ona harb ilân ederim ve kesinlikle bildiririm. Kulumun kendisine farz olanları edâ etmekten daha efdâl bir şeyi yoktur, kulumu ondan daha çok Bana yaklaştırmış olsun. Kulumun nafilelerle Bana yaklaşmak istemeside zail olmaz. Hatta, onu severim, onu sevdiğim zamanda kulağı olurum, onunla duyar, gözü olurum, onunla görür, eli olurum onunla tutar, ayağı olurum, onun üzerinde yürür. Eğer kulum isterse veririm. Eğer Bana sığınmak isterse onu sığındırırım. Birşeyi uzaklaştırmak istediğinde faili Ben olurum da onu nefsinden uzaklaştırırım. Onu kötülük etmekten ve kötülük edilmekten ikrah ettiğinde ise bende ikrah ederim.

 

ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK

Biz bu hadis-i şeriften sarahatle aşikâren ve vazihen anladık ki şüphesiz bu zatlar normal tabii ölümden önce nefislerini öldürmüşler. Nefislerini Allahü Zülcelâl istediği gibi tasarruf etsin diye satmışlar. Teddebirat (masiyet işlemekten) tan, iradet (kendi fikrini ortaya koymak)ten ve ihtiyarlarından (seçenek yapmaktan) tamamen kendilerini tecrid edip izole etmişlerdir. Masiyet işlemekten irade ve ihtiyarlarını ortaya koymaktan külliyen soyunup sıyrılmışlardır. Halîkları Allahü Zülcelâl'in önünde tasarruf etmesi için canla başla muhabbetle, sanki bir cenaze olmuşlar. Tıpkı normal bir cenazenin cenaze yıkayıcının önünde oluşu ve cenazeyi dilediği şekilde çevirmesi, döndürüp temizlemesi ve ona istediği muameleleri yapması gibi... Buna delil olan hadiste Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

قال رسول الله صلى الله  تعالى عليه وسلم: من اراد منكم ان ينظر الى جتازة تمشى على الارض فلينظر الى ابى بكر الصديق (رضاالله عنه)

“İçinizden kim yeryüzünde yürüyen bir cenazeye bakmak isterse Ebu Bekir Sıddık'a baksın.”

Buradaki gayesi, tevâzûna işaret etmektir. Esasen kul olarak Halîkine karşı ücûb ve gurur içinde yürümüyor. Haddini bilir, köle olarak, kul olarak yürür. Allahü Zülcelâl'in görmediği bir an da yoktur esasen... Tabi kalbi Rabbisiyle olunca halsiz, âciz bir şekilde yürüdü. Ondan dolayı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) misâl vermiştir. Görüyorsunuz ki tüm nakşi saadatlarının hepsinde de meşreb böyledir. Hz. Nakşîbendî (ks) dahi böylesine hep mahviyet içinde idiler. Allahü Zülcelâl'e karşı halleri hep bu idi... Bir memur âmirinin gördüğünü tahakkuk ederse, anlarsa hiç nahoş bir şeyler işler mi? Gördüğünü bilirse sakınır, değil mi? Evet! Hem saygı yönünden hem de kendisine yakışmayan şeyleri işlemez. İşte Hz. Ebu Bekir Sıddık'da (ra) hiç bir an için Allahü Zülcelâl'i kaybetmiş veyahutta hatırına getirmemiş olamazdı. Her zaman kalbinde Rabbisiyle idi. Yürüyüşü böyle idi. Evet, yürüyüşü vardır. Ama adeta bir cenaze gibi. İşte yürüyüşü bu minvâl üzare idi.

 

ŞEYHÜL HAZİN'DEN BEYİTLER

Aziz Kardeşlerim,

Kim ki bu makama ulaşırsa meşreb imamlarından bir imam olur. Bu ise tıpkı mezheb imamlarının mezheblerini taklit ederek yollarında imamlarının izi üzere yürümeleri ve zahiren taklit etmeleri gibidir. Ve zahiridir.İmamlarından, hadislerini, hikmetlerini verdikleri kararlarını alırlar ve taklit edip ona uyarlar. Diğerlerinin taklitçiliği ise; sülük ettikleri yollarında ehl-i meşreb olan imamlarını taklit ederler. Bu yoldaki taklitleri halen, edeben, kalben ve ruhen olduğu için imamlarının içtiği muhabbet şarabından içerler. Çok iyice bilinen bu şarap harici (dışarda) değilde dâhili (içerde) bir şeydir. Batınîdir. Meşreb denilince aşk şarabı anlaşılır. Yani, Hak (Celle Celalühü) tarafından verilen bir şarap ki Şeyhü'l Hazin (ks) tarafından buyurulan:

شرب طهور دواى رحمان

زبحر اوجود بحر بحر ان

Hak (Celle Celalühü) tarafından verilen Rahman'ın (Celle Celalühü) sunduğu tahûr (çok temiz) şarabı! “O şerbet ki Rahman verdi” buyuruyor.

شيخ حزين غوث زمانه

بو يا حكيم وكو لقمان

“Ondan dolayı ben Hekimü'l Lokman oldum” buyurur. Aşk şarabı bu! Sevdikten sonra verir sevdiğine aşk şarabını! Bu şarab, aşk-ü-muhabbeti olanların bildiği bir şeydir. Vücûdun her zerresine kalbine, ruhuna ve sırrına ulaşır. Hak (Celle Celalühü) tarafından verildiği takdirde bu böyledir. Ama, diyeceksiniz ki; Allahü Zülcelâl re'sen (doğrudan) kendisine mi veriyor veyahut da mürşidin yoluyla mıdır? Mürşidin yoluyla buyurulan rivayet mübarek şeyhimiz Hâce Alaaddin (ks)'dendir. Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin şeyhimize bizatihi kendisi vermiştir. “Öyle bir şarab ki, hiçbir şekilde unutmak mümkün değildir. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) kendi eliyle vermiştir.” diye buyurdu. Şeyhü'l Hazin (ks) ise “davi-i Rahman” diye buyurmuştur. Tabi hepsinde de davi-i Rahman'dır. Veren Rahman (Celle celalühü)dır. Hz. Ali Hüsameddin (ks)'in verdiği de odur. Ama aracılığıyla verilmiştir. Manevi şarabdır bu. Ali Hüsameddin (ks) çok dirayetli bir şahsiyettir. Havalede etmeden bizatihi eliyle veriyor. Pek tabii meşreb meselesi hepsi aynı şekilde değildir. Kabiliyet ve istidadının varacağı yere göre muameleleri değişiktir. Mesela Rahmetli Ağabeyim (Alaaddin)'in söylediği: Mübarek şeyhimiz seyrü sülûka girdiğinde öyle bir yılan gelmiş ki hayret bir şey... Mübarek Ali Hüsameddin gelmiş de yılanı şöyle iki büklüm etmiş de şeyhimizin dizinin altına koşmuş. Tekrar böyle bir hal olunca ise tamamen yok etmiştir. Tabi kendisinin gücü vardır ve müridini denetlemektedir. İstikrar bulunca iki büklüm edip de dizinin altına koymuştur.

Bizim ise şahsen bir devremiz vardı. Ardı ardına çokça görür idim. Yılan veya köpek şeklinde. Köpek başlardı varvar etmeye bir taş vururuz da susar giderdi. Fakat yılan iki tane olurdu. Biri bir çeşit ötekisi bir çeşit. Bir tanesinin bir taşla işini bitirdim. Ötekisi bayağı bir cedelcilik etti. Neticesi gittikçe ufaldı, gittikçe ufaldı. Hattaki köpek olan kabadayı ufalmış, sonradan kediye dönüşmüş, kedi yavrusuna dönüşmüş. En sonunda da bir “atansinek” haline geldi de bir çaputla attık gitti. Yılanı ise bir taşla ikiye böldüm. Bu uzun uzadıya bir zaman içinde oldu.

Hatta bir zamanlar Allah rahmet eylesin Çerkeş Musa vardı. Bir kaç kişi oturuyoruz. Şişman; “Amuca, bir rüya gördüm ben. Tuvaletteyken iki iri köpek hücum etti...” deyince “Ula kardeşim sen nefsini de şeytanı da çok beslemişsin. Gürbüz hale getirmişsin. Bunların terbiyesini ver, çaresine bak. Yoksa seni haklarlar” dedi. Tabiki, rüya tevilini bilseydi, rüyasını anlatmazdı ve açmazdı!

 

Aziz Kardeşlerimiz; Esasen şarab ve meşreb dediğimiz bu! İçerse ve kalbe yerleşirse sevgi ve aşk başlar... Allahü Zülcelâl'den gayrisi kalbde kalamaz. Bu devreye geldiler mi cari' olur. Beyazid-i Bestamî (ks): “Ne kadar içsem doymam” diyor. Ebu Hasanü'l Şazeli ise: “Bazıları kâseyi görünce bayılır.” İçmek değil de görüntüsüne tahammül edemezler, bazıları ise ne kadar içseler doyamazlar. Herkes gücü nisbetinde... buyuruyor. İlk içişten sonra alıştı mı tadına ve zevkine haliyle onu ister ve arar bulur...

İşte meşreb yolunun ilim ve edebinin kadrü kıymetini bilip bu yola talib olanın misâli; Muallimü'l Mezheb (İlim talimi ile zahiri yolu öğreticidir) ve Murebbiyinü'l Meşreb (batınî terbiye edici) olan mürşidin önünde talib=mürid bir ağaç gibidir. Mezheb ve meşreb imamlarının önünde bakım ve tedavisine sunulan bir ağaç gibi olup her imam kendi sahasında hünerini gösterecektir.

Böyle misal verilmiştir ki; İnsanoğlu bir ağaç gibidir. İki yönden bakım ve terbiyesi seyrü sülûku gereklidir. Bir tanesi zahiri şeriat erbabından şeriatı okur, ibadat, muamelatı, malûmatı öğrenir. Zahiri olanları... Ötekisi ise manevi yönden halleri, edebleri vb. şeyleri öğrenir. Birisi ilmü'z zahir diğerisi ilme'l batın'dır. Bir ağaca bir ziraatçı geldiğinde bakıyor; Ona zarar veren dalları falan buduyor, kesiyor, dışarıda olup zarar veren her şeyden temizliyor. Zararlı olan fazlalıkları kesip atıyor. Yararlılarına ise dokunmuyor. İşte mezheb yönünden bu zahiri misaldir. Efendim namazı nasıl kılacağız, zekatı kime vereceğiz. Bunlar hepsi zahiri muamelattır. Ötekisi meşreb kısmında ise; ağacın köklerindeki durumları tedkik edip çarelerini bulur. Ağacın kökünde toprak ve su vardır. Ağaç bu suya ve gıdayı emer. Meşreb budur. Kökleriyle emer de iç kısım damarları vasıtasıyla yapraklarına kadar gider. İşte bu olanlarda tarikat ehlinin işleridir. Bir ağacın iki yönden bakımı ve terbiyesi iyi gelişmesi için şarttır. Sadece kökünü beslersen ziraatçı olmazsa, zahiren budanmazsa haşeratlardan korunmazsa bir yarar elde edemez. Ama zahiren bakımı tam da, toprak tahlili eksik, besin vs. hususlarında dahili terbiyesini yapacak hazik bir batın ehli olmazsa bir yarar elde edemezsin. Onun için ağaç hem zahiri hem de batınî bakım ve terbiyesi tam olursa gelişir, büyür ve meyveleri de özünden gelen gıdalarla hoş bir hale gelir. Tabi fazlalıklar falan olursa budanır! Haşarat varsa ilaçlanır, gübre vs. eksik ise verilir.

Tabiki namazı zahiren kılarken şeklen çok güzel kılmanın yanında edeblerine de riayet şarttır. Mesela Eyyübü'l Ensarî (ra) hazretleri namazda değilken çocuklara “durun, yapmayın, etmeyin” derdi. Fakat namaza başladı mı çocuklar horhor oynarlar ve başlarlardı tünnemeye! Çünkü Eba Eyyüb (ra) namaza kalktı mı hiç bir şeyden haberi olmazdı âdeta... Sadece o değil sahabenin hepsinin halleri böyle idi. Namazlarında halleri böyleydi. İmam-ı Ali (kv) olsun, Ebu Bekir Sıddık (ra) olsun mübarekler namaz halinde iken dünyadan tamamen ilgilerini keserlerdi... Ama diyeceksiniz ki, “Nasıl kesiyorlardı?” Bir kerre kalbleri böyleydi. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Kalblerinin üzerlerini perdelemeseler Allahü Zülcelâl'in yarattığı minval üzere öylece dursa, kalbin içindeki basiret gök alemini seyredebilir.” Yani melekût alemini rahatlıkla seyredebilir. Bu basirettir. Göz görüşü ise basardır, dünyayı görür.

 

BASAR VE BASİRET

Allahü Zülcelâl Kur'an-ı Kerim'de:

أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَٰكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ

(Hac/ 46)

“...Ama gerçek şu ki; Gözler kör olmaz. Lakin göğüsler içindeki kalbler kör olur.”

Yani, göz körlüğü aslında mühim değildir. Buna körlük denilemez. Ama kalb körlüğü varsa işte o felakettir. Hakkı göremez ve duyamaz. Mesela bu kafirlerin basiretleri olsa idi, Allahü Zülcelâl'e karşı gayrisini seçebilirler miydi? Hakikatleri anlamazlar mıydı? Onun için kalbin basireti az miktar değildir ve gök âlemini seyredebilir. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in yetiştirdiği sahabe-yi kiram'ın hepsi en azından kalb basiretleri böyle idi. Karşı karşıya gelip Rasullullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın huzurunda bir saat bulundu mu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendi kalbinin nurunu sahabenin kalbiyle karşı karşı getirdi mi Hak geldiği anda batılı yok etmiştir. Çünkü Ayet-i celilede:

بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ

(Enbiya/18)

“Bilakis biz, hakkı batılın tepesine bindiririz de o, batılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki batıl yok olup gitmiştir. (Allah'a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size.”

Çünkü hak geldi mi, batıl duramaz. Öyle olunca da kalbin perdesi ve pürüzleri yok olup perdesiz ve tertemizdir. Artık kalb basireti ile gök alemini seyredebilir. Gök alemini seyredebilen kimse namaz anında Rabbısıyla baş başa olunca, her semada bir kâbe vardır. Beytü'l izze, Beytü'l dar'a, Beytü'l mâ'mur vb. gibi adeta sefer tası gibi... Her göğün bir kâbesi vardır. Herkes istidadı ve kabiliyetince görebilir... Mesela bizim Sûfî Numan'ımız dünyadaki Kâbe-yi Şeriften bahsederken adeta Beytü'l mâ'mur'un vasıflarını anlatırdı. Yani kendisi kâbe yönünden konuşurken sen okumuş olduğun Beytü'l Mâmûr'un sıfatlarından bahsederdi. Ama, güya bu kâbeden bahsediyor gibi yapardı. Onun için kalb açıklığı olunca, hele bilhassa sahabe için namaza başlayınca beytü'l mâmurla başbaşa kalıyorsa cevarihi tamamen o yöne bağlanır. Ve burasını dinlemez hâle gelirler... Ne kulağı bu dünyayı duyar, ne gözü bu dünyayı görür. O halin içinde mebhut (hayrette kalmış, şaşmış) durumundadır. Kendini tamamen oraya vermiştir.

Mübarek İmam-ı Ali (kv)'nin ayağına bir şeyler saplanmış da namaza durunca çıkarabilmişlerdir. Hazret-i Zübeyr (ra) ise bir yerde namaz kılıyor ve ondan kimsenin haberi de yoktur. Yukarıdan kaynar suyu dökerler de tamamen üzerine gelip yakıyor ama kendisi hiç farkında bile değildir. Selam verdikten sonra, bakıyor ki ne hale gelmiş... Nitekim pek çok zattan duyulmuştur ve Basra'da meşhurdur ki; bir cami yıkılmış, direkleri falan çökmüş, koşmuşlar. Varmışlarki bir kimse bir köşesinde namaz kılmaya devam ediyor ve caminin yıkıldığından hiç haberi yok... Yine benzeri birisi camide namaz kılarken cami çökmüş, namazı bitince bakmışki yağmur yağıyor: “Ama, camiye girdiğimde bir şey yoktu” diyor. Namazı böylesine kılıyor mübarekler!

Bir zaman bir zât vardı ki; halk nazarında namaz kılmıyordu. Gavsü'l Azam'a (ks) sordular: “Lâ, hayır lâ hayır, sizin bildiğiniz gibi değil. Ben bu zatı görüyorum ki kâbenin kapısının önünde secde ediyor.” buyuruyor. Kadı Bûlûbân meşhurdur. İsmi Hasan'dır. Ancak Bûlûbân okuduğundan dolayı Kadı Bûlûbân demişlerdir. İşte bu zatı, Kadı Bûlûbân'ı birgün zorlamışlar, camiye sokmuşlar. İmamın arkasında namazda iken birdenbire “of be, yoruldum yahu!” demiş. Ve namazdan çıkıp gitmiş... Sonradan sormuşlar: “Ne oldu da çıktın namazdan, o kadar yorucu mu bu namaz?” demişler. O ise: “İmamınıza sorun” diyor. Soruyorlar da imam saklamıyor: “Gerçekten hacca gittik, Bağdad'dan çıktık. Taa Mina'ya vardık ki, böyle söyledi. O zaman biz Mina'da idik... Böyle söyleyince ayıldım.” diyor... Adam haklı tabi imam bu kadar dolaşınca yorulmuş haliyle!

İşte bu sebeple kalb basireti ile gök alemini seyrederler. O basiret keskindir, mesafeleri kat'eder. Ama ruh basireti olursa arşa kadar gider. Tabi herkesin kendi çapına ve yetişme durumuna göre, mürşidinin geliştirdiğine göredir... Dahası sır basireti, hafî basireti, ahfa basireti varki çok çok acayip haller olur. Her letâifin basireti vardır. Bunlar meşrebdir. Mezheb ise şer'an namaz kılmak vs. dış âlemidir. Ama iç âlemini bilemiyoruz.

 

Aziz Kardeşlerim;

Sizlere âlâ kaderü'l imkân anlatmaya çalıştığımız gibi mezheb imamı da meşreb imamı da kendi sahasında hünerini gösterirler. Mezheb imamı zahiri olarak o kimseye (talib) uygulayacağı tadilatla (düzeltmelerle) tedbirlerle (uygun şeklide hazırlayıp yerli yerince olmasını teminle) ona zarar veren kısımlarını keserek ve onu tedavi ederek ıslâh eder. Marifet ve bilgisi miktarınca ona her bir hususta menfaat teminine uğraşıp çaba sarfeder. Bunların hepsi ağacın zahiri (dış) ile ilgili hususlar gibidir...

Ağacın batının ıslâhı ve meşrebi ile alâkalı hususlarına gelince: Meşreb dediğimiz ağacın gövdesinde olan köklerinden aldığı su ve gıdaları dal ve yaprak, çiçek ve meyvelerine sevk etmek meselesidir. Bu işi batınında yapar. Dışardan görülüp seyredilemez. İçindeki damarlarla içilir. Toprağın ve suyun yararlı hassalarını, lezzetli tad alınacak şeylerini cezbeder, çeker alır ve sömürür de köklerinden en uzak dal, çiçek ve meyvelerine çeker çıkarır. Zahiren ve batının faydalar temin eder.

 

İNSANOĞLUNUN İKİ VASFI

İşte insanoğlu da böyledir. İki vasfı vardır. Okuduğumuz, bildiğimiz ve yaptığımız şeyler başka, maneviyatımız başkadır. Rabbimiz ile kulu arasındaki edebiyat (edebler) nasıl olacak? Nasıl cereyan edecek... Anlattığımız gibi bir namaz meselesinde neler olduğunu gördünüz. Zahirî vardır; evet, okuyoruz ve okuduğumuz gibi şeklen kılıyoruz; ama hedefimizden saptığımız zaman ise size şunu söyleyeyim ki: Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurduğuna göre esasen âmel kalıben ve kalben birleşmedi mi hiç bir kıymet ve değeri yoktur. Kalb ile kalıp birleşecek... Hatta ki namaz kılarken Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyorki: “Bazı kimselerin namazının (1/10) onda biri, bazısının (2/10) onda ikisi geçerlidir. Böylece (10/10) onda onu geçerli olanlar da olabilir.” Bir düşünün ki kıldığımız namazın onda biri geçerli ve onda dokuzu geçersiz oluyor. Nasıl ve neden oluyor? Çünkü kalbimiz ile kalıbımız birlikte kalben ve bedenen kılıyorsak ne âlâ... Yoksa bir kısmı geçerlidir! Misal verirsek hani kalp grafiği çekiliyor ya işte öyle... Eğer fikrimizi düşüncemizi dağıtmış isek kalbimiz ve bedenimiz kıyamda rükûda secdede birlikte ise namaz tamamdır ve grafik güzeldir. Diğerlerinde ise kalp grafiğindeki gibi biraz duraksamış biraz yürümüş ve onda dokuzu geçersiz olmuş...

İşte namazın sünneti, vacibi, farzı olduğu gibi edebi ve sıhati de vardır. “Allahü Ekber” dendiğinde ekberiyetin karşısında masiva'dan hiç bir şey kalmaz. Ekber (en büyük) dediğinde her şey sagir (en küçük) Huzurullah'a, Allahü Ekber ile giriş yapar. Sübhaneke ile sena eder, tenzih ve teşbih eder. “Elhamdülillahi Rabbil Alemiyn” deyince “Kulum bana hamd ediyor.” “Maliki Yevmiddin” “Kulum beni temcid ediyor” Kıyamet gününün mâlikidir, melikidir. Mellâkidir ve kıraat çeşitlidir. İşte buraya gelince gerçekten kalb ve kalıb beraberce söylüyorsa o zaman Allahü Zülcelâl, “Kulum gerçekten beni tenzih etti, teşbih etti, tahmid etti, temcid etti.” buyuruyor. “İyyâke Na'büdü ve İyyâke Nesta'în” yani “Rabbim kulluk hassaten sanadır” Başka hiç bir şey getirmeden tamamen Rabbısıyla baş başa... “İyyâke Na'büdü = İbadet sana lâyıktır ve ibadete hazır durumdayım. Fakat âciz bir durumum vardı ve gücüm yoktur... İyyâke Nesta'în = Sana ibadet edebilme gücünü senden diliyorum” der. “Evet, ibadet edeceğim ama senden inayet diliyorum.” dedi mi o zaman kulun hakkı vardır ve Allahü Zülcelâl'in vaadi vardır. “Kulum ne isterse istesin” diye... İşte ondan sonra “İhdina's Sırate'l Müstakim” = doğru yola hidayet et, tabi doğru yol şu bildiğimiz caddeler değil. O doğru yola ki: “Sıratellezine En'amte Aleyhim” = nimetlerini verdiğin nimetleri, müşerref kıldığın kulların hak doğru yoluna, sana varan yola... Bize mûîn ol ki bu iyi kimselerin yolundan olsun diye... “İşte kulum bu inceliği yaparsa, vaadim var bu hak yolu, doğru yolu veririm” buyuruyor. Allahü Zülcelâl varacak yola, teshilâtı (kolaylığı) vardır. “Gayril madubi aleyhim veladdallin” = Yani gazabına uğrayan Yahudilerin, dalalete uğrayan Hristiyanların yolundan değil... Onların dışında hak yola... Sonra ise “Amin = kabul buyur” dedin mi işte namaz bu... Yoksa; namazda kalb kalıbından çıkıpta dolaşmaya başladımı geride sanki bir heykel bir robot kalır... Cesedimizde bir mud'a vardır ona kalb deniliyor. O kalb salahda ise her taraf salahda o kalb fesada dönüştümü bedenin tamamı fesada düşer. Onun için biz sıfırlık tezini ortaya koyduk... Onun için biz yetmiş küsur senedir hele hele yetmiş senedir namaz kılıyoruzda hiçbir şey bulamıyoruz... Sıfır... Sıfır... Ama rabbimiz, rahimdir, atuftur şefüktür... Böbürlenmiyoruz. Geliyorum ha cenneti hazırla namaz kıldım şunu ettim bunu yaptım gibi şeyler asla! Merhamet ederde cennetin kapısına koyarsa lütfundandır. Namazımızı kabul ederse kerem ve ihsanındandır. Kabul etmezse o haklıdır. Hakkıyla layıkıyla veçhiyle Rabbimize kulluk yapabilmek mümkün mü? Meğer o şahsiyetler ki o mertebeye gelmişler ve zaten kalblerinde mütemadiyen “Allah Allah Allah” diyor. Başka birşey bilmiyor. Tabi kalbi tamamen Allaha teslim etti ve Lafz-ı Celal yerleştiyse başkası olamaz ki... Böylesi kalbe bu hal yaraşır ve tasavvuf meselesidir ne söyleyeceksin!

 

Aziz kardeşlerimiz;

Bunca misâl ve anlatılanlar her akıl sahibinin fehmedip anlaması için yeterlidir ve kafidir. Velâkin ahmaklara gelince, her derdin devası vardır fakat ahmaklığın devası yoktur. Öyleyse azıcık aklı olan için ağacını ziraatçisini herşeyini anlattık buna rağmen anlamıyorsa o zaman ahmaktır. Onunda devası ilâcı yoktur.

سبحانك لافهم لنا الاما فهمتنا انك انت الجواد الكريم

Ey subhan olan Rabbımız senin fehmettiğinden başka bizim için fehm yok ki. Şüphesiz ki sen cömert ve ikram sahibisin.

Her derdin bir tabibi vardır. Hariciye tabibi, bizzat gözünün gördüğü ve cismin hariciyle zahiriyle alakalı hastalıkları muayene ve tedavi eder. Dahiliye tabibi ise dahiline bakar, zahiri hastalığın sebebini haricen ve dahilen tetkit eder ve hususen özellikle hastalığı kökünden kesmek hususunda cehd-ü-cühûd eder. Çaba sarf eder. Eğer tabibi hazik (işinin elhi) işinden haberdar ise malûmatlı kabiliyetli basiretli ve maharet sahibi ve şer'i tedavi fenninde arif bir şahsiyet ise Allahu Zülcelal onun ruhani ve keza cismani tedavilerini mutlaka muvafık (uygun) kılar.

اللهم وفقنا لمافيه صلاح نفوسنا وجلاء قلوبنا وصفاء ارواحنا وتنوير اسرارنا بحبك وحب نبيك وحب من ترضى لحبه واختم عافيتنا وبا الخير والرضا برحمتك يا ارحم

الراحمين آمين..

Allah’ım bu hususta bizi, senin, Nebiyyin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve muhabbetlerinden razı olduklarıyın muhabbetleri yüzü suyu hürmetine muvafık kıl. Nefislerimizi salah et. Kalbimizi cilala ve parlat ruhlarımızı saflaştır ve sırlarımızı nurlandır. Ya erhamarrahimin rahmetinle akibetimizi hayr ve rızan üzere hitama erdir. Amin ya Muin...

İşte bu yazdıklarımız zahiri ve batını alimlerin sıfatları Allahü Zülcelâl ile olan halleri, halk ile olan muameleleri ve şimdi sayacağımız hususların üzerimize neden ve nasıl vacib olduğudur. Zira bize onların sohbetlerini dinlememiz ve hallerini taklit etmememiz gereklidir. Nassı'l Kur'anı, hadisleri ve alimlerin mücmelen (özet olarak) muhtasaran (kısaca) uzatmadan, tafsilata (açıklamaya) girmeden bu hususları böylesi alimlerden almak üzerimize vacibdir. Çünkü vakit geniş değil, ömrümüz ise kısacıktır. Fazla genişletmeye aslında ömrümüz yetmez...

 

ZAMAN TARİKAT ZAMANI DEĞİLDİR” SÖZÜ DOĞRU MU?

Aziz Kardeşlerimiz;

Tekrar gaye ve meramımıza dönersek müslüman kardeşlerimizden bazıları “bu zaman tarikat zamanı değil de imanın dalal (sapıklık) ve küfürden halası (kurtuluşu) gayesi ile cihad zamanıdır:” diye bir şeyler ortaya çıkıyorlar. Bu kimseler; tarikat muayyen bir zaman üzerine kayıtlı ve muayyen bir zamana mahsus ve bağlı olduğunu mu sanıyorlar? Zikrin çok çok olmasının, zikrin telkininin, zikir meclislerinin ve fikirlerin cilalanmasını muayyen bir zamana bağlı mı zannediyorlar? Zikir meclisleri fikirleri cilalıyor ama bu kimseler bunun bir zamanlar gelmiş geçmiş de yapılıp gittiğini şimdilik bunların zamanı değildir sanıyorlar. Yani bunlar ancak önceden tayin edilmiş bir zaman diliminin içinde mi yapılabilir. Ne garibtir ki bu kimseler tevekkelü alallah'ı (Allah'ı vekil edinmeyi) tefvizü'l umurullah'ı (işlerin tevziinin Allah'a ait olduğunu) ve teslimü'llah'ı (Allah'ın hükmüne teslim olmayı) bunların hepsini muayyen bir zaman içinde yapılırda diğer zamanlarda yapılamaz ve gerekmez mi sanıyorlar?

Onun için “tarikat gereksizdir esas olan bugün için cihad etmektir” diyenler; halka hizmet etmeyi ve onların sapıklık ve küfürden kurtuluşlarını münhasıran ve özellikle sadece dille konuşarak kuru lafla delil ve burhanlar ortaya koyarak, anlayışsız hoyrat, kötü kalbli, hasımlıkla ve cedelcilikle ve laklaka ile dille nasihatle yetinirler. Kendilerinin dışındakilerin küfrüne kendilerine bağlı olanların ise imanına hükmedip kararlar verirler. Kendilerini böyle sanırlar. Sanki iman kendi ellerinde imiş gibi...

Böyle kimseler Allah'ın kullarının menfaat ve faydalarının münhasıran sadece kendileri gibi zahiri alimlerin ve vaazcıların üzerine kayıtlı ve bağlı mı sanıyorlar ki hiç durmadan cihaddan, mücadeleden bahsediyorlar.

Halbuki tarikat ehline gelince onların önem verdikleri; cedelleşmeyi terk, söyledikleri nasihat, taşıdıkları hallerini gizlemek ve insanlardan uzlettir. İşte bundan dolayı halkla cihadın terkine, onun lüzumunun olmadığına hükmettiler. Yoksa onların dediği gibi ehl-i tarik, cihadı iptal ve nasihati terk etmediler. Hâşâ... Velakin onlar nazar ettiklerinde dakaik ve hakakikleri fikreder ve tevhidin nuru zühud eder de şühuda ererler... El-hakk muhakkak ki, Allahü Teâlâ kullî şeyle beraber, kullî şeye mutasarrıf ve kullî şey tasarrufu altında, kullî şey üzerine kâim, kullî şeyin evvelî, kullî şeyin âhirî o kullarının üzerinde Kahhar ve Hakimü'l Habîr'dir. Hükmeden, Hakim olan ve Haberdâr olandır.

 

HİDAYET - DALALET VE TAKDİR-İ İLAHİ

والله خلقكم وماتعملون

Allah sizi ve amellerinizi yaratandır. İşte zaman tarikat zamanı değil cihad zamanı diyenler bunları okuyup dinlesinler de Hz. Allahü Zülcelâl hakkında edeblerini takınsınlar, olur olmaz konuşup durmasınlar. Hidayeti verenin Allahü Zülcelâl olduğu itiraf etsinler de “Allahü Zülcelâl'in kullarını taklidden tahkike çıkaracağız” diye azgınlık yapmasınlar. Hidayet mutlaka Allahü Zülcelâl'e aittir. Kul bir tebliğ edendir. Tebliğcidir. Birisine hidayet vermeye kesinlikle kudreti yoktur. Tebliğcidir ve tebliğ yapar da ancak illa tesir bırakacak diye bir şey yoktur. Ancak Allahü Zülcelâl'in dilediğini söyleyebilir. Tebliğ sadece bir vazifesidir. Âlim olan kimse üzerinde cahil olanın bir hakkı vardır ki tebliğ edecek, söyleyecek, ama hidayet vermeye kabiliyeti yoktur. Hidayette ve imanda Allahü Zülcelâl'e aittir.Kimsenin bunda tasarrufu yoktur. Ne kimseye iman verebilir. Ne de kimseden imanı giderebilir. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: “Yol gösteren benim ama hidayet Allahü Zülcelâl'indir.” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi kendine bir pay çıkarmamıştır.

انا الدليل والهادى الله

“Ben sadece delilim, anlatıyorum ve yol gösteriyorum. Ancak hidayet Allah'ındır.” Başka kimsenin tasarrufu yoktur. Zaten olsaydı, önce amcasını iman sahibi ederdi... Onun için bizler haddimizi bilmemiz lâzımdır. “Yok efendim imanı taklididen imanı tahkikine hakikatine çıkaracakmış vs.” Hepsi safsata, sanki tasarrufları varmış gibi aşırı derecede azgınlık yapıyorlar. Hiç kimse hidayet ve dalalet hususunda asla müdahil (karışan) değildir. Nasihat edebilir. Fakat “ben hidayete getiriyorum” diye bir şey asla yoktur. Muhakkak ki her bir kişi için hikmetullah'a dönüş vardır. Her kimse Allahü Zülcelâl'in hikmeti ve ezelden kaderi ne ise ona döner ve rücu' eder.

ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ

(Yasin/ 38)

“...İşte bu, aziz ve alim olan Allah'ın takdiridir.”

İşte bu Azizü'l Alim olan Allahü Zülcelâl'in takdiridir ki, aziz dediğimiz zaman hiç kimse pürüz çıkaramaz. Aziz olan her dediğini yapabilen hatta yapamadığı zaman zillete düşen olur ki, Hâşâ Allahü Zülcelâl'in azizliği ve kaviliği vardır. Dilediğini yapar ve asla kimse engelleyemez.

Eğer engelleyen var ise demek ki Azizlikten düşmüş olur ki hâşâ... Bu hususla ilgili âyet-i celile ve hadis-i şeriflerde pek çoktur.

قال رسول الله صلى الله تعال عليه وملم:

 فرغ الله عزوجل الى كل عبد من خمس من اجله ورزقه واثره ومضجعه وشقى اومعيد

)رواه امام احمد والطبرانى(

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyordu ki: “Allah (Azze ve Celle) kullarıyla ilgili şu beş hükmünü vermiş ve el çekmiştir. Fariğ olmuştur. Eceli, rızkı, eseri, madca' (doğup yaşayacağı ve sonunda yatacağı yerler) ve son nefesinde said mi şaki mi olacağı karara bağlanmıştır.” Yani kadere taalluk eden bu beş hükmü yazmış ve mürekkebi de kurumuştur. Ravisi İmam-ı Ahmet ve Taberani

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: فرغ الله عز وجل الى كل عبد من خمس من عمله واجله ورزقه واثره ومضجعه

)رواه الطبرانى(

Hadis Meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Allah (Azze ve Celle) her kulu üzerindeki şu 5 hükmü kesinleştirmiştir. El çekmiş ve boşa çıkmıştır; Ameli, eceli, rızkı, eseri (hangi eseri meydana getirip geride bırakacağı) ve madca'ı”. Ravisi Taberani. Burada amel dediğimiz yine sonuçta said mi şaki mi olduğu demektir. Ameli mutlaka varacağı sonuç bu ikisinden birisidir.

فرغ الله عز وجل من المقادير وامور الدنيا

 قبل ان يخلق السموات والارض بخمسين الف سنة

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Allah (Azze ve Celle) semaları ve yeryüzünü yaratmadan 50.000 sene evvel dünyanın ömrünü miktarını takdir edip kesin hükme bağlamış ve bu işten el çekmiştir.” Yani Allahü Zülcelâl daha henüz gökler ve yer yokken 50.000 sene evvel takdir etmiştir, projesini yapmıştır.

ان احد كم يجمع خلقه فى بطن امه اربعين يوماً نطفة ثم يكون علقة مثل ذالك ثم يكون مضغة مثل ذالك ثم يرسل اليه الملك فينفخ فيه الروح ويؤ مر باربع كلمات بكتب رزقه واجله وعمله وشقى اوسعيد فوالله الذى لااله غيره ان احدكم ليعمل بعمل اهل الجنة حتى ما يكون بينه وبينها الا زراع فيسبق عليه الكتاب فيعمل بعمل اهل النار فيد خلها. وان احدكم ليعمل بعمل اهل النار حتى ما يبقى بينه وبينها الاذراع فيسْبق عليه الكتاب فيعمل بعمل اهل الجنة فيد خلها لما تكفروا فى احكام الايات والاحاديث عرفو حدهم فتأدبوا

(رواه البخارى ومسلم)

Hadis meali: Şüphesiz ki Allah (Azze ve Celle) her birimizin anasının karnında halk ederde 40 günde bir nutfe (bir damla meni) iken sonra bunun gibi alak (pıhtılaşmış kan) haline, sonra bunun gibi mudga (bir çiğnem et) haline getirir de sonra ona bir melek gönderir de ona ruhu nefha eder (üfürür) ve o meleğe 5 şeyi yazması emredilir ki: madca'ını, rızkını eceli, ameli ve said mi şaki mi olduğunu yazar. Ondan gayrı ilâh olmayan Allah'a yemin olsun ki, birimiz kesinlikle cennet ehlinin amelini işler ve cennetle arasında bir zira' (dirsekten orta parmak ucuna kadar olan 75-90 cm lik bir ölçü) kalıncaya kadar yaklaşır. Fakat kendisi için yazılmış hüküm galebe hüküm ederde ateş ehlinin amelini işlemeye başlar ve ateşe girer. Yine biriniz kesinlikle ateş ehlinin amelini işler hatta öyleki onunla ateş arasında bir zira' kalıncaya kadar. Fakat kendisi için yazılan ve kesinleşmiş olan hüküm galip gelir de cennet ehlinin amalini işlemeye başlar ve cennete girer. Ravisi Buhari ve Müslim

Yani, kişi geliştikten sonra çalışmaya başlar. Düzgün bir amel yürütmekte cennetlik görüntüsü varken ezelde vakti ile şaki ise değişiyor ve şeka amellerine başlar. Hatimesi de şâkî üzere olur. Öbürüsü de şekâ âmâli işlemekte iken bakarsın tevbeye girer değişir de cennetlik amel işlerde said olur. Kimseye peşinen “şudur, budur” denilemez. Yukarıdaki âyet-i celile ve hadisi şeriflerin hükümlerini düşündüklerinde umulurki onların her birisi anlar, irfan sahibi olur, edebini takınır, nefsinin acizliğini fehmeder. Bitkin ve bîhuş (şaşkın, sersem) hale gelirde cedelleri azalır. Allahü Zülcelâl hikmeti (Hikmetullah) içinde fikirleri çoğalır. Ve Allahü Zülcelâl'in kudreti halk ettiği şeyler içinde cereyan içinde oluşur gider. İşte kim ki bu şekilde mahlukata (halka) şefkat (karşılıklı istemeden merhamet edip sevmek), refet (merhametle acıma) ve rahmetle bakarsa, onları ayrı gayrı bilip, hakîr (küçük, kıymetsiz, itibarsız) görmezse, onlar hakkında su-i zann beslemezse kader kaderullah'dır deyip halk hakkında su-i zann (kötü zan) beslemezde bilakis hüsn-i zan ile âmâl ederse (işler yaparsa), halk ile ayıpları arasına perde olmayı kendisi için lüzumlu ve gerekli görürse, tecessüsü (bir şeyin iç yüzünü, sırlarını araştırmayı) terk ederse, hiç birinin ayıplarını ifşa edip utandırmazsa ve halk ile Halîklarını baş başa bırakıp aralarından çekilirse: âyet-i celilede:

يحكم ما يشاء وهوالخكيم الخبير

Allahü Zülcelâl dilediği şekilde hükmünü verir ve icra eder. Hakimdir. Kullarına karşı merhametli, yumuşak ve her bir şeyden haberdar olandır.

فَمَن يُرِدِ اللّهُ أَن يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلإِسْلاَمِ وَمَن يُرِدْ أَن يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا (En'am/125)

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslama açar. Kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır.” Muhakkak ki Allahü Zülcelâl'in hükmüne teslim ve Allah kullarına ne yaparsa yapar ve Allah'ın kullarına karşı daha şefkatli olmalı, onların iyiliği için af ile mağfiret ile dua etmek, şeddet ve intikam almak gibi huyları azaltıp terk etmektir.

İşte bunlar ise Allahü Zülcelâl'in halkından olan Rasüllerin câri' âdetlerindendir. Şu âyet-i kerimeler ise bu hale serahatle; açıklayan vazıh beyanlardır.

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ

(Âli İmrân/159)

“O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet. Bağışlanmaları için dua et. İş hakkında onlara danış.”

ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ

(Nahl/125)

“(Resulüm!) Sen, Rabbının yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbın kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri çok iyi bilir.”

Allahü Zülcelâl'in halkının hayırlısı olan Habibi Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e bu şekilde vasiyetinden sonra İbrahim (as) için:

رَبِّ إِنَّهُنَّ أَضْلَلْنَ كَثِيرًا مِّنَ النَّاسِ فَمَن تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

(İbrahim/ 36)

“Çünkü onlar (putlar), insanlardan bir çoğunun sapmasına sebeb oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin.”

Ve Musa (as) ve Harun (as) u Firavun'a gönderdiğinde onlara vasiyeti ise rıfk ile nasihat etmeleri ve yumuşak olmalarıdır.

فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَّيِّنًا لَّعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى

(Taha/ 44)

“Ona yumuşak söz söyleyin, Belki o, aklını başına alır ve korkar.”

إِن تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِن تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

(Mâide/118)

Yine Allahü Zülcelâl İsâ (sa) dan hikaye ederek: “Eğer kendilerine azab edersen şüphesizki senin kullarındır (dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin, dedi.”

وما اريد ان اخالفكم الى ما انهاكم عنه ان اريد الاالاصلاح ... وما توفيقى الا باالله عليه توكلت واليه انيب

Yani bundan gaye Rasül ve Nebiler irşad ederken; tatlı bir üslûbla irşad ederler. Sertlik yoktur. Mesela İbrahim (as): “Bana tâbi olan zaten benim milletimdendir. Fakat bana tâbi olmaz da isyan ederse sen hem mağfiret edersin hem de Rahimsin” buyuruyor. İsyan eden kendisine uymayan kimseye dahi sertlik göstermiyor.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise Allahü Zülcelâl’in tüm kullarına rahmettir.

إِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ

(Bakara/143)

“... Zira Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir.”

Rauf ki Rahimden de nazik yani toz kondurmaz bu müminlere böyledir. Bütün insanlara ise;

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ

 (Enbiya/107)

“(Resulüm!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik”

Bu ise umumidir ve âleme rahmettir. Ebu Hasani'l Şâzeli buyuyur ki: “Tüm nebiler rahmetten var olmuşlardır. Rahmet ise Rasulullah ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ta kendisidir. Rahmetin tamamıdır. Diğer nebiler ondan alıyorlar.”

Hz. İsa'ya (as) gelince; “Eğer bunlara azap edersen kullarındır ya Rabbi! Eğer bağışlar isen hem Aziz'sin hem de Hakîm'sin ya Rabbi!” buyuruyor. Aziz demek; dilediğini yapabilen demektir.

Şuayib (as)'ın söylediği harika kelimelerden dolayı Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Şuayib nebilerin vaazı, nasihatçisidir. Belagat ve fesahat sahibidir.” buyuruyor.

 

Aziz kardeşlerim,

Anlattığımız hususlardan dolayı sahabe-i kiram (ra) ve evliyaların ekserisi Allahü Zülcelâl'in halkına karşı raufer (refetli) ruhameen (merhametli) ve müşfik olup böylece gelip geçmişlerdir. Kendisi rahmet olan Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a Allah Azze ve Celle:

وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِين ۞ فَإِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ إِنِّي بَرِئٌ مِّمَّا تَعْمَلُونَ َ (Şuara/215-216)

“Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkakki uzağım. Müminlere karşı ana kuşu nasıl kanatlarıyla gölgelendiriyorsa sen de öyle kanatlarını sal. Ama isyan edecek olurlarsa “ben sizin bu halinizden biriyim, amelinizden beriyim! Sizden değil.” buyuruyor. Kendilerinden değil de amellerinden muamelelerinden. Yoksa onları uzaklaştırıp tard etmek diye bir şey yoktur. Çünkü Allah'ın bir kuludur. Onun meydana getirdiği bir insan olarak görüyor. Ebu Fadıl Ahmed bu hususta: Sarımsak yenmesi hususunu ele alıp misâl veriyor ve diyor ki: “Esasen Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sarımsağı değil de kokusunu sevmiyor ve istemiyor. İnsanları rahatsız eder diye istemiyor” İşte böyle bir kimsenin şahsiyetine değilde muamelelerine, amellerine karşıdır. Esasen insan çok kıymetlidir. Mübarek İmam-ı Ali (kv):

ايا انسان جرمك جرم صغير وفيك انطول عالم الاكبر

Ey insanoğlu senin cürmün (cismin) küçüktür. Ama bu amelü'l ekber sende mündemiçtir, (dürülüp sarılan, içine sokulan) Aklı fikri, feraseti vb. sanki bir fabrika gibidir.

Onun için Allahü Zülcelâl başlangıçta Aleyhissalatü Vesselam'ı böylece uyarıp “Mü'minlere ana şefkatiyle idare et!..” buyurmuştur. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise bilhassa Tâif olayı vuku' bulduğunda bunu isbat etmiştir. Tâifteki olayda mübarek Aleyhisselatü vesselama atılan taşlara karşı Zeyd bin Haris (ra) siper oluyorda taşlar kendisine gelsin istiyor ama kadit (yetersiz) kalıyor. Ve neticesi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ayakları kan içinde bir hal kalmadı âdeta bitkin bir haldedir. Buna rağmen Allahü Zülcelâl Cebrail (as)'i gönderdi de “Ya Muhammed muhayyersin dilersen, iki dağı birleştirir de bunları yok ederim, bunlar sizi çok üzdüler. İster böylesi ister kendi ihtiyarını, kararını ver” diyor. Bu kadar ezâ vefâ ve çileye rağmen: “Ya Ahi, bunlar hepsi Allahu Zülcelâl'in kullarıdır. Kendi etrafımız akrabayü taallukatımız veyahutta ayni memleketin adamlarıdır. Evet bunlar nahoşluk yaptılar, ama bilmediklerinden yaptılar. Fakat bunlar alt¬üst olurlarsa hiç bir şey kalmaz. Ben dilerim ki bunlar Halika teslim olurlar. Eğer bunlar olmazlarsa, bunlardan gelecek evlâtları buna inanır ve ümmetimden olurlar.” buyurarak yok olmalarına razı olmuyor. Kendisi de bitkin bir halde rast geleye yürüyorlarda “nere gidiyorum?” demiyor. “Böylece bir yere yatmışım beni uyandıran güneşin harareti idi.” buyuruyor. Ninovadan gelipte Taife yerleşen birisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ı böyle görünce kendisine bağına gelmeyi teklif etmişde Ninovalı olduğunu söyleyince: “Orada benim kardeşim Yunus vardır” buyurunca o kimse “Onu biliyor musunuz?” diye sorduda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “evet” buyurdu.

Bakınız ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın çektiği ezâ ve meşakkatlar karşısında Allahü Zülcelâl O'nu şiddet-ü-intikam ile aff-ü-gufrân arasında seçim yapmasında muhayyer kılıyor. Bizzat kendisinin seçip tercih yapmasını diliyorda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bilâkis, “Allahü Zülcelâl'den umarım ki; bunların sülblerinden gelecek olan kimseler, Allah'a kulluk eden ve O'na şirk koşmayan kimseler olurlar.” buyuruyor.

 

Aziz Kardeşlerim;

Onun içindir ki bu seçkin zâtlar ehl-i batın olanlar Allahü Zülcelâl'in kullarına karşı ahyar (en hayırlı) halim (yumuşak başlı) hannan (yufka yürekli) olup ana şefkati ile muamele ederler. Ve onların iyiliğini ve emân durumda olmalarını temenni ederler, onlar için gizli de açık da husn-ü hitamları ve cennete ulaşıp selâmete ermeleri için kalben dua ederler. İşte bu kardeşler karşı karşıya olmadıkları halde gıyablarında dua ederler ki en muteber olan dua budur. Bir mü'min diğer bir mü'min kardeşine karşı birbirlerini görmedikleri halde riyakârlık, sûmakârlık değilde gıyaben Allah rızası için, içten gelerek ciddiyetle dua ederse en geçerli olan dua budur. Ve dahi husnü'l hitamları (iyi son) için dua ederler.

Ama zahiri âlimlere gelince, onlar nasihat ettiklerinde galiz (nezaket ve edeb dışı, kaba) zecrî (zorlayıcı, önleyici, yasaklayıcı) usrî (zorlaştırıcı) neferrî (nefret ettirici) dirler. Bunların bu halleri, sert konuşmaları dinleyenleri ye'se (karamsarlığa) düşürecek hale iletir. Halbuysa, umudu kestirmek, havf-ü-recayı ve korkuyu kaldırmak ise aslında küfürdür. Allahü Zülcelâl'in rahmetini kaldırırsa recâyı ve umudu kaldırır. Ötekisi ise havfı (korkuyu), Allahü Zülcelâl'den korkmayı kaldırırsa, saymıyormuş gibi davranırsa bu da olmaz. Allahü Zülcelâl'in azabından emin değiliz. Amma rahmetinden de asla umud kesmeyiz. Rahmetinden umud kesilecek olursa küfre eletir. Âyetle sabittir. Bu hal insanı ye'se düşürür. Ye'se ise ancak kâfirler düşer ve Allah'ın rahmetinden umud keserler. Bu kimseler beddua ettiklerinde ise hiç çekinmeden kahr-ü helak ve şidded-ü-intikam isterler. Yâni beddua etmeye sıra gelince hep; şidded, intikam, helak, altüst etmek isterler ve Kahhar isminle kahret vs. derler. Halbuysa Kahhar ismi bu dünyada kullanılmaz, işlemez çünkü burası imtihan diyarıdır. Kahhar ismi gelecekte cehenneme gidecekler içindir. Burası serbestliktir. Allahu Lâtifun bi'l ibâd...

İşte zahiri âlimlerin pek çoğunun halleri budur. Ancak, faydalı olan tatlı ve yumuşak konuşan şer'i şerife uygun olan zahiri âlimlere gelince onlar bizim, söylediklerine münhasıran inandığımız, anladığımız ve şahidleri olduğumuz kimselerdirler. Ki onlar, ihlasları, tavazu'ları ve Allah'dan korkuları nisbetince fayda temin ederler. Müjdeler, rağbet ettirir, sevdirip arzulatırlar. Korkutup, nefret ettiren ve zorlaştıranlara karşı merhamet edip kolaylaştıran saadatlarımızdırlar. Böylesi zâtların menfaat verici oluşları halisane halleridir. Söylediği nâsihatlarını bilâkis kendisinin uygulaması lâzımdır. Kavlen (sözle) söylediğini halen (amelen) yaşamıyorsa başka kimseye güzel şeyler anlatıpta tadlandırması geçersizdir. Tesirde bırakmaz. Hatta bir hadise vardır; Hasan-ı Basri Hazretlerine bir gün bir köle gelmişde: “Efendim ne olursun kölelerin azad edilmesi yönünden bu günlerde bizim beldemizde de bir şeyler söylesende hür olsak...” deyince “Olur oğlum” demiş. Ama ne kadar zaman geçmişse geçmiş Hasan-ı Basri Hazretleri bir cuma namazında öyle bir va'az etmiş ki çok kimseler kölelerini fedâ edip azad ettiler. Sonunda bu köle de azad olup gelip diyor ki: “Kurban olduğum, vaktiyle benim size geldiğimde söyleseydin ben şimdi çoktan memleketimde olurdum bu kadar uzun uzadıya buralarda kalmazdım.” deyince: “Bak oğlum, senin bana geldiğin zamana kadar ben bir köle azad etmiş değildim. İnsan, söylediğini uygularsa bir tesirat bırakır. Onun içinde o günden bu güne kadar bin iktisad ettim de bir köle satın alabildim. Onu da bugün azad edebildim. Onun için millete böylesine te'sir etmesi benim bu işi fiilen işlemiş olmamdan dolayıdır. Yoksa kuru kuru söyleseydim ne te'sir yapacaktı!..” buyurur. İnsan söylediğini işlemeli. Eğer imkanı yoksa hiç olması cidden hevesi olmalıdır. Yoksa herkese güzel güzel un eleyipte kendine kepek bırakırsın. Başkada bir şey olmaz. Biraz sonra gelecek olan “Lâ havle velâ kuvvete illâ billahi’l âzim” hadisi cidden harikadır. Sizlere tavsiye ederim ki sabah akşam ve yatacağınızda 10 kere getirin.

سبحان الله وبحمده سبحان الله العظيم. وبحمده استغفرالله

“Subhanallahi ve Bihamdihi subhanallahelazim. Velâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyül azim.” Bu Arş'ın hâzinelerindendir. Meleklerin teşbihi, şeytanlarında recmidir. Şeytanlar göğe çıktıklarında melekler onları bununla taşlarlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan evvelisi şeytanlar göğe çıkıpta oradan bundan kâhinlere bazı haberler getirirlerdi. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan sonra bundan menedildiler. Ama yine de çıkıpta bir şeyler duyalım deyipte yaklaşınca melekler: “Lâ havle velâ kuvvete ille billahi” dediklerinde ateşten bir kıvılcım gibi şeytanları yakıyor. Sizde bunu söylediğinizde, derd ve sıkıntılarınızdan kurtulursunuz. Büyük bir emândır. Bizden sizlere bir hediye olsun!.. Zâten sabahleyin söylediğinizde dünya meseleleriniz düzene girer. Akşam ise Allahü Zülcelâl'in sert gazabını durdurur. Yatarken ise uykuda iken selâmet getirir, halel getirmez.

الاخبرك بتفسير لا حو ل ولاقوه الاباالله ؟ لا حو ل عن معصية الا بعصمة الله ولا قوة على طاعة الله الابعون الله. هكذا اخبرنى جبريل يابن مسعود

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Dikkat ediniz, size “Lâ havle velâ kuvvete”nin tefsirini haber vereyim. Allah'dan gelen mâsiyetlere karşı Allahü Zülcelâl'in ismetine (ismetullaha) korumasına sığınmaktan başka bir havi (tasarruf gücü ve kudreti yoktur. Taatullaha (Allahü Zülcelâl'in emirlerini yerine getirme) devam edebilmek için ise avnillaha (Allahü Zülcelâl'in yardımına) ve inâyetullaha güvenmekten başka bir kuvvette yoktur. Ey ibn-i Mes'ud bunu böylece bana Cebrail haber verdi.” buyurdu.

 

Aziz kardeşlerimiz; İşte bâtını âlimler sizlere anlatmaya çalıştığımız bu âyet-i celileler ve hadisi şeriflerle edeblenip, ahlâk-ı selime, ahlâk-ı halime ve ahlâk-ı rahime ile ahlâklanmışlardır. Nasihat ettiklerinde ise kardeşvâri (kardeşçe) nasihat ederler. Allahü Zülcelâl'in kulları hakkında cari' olan kaderi, meşiyyeti (dilemesi) ile Rifkla yumuşaklılık ve tadlılıkla bu güzel yolda arkadaşça refik, günahlardan dönüp hakkı kabul eden kişi olarak evvâb, Şefuk (şefkatli) ve rauf (çok acıyan) bir kimse olarak insanlara samimi bir kâl (söz) ve halde (âmel) nasihat ederler. Şu âyeti celileler ise buna en güzel natıka (açık ve noksansız anlatım) dır.

وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا

(İnsan/ 30)

“Sizler ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (birşeyi) dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah herşeyi bilendir. Ve hikmet sahibidir.”

وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

(Tekvir/29)

“Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz:”

İşte bu âyet-i celileler ve hadis-i şerifler; kalb sahibi olan kulağına doğru söz giren ve hak olana şahid olabilen kimselere kâfi ve yeterlidir.

Ancak yine de biz saadat-ı kiramın fayda ve yararları üzerinde biraz daha duracağız. Çünkü bazıları, halkın menfaatlarını tamamen cedelci bir nasihata münhasır ve sadece bu yolla mümkün sanıp ileri geri bilir bilmez durmadan bağırıp çağırıyorlar ve başkada bir şey görmüyorlar. Onun için biz şimdilik, Allahü Zülcelâl'in kullarına merhametli dünya ve ahiretleri için fayda temin edenlerin hayrat ve berakatlarından azda olsa tekrar bahsedeceğiz. Allah’ım bizi onlarla hasret.. Âmin ya Muin!..

 

EBDAL HADİSİ

عن عبادة ابن الصامت رضى الله تعالى عنه قال: قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: لا يزال الا بدال فى امتى ثلاثون بهم تقوم الارض وبهم تمطرون وبهم تنصرون

Hadis meali: Ubbadete ibn-i Samid (ra)dan gelen hadisde Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Ümmetim içinde 30 ebdâl asla yok olmazlar. Bunlar mütemadiyen devam eden, gidenin yerine başkası gelen ebdâllerdir. Benden evvel onlar evtadlar idiler ve nebilerden olurlardı. Onlar yeryüzünün dağları gibidirler. Onlar ile (onların yüzü suyu hürmetine) yeryüzü kâim olup ayakta durabilir. Onlar ile yağmur yağar ve Onlar ile yardım olunursunuz.” Katade “ben, onlardan birisinin Hasan-ı Basri olacağını umarım.” diyor.

Hasan-ı Basri (ks) tâbi'indendir. Ubbade (ra); Hasan-ı Basri'nin durumunu çok iyi bildiği için: “Umarım ki o abdâllerden birisi de Hasan-ı Basrî'dir.” diyor. Neden bunlara EBDÂL denmiş? Çünkü tebdilden, bedelden... Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan evvel nebiler EVTÂD (kazık, direk) olunca:

أَلَمْ نَجْعَلِ الْأَرْضَ مِهَادًا ﴿٦﴾ وَالْجِبَالَ أَوْتَادًا ﴿٧﴾

 (Nebe’/6-7)

“Biz yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık yapmadık mı?” Yeryüzünün istikrarı sükûneti için düzgün yaşanabilir bir halde olabilmesi için Allahü Zülcelâl nebilerini yeryüzüne evtad kılmıştır. Halkın saadeti ve selâmeti yönünden dâima bulunmaları lâzımdır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'den sonra bu nebilere bedel olarak onların yerine ebdâller ikâme olunmuştur. İşte Aleyhisselâtü vesselâm'dan sonra nebilerin yerine ebdâller tebdil edilmiştir ki, yeryüzü sükûnet ve istikrar bulsun diye. Ebdâller gelecek zararı önlemeye çalışırlar. Bu bakımdan nebilere ayni seviyeli ve onların yerine vazifeyi yapıyorlar. Onun için: “Rızkınız, yağmurunuz, herşeyiniz onların hayrat ve berakatlarıyla gelir ve olur.” buyuruluyor. Hatta “Ya Rasulullah bunlar rızık mı veriyorlar?” diye sorduklarında: “Hayır, rızık vermiyorlar, ancak yağmur onların sayesinde yağıyor. Yağmur olmazsa rızık mı olacak?” buyuruyor. Ebdâller yeryüzünde âdeta bir emân durumundadırlar. Emanu'l arz'dırlar.

 

EBU HÜREYRE VE EBDALLERDEN YESÂR

İmam-ı Ali (kv)'ye “Efendim Emevîler hutbelerinde bize çok ağır sözler söylüyorlar. Müsâde edersen bizde onların dersini veririz.” dediklerinde Mübarek İmam-ı Ali (kv): “Ama onlar Şam'da bulunmaktalar. Şam ahalisinin içerisinde ise ebdâller vardır. Ben ebdâllerin bulunduğu yer için böyle nahoş bir kelime kullanılmasını istemiyorum.” buyurur. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın: “Şam şehri ebdâlların makam (merkezi)dir.” buyurduğunu bildiğinden Şam'dan bir kimseler gelirse kim olursa olsun çıkar karşılarında belki ebdâldir diye öperdi... “Belki gözümüz bir ebdâl görmüş olsun” derdi. İşte ebdâl böylesine kıymetlidir. Nitekim bir hadisesi vardır. Aleyhisselâtü vesselam Ebu Hureyre (ra) ile birlikte mescidde otururken, “Ebu Hüreyre şimdilik bu kapıdan gelecek olan kişi ebdallardandır.” buyuruyor. Ebu Hüreyre “böylece dururken baktım ki kel bir kimse geldi. Bir testi doldurmuş başı üzerinde mescide girdi ki mescidi sulayıp süpürecek. Gelir gelmez Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) öyle beşâşetle: “Merhaben bi Yesâr!.. Merhaben bi Yesâr!.. Merhaben bi Yesâr!..” diye buyurdu. İsmi Yasermiş. Öyle debdebeli falan da değil. Yâni, ebdâl deyince öyle padişahlık krallık falan değil... Allahü Zülcelâl'e yarar bir kul olarak haddini bilen saygı duyan bir kimse... Bu şekilde gelmiş mübarek işini görüp gitmiş. Ebu Hüreyre'ye: “İşte bu kişi ebdâllerdendir.” buyuruyor. Bu hadise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın devresinde devlet içerisindeki ebdâller!. Ve buyuruyor ki: “İşte bunlarla yağmurunuz vs. gelir.” Ebdâller, halkın bir şemsiyesi mesâbesindedirler. Onun için hadis-i şerifte “Umarım ki Hasan Basri de bunlardan birisidir.” diye geçmektedir. Hadisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan alan Ubbâde (ra), Hasan-ı Basrî de gördüğü tevazu' ve edebiyatı, ebdallara yakıştırıyor ki: “Umarım ki Hasan onlardan birisidir.” buyuruyor. İşte evtad'ın yerine bedel olarak gelen ebdâl, büdelâ (ebdallar)!..

 

EBDALLERLE İLGİLİ HADİSLER

عن عبد الله ابن عباس رضى الله عنهما: قال ر سول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: ما خلت الارض من بعد نوح من سبعة يدفح الله بهم البلاء عن اهل الارض

)رواه امام احمد(

Hadis meali: Abdullah ibn-i Abbas (ra)'dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Yeryüzü Nuh'dan sonra 7 kişiden hali (boş) kalmadı. Allah onlar ile (onların sayesinde) ehl-i arzdan beliyyeleri def eder.” Ravisi, İmam-ı Ahmed.

Mübarek Aleyhisselâtü vesselam öyle buyuruyor; Nuh (as)'dan bu yana yeryüzü bu 7 ebdâlden hiç bir zaman boş kalmamıştır. İşte bu çok enterasan bir meseledir ki, Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Nuh'dan bu yana gelen ebdallerin sulbünden gelmektedir. Muhakkak yeryüzünde 7'ler olduğuna göre Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın geldiği sülâle bunların dışında mı kalır. Mutlaka 7'ler kanalıyla tahir bir nesil olarak gelmiştir. Çünkü o 7'lerden birisi yoluyladır. Çünkü yeryüzü onlardan tamamen hali kalmamıştır. Celâleddin-i Suyutî'nin dediği gibi “Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın gelişi bu tahir zümre yoluyla olmuştur. Zaten başkada olamazdı ki...” Ehl-i şirk ve ehl-i küfrün Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın sulbünde olmasını ne gayretimiz ne de inancımız kabul eder!.. Bu asla olamaz. İşte bu isbat yeterlidir.

عن ابن عمر رضى الله عنهما قال: قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم; خيار امتى فى كل قرن خمس مأة والابدال اربعون فلا الخمسمأة ينقصون ولاالاربعون كلمامات رجل ابدل الله من الخمسمأة مكانه وادخل من الاربعين مكانه فقالوا يا رسول الله دلنا على اعمالهم قال يعفون عمن ظلمهم ويجسنون الى من اساء اليهم ويتواسون فيما اتاهم الله

)رواه ابو نعيم وابن عساكر وعبدالله ابن هارون(

Hadis meali: İbn-i Ömer'den Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her batın (nesil, soy, kuşak, asır) da ümmetimin hayırlıları 500 kişidir. Ebdallar 40 kişidir. 500 kişide, bu 40 kişi de noksanlaşmış olamaz. Her ne zaman ki bu 40 kişiden 1 tanesi vefat ederse 500 lerden birisi yerine geçer.” Dediler ki: “Ya Rasulullah onların âmelleri hakkında yol göster.” Buyurdu ki: “Kendilerine zülm edenleri umumen genellikle affederler. Kendilerine kötülük yapanlara ve zarar verenlere de karşılık vermezler, iyilik yaparlar. Allahü Zülcelâl'in verdiğinden de halka vasiyet ederler ve nasihat ederler.” Ravisi Ebu Naim, İbn-i Esâkirve Abdullah ibn-i Harun'dur.

Yani mânevi devlet ricali 500 kişidirler. Noksan olmazlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmeti içinde de evtâdlar mevcûddur ve 7'lerdir. 40 lar ise abdallardır. Birisi vefat ederse alt kademeden üst kademeye birisi çıkar. Bu nizâm mütemadiyen böyle devam eder. Esasen Gavs, mugistir, kurtarıcıdır. Gavsiyet makamında 1 kişidir. Onun taht-ı tasarrufunda (tasarrufu altında) 2 veziri vardır. Sağ tarafındaki Kutbû'l Medar, yâni Gavs'ın idarecisidir. Sol tarafındaki ise Kutbû'l irşad dır.

عن عبدالله ابن عمر رضى الله عنهما قال . قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: لايزال اربعون رجلاً يحفظ الله بهم الارض كلما مات وجل ابدل الله مكانه آخر وهم فى الارض كلها

Hadis meali: Abdullah ibn-i Ömer (ra)'den Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “40 kişi asla yok olmaz. Allah onlarla (onların hürmetine) yeryüzünü muhafaza eder. Vakta ki, Allahın bu ebdâllerinden bir kimse ölürse onun yerine alt kademeden birisi doldurur. Ve bunlar yeryüzünün muayyen (belirli) bir yerinde değil de umumîdirler. Yeryüzünde yaygın bir durumda bulunurlar.”

 

EBDALLERİN ÖZELLİKLERİ

عن ابى سعيد الخدرى رضى الله عنه قال: قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم:  ان ابدال امتى لم يدخلوا الجنة باالاعمال ولكن انما دخلوها برحمة الله وسخاوة الانفس وسلامة الصدور والرحمة لجميع المسلمين

(رواه ابيهقى والدرانى)

Hadis meali: Ebu Said el Hudri (ra)'den Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Ümmetimin ebdâli cennete âmeli ile girmez. Velâkin muhakkak olan şey şu ki; Cennete, Allah'ın rahmeti, nefislerinin sehaveti (cömertliği), sadrlarının selametliği ve cemi'i'l Müslimine rahmetleri (rahmet nazarıyla bakmaları) sebebiyle girerler...” Ravisi Beyhakî ve Ed Daramî.

Bu ebdalleri sizlere anlatırken, sanmayın ki sadece ibadetleri yönüyle cennete girerler... Öyle âmelle satın almış gibi cennete girerlerde sanmayın. Esasen Allahü Zülcelâl'in rahmetiyle girerler bu birincisi, ikincisi ise hiç esirgemezler, gayretkeşdirler. Sehavet sahibi cömerttirler. Ümmet-i Muhammed'e imkanları nisbetince ellerinden gelen her türlü yardımı yapmak için cehd-ü-cühûd ederler. Yardımcı olurlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmetine ne kadar çok yardım ederlerse o kadar da kıymet ve değerleri artar. Elbette Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'de; kendi ümmetine, Allahü Zülcelâl'in kullarına böylesine hizmet edenlerden hoşnut olmaz mı, hoş görmez mi?.. Mutlaka hoş görür ve razı olur. Ve onların sadrlarında hased, fesad, kin, gıll vs. yoktur. Gayet safi zemzem gibi berrak... Ve tüm müslümanlara tamamen merhametlidirler. Hiç buğz bilmezler. İşte bu misillü halleri yönüyle cennete girerler. Âmelleri yönüyle yetişmiş değillerdir. Allahü Zülcelâl'in verdiği bu huyları ile cennete girerler.

عن ابى هريرة رضى الله عته قال: قال رسول الله صلى الله تعال عليه وسلم؛ لن تحلوالارض من ثلاثين مثل ابراهيم خليل الرحمن بهم ثغاثون وبهم ترزقون وبهم

تمطرون (رواه ابن حبان)

Hadis meali: Ebu Hureyre (ra)'dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Yeryüzü 30 kimseden asla hali (boş) kalmaz ki, Onlar adetâ İbrahim Halilurrahman misilli ve onun huyunda Halilî durumundadırlar. Taleb ettiklerimizin kabuliyeti esasen onların sayesindedir. Ve rızkınız da bunların yoluyla gelmektedir. Yağmurunuzda yine bunların yoluyladır.” Hatta; “Ya Rasulullah, Allahü Zülcelâl El Rezzak'tır, bunlar mı bize rızık verecek?” dediklerinde “hayır, hayır... Yağmurunuz onların sayesinde yaparda rızkınızı elde etmiş olursunuz. İhtiyacınızı temin etmiş olursunuz.” buyurdu. Ravisi İbn-i Hibban'dır.

عن ابن الدرداء رض الله عنه قال; قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: ان الانبياء كانوا اوتادالارض فلما انقطعت النبوة ابدل الله مكانهم قوماً من هذه الامة يقال لهم الابدال لم يفضلوا الناس بكثرة صوم ولاصلاة ولاتسبيح ولكن بحسن الخلق وبصدق الورع وحسن النية وسلامة قلوبهم لجميع المسلمين والنصيحة لله

تعال (رواه الترمذى)

Hadis meali: Ebu'd Derda (ra)'dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Şüphesiz benden evvel nebiler vardı ve yeryüzünün evtadları idiler. Vakta ki nübüvvet inkita'ya uğradı ve benden sonra Allah, nebilerin yerine şu ümmetimden bir kavmi tebdil etti (onlara bedel yaptı) Nebilerin yerine aynı kıymet ve değeri verdi. Onlara EBDÂL denir. İnsanların en faziletlisi değillerdir, herkesten fazlada oruç tutmazlar, sürekli namaz kılıp teşbihte çekmezler. Velâkin; Müslümanların cümlesi için selametü'l kalb sahibleri olup kimseye karşı kin vs. leh yoktur. Husn-ü hulûk (güzel ahlâk) sahibidirler. Ahlâkları güzeldir. Bu ise mizanda en ağır gelen şeydir. Sıdk-ü verâ' sahibleri olup sadıktırlar. Ve haram şöyle dursun şüphelilerden bile sakınırlar. Böyle olunca da duaları geçerlidir ve hüsnü niyetlidirler, kimseye karşı nahoş halde değillerdir. Ve nasihatları ise sadece Allahü Teâlâ'nın rızası içindir. Başka bir şeyler düşünmezler. Ravisi Tirmizi'dir.

عن الخسن رحمه الله قال: ان رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم قال: ان بدلاء امتى لم يدخل الجنة بكثرة صلاتهم ولا صيامهم ولكن دخلوها سلامة الصدور وسخاوة انفسهم والرحمة لجميع المسلمين

 (رواه الترمذى والبيهقى وابن ابى الدنيا) توادر الاصول

Hadis meali: Hasan-ı Basri (ra)'dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Kesinlikle büdelâ (ebdallar) ümmetimdir. Onlar namazlarının ve oruçlarının çokluğu ile cennete girmezler. Velâkin selâmetül sadr (sinelerinin selimliği) sehavetü'l nüfûs (nefislerinin cömertliği) cemii'l müslim için rahmetleri (merhametli oluşları) sebebiyle cennete girerler.”

Hasani'l Basri öyle buyuruyor: “Sanmayın ki ebdâller çokça ibadet etmişler de yetişmişler. Selametü'l sadr sahibidirler. Kalbleri selâmet üzeredir. Nefisleri de cömerttir, hiç esirgemezler bunu ne bırakırlar ne de yorulurlar ve buldukça da verirler. Koşarlar yardım ederler. Bu yönden ümmet-i Muhammede fedaî durumları vardır. Koşarlar yardım ederler. Gayretkeştirler hiç de esirgemezler. Ve müslümanların hepsine merhametlidirler. Hiç te gılzatları yoktur.” Bu hadis, Neva dirü'l usûl, Tirmizi, Beyhakî, İbn-i Ebu'd Dünyadadır.

 

BAKARA SURESİ 251. AYETİ VE BELANIN DEF'İ

وَلَوْلاَ دَفْعُ اللّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَّفَسَدَتِ الأَرْضُ وَلَـكِنَّ اللّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ (Bakara/251)

“Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü alt-üst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir.”

Bu âyet-i celile'nin tefsirinre “Levlâ defullah” eğer Allahü Zülcelâl mü'min ve ebrârlarla, kâfir ve tacirlerin müstehak oldukları azab ve beliyyeleri def etmiş olmasaydı yeryüzü tamamen fesada uğrar ve helak olurdu. Yâni Allahü Zülcelâl'in kulları arasında bulunan bazılarının yüzü suyu hürmetine, sapuk-supuk azabı hak edenlerin hallerine rağmen yeryüzünü alt-üst etmez. Onların yalvarıcıları adetâ fedaî gibi imkânları nisbetince önlemeye uğraşırlar. Bazıları diğerlerinin başlarına gelecek beliyyelerin define sebebiyet verir. Bugün ise bu hal daha da beterdir. Hatta Lût kavminin yerle bir olmasına sebeb olan Lûtîlik (homoseksüellik) el'an mevcûddur. Alt-üst olmayı çoktan haketmişiz. Aleyhisselâtü vesselâm'ın buyurduğu gün gelecek “erkek erkekle, kadın kadınla iktifa edip yetinecek, kadın erkek aramayacak ve erkekte kadın aramayacak.” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hiç bir şeyi bırakmamış... Hele bilhassa livatacılık feci!.. “Açın kabrini bakın hınzır suretinde bulursunuz.” buyuruyor. Çünkü hayvanlar arasında eşine karşı en gayretsiz olan hayvan hınzırdır. O yüzden de etini haram kılmıştır.

Hülasa, eğer bu mübarek zâtlar olması, diğerlerinin müstehak oldukları azabla yeryüzü tamamen fesada uğrardı. Lâkin Allahü Zülcelâl’in bunların sayesinde gönderdiği fazi, hayrat, berakat ve merhamet umuma da şâmil oluyor. Sadece bu zâtlara gelmiyor, bir kişiye, iki kişiye değilde yaygın olarak geliyor. Onların sayesinde diğerleri de faydalanır. Bakınız mü'min ve ebrârlar olmasa alt üst olurdu. O zaman mü'minlerde hepsi helak olurdu. Ama, Allahü Zülcelâl mü'minlerin sayesinde gelecek beliyyelerden kâfirleri dahi engelliyor. Kâfir olmalarına rağmen bu dünya hayatları böyledir. Sülehalar (salihler) sayesinde ise, fâcirler yüzünden gelecek olan beiiyyeleri durduruyor. Helâka müstehak olan kafir tacirlere karşılık mü'min ve süieha beliyyeleri engelliyor.

Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Müslüman ve salih bir kimse bir yerde oturuyorsa etrafındaki 100 ev halkı gelecek olan beliyyelerden korunmuş olur. Uzak olur.” “O salih kişinin yüzü suyu hürmetine 100 komşunada gelecek olan belâları Allahü Zülcelâl defeder.” buyurdu ve sonradan Bakara Sûresinin yukardaki 251. nci âyetini okudu.

Dünyanın her beldesinde Allahü Zülcelâl'in bir ebdâli bir salihi vs. olabilir. Bu yüzden müstehak oldukları azabı tadamazlar. Meselâ Zeyd ibn-i Amr, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın amuca oğludur. Kendisi hayatında hiç puta tapmamıştır. Müşrikler bir gün taptıkları putlar için Kabe'de kurbanlar kesmişler de et halinde halka veriyorlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile beraber Ebu Hureyre'de vardır. Henüz Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın devresi gelmemiştir. Zeyd oradan geçerken Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ona: “Amuca oğlu buyur.” deyince; “Ya Muhammed ben hayatımda böyle kesilen şeylerden yemedim.” dedi ve yemedi. Yine Kays ibn-i Sâide gibi, Halid ibn-i Senam gibi şahsiyetler vardır. Hiç bir zaman yeryüzü bunlardan boş kalmamıştır. Varaka gibi, Buheyre gibi... Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) için “O zaman ben yanında olabilsem, abdest suyunu ben dökerdim” diyor. Selmanî Farisî de öyledir, ateşperestti ve nereden nereye geldi!..

ان الله ليدفع باالمسلم الصالخ عن مأة اهل بيت من جيرانه البلاء (ثم قرأهذم الاية)

 (رواه الطبرانى)

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Şüphesiz ki Allahü Zülcelâl salih bir kişinin oğlunu oğlunun oğlunu ve etrafındaki evlerden komşu olanları dahi salah eder. Bu salih kişi bulundukça ölünceye kadar bir emân durumundadır. Ve Allahü Zülcelâl'in hıfzû muhafazası yok olmaz.

عن ثوبان رضى الله عنه. لا يزال فيكم سبعة بهم تنصرون وبهم تمطرون وبهم ترزقون

حتى يأتى امرالله

Hadis meali: Sevban (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “İçinizde 7 ler eksik olmaz. Onlar ile yardım edilirsiniz. Onlar ile yağmurunuz yağar ve onlar ile rızıklandırılırsınız. Hattaki Allah'ın emri gelinceye kadar.” Bu hadisi ibn-i Cerire't Taberi ve İmameddin İbni Kesir ve diğerleri rivayet ettiler.

حديث آخر: الابدال فى امتى ثلاثون بهم ترزقون وبهم تمطرون وبهم تنصرون

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Ümmetim içinde ebdâlların sayısı 30'dur. Onların sayesinde rızıklanırsınız, yağmurunuz yağar ve yardım edilirsiniz.” Katade: “Ben umuyorum ki Hasan el Basri de onlardan biridir. Hadis-i şerifi İbn-i Ömer (ra)'dah O da Cabir ibn-i Abdullah (ra)'dan, Oda Ubbâde ibn-i Samed (ra)'den, O da Sev ban (ra)'dan, O da Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan rivayet etti.

Şu âyet-i kerimede Allah azze ve celle:

إِنَّ اللَّهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ خَوَّانٍ كَفُورٍ

(Hac/38)

“Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.”

Bu âyet-i celelenin tefsirinde Allahü Zülcelâl bize haber veriyor ki: Şüphesiz o kendisine tevekkül eden ve kendisine inâbe eden (tevbe edip dönen) kullarını şerlilerin şerrinden ve tacirlerin tuzaklarından onları muhafaza eder, kâfidir ve yardımcılarıdır.

أَلَيْسَ اللَّهُ بِكَافٍ عَبْدَهُ

(Zümer/ 36)

Âyet-i celilede: “Allah kuluna kâfi değil midir?” buyurduğu gibi, muhafaza eder ve vekilleri ve yardımcıları olur.

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: ان من عبادالله لأناساًماهم بأنبياء ولاشهداء يغبط هم الانبياء والشهداء يوم القيامة بمكابهم من الله عز وجل فقال رجل من هم وما اعمالهم لعلنا نحبهم قال: قوم يتحابون بروح الله عزوجل من غيرارحام بينهم ولااموموال يتعاطونها بينهم والله ان وجوههم لنوروا نهم لعلى منابه من نور لا يخافون اذاخا ف الناس ولايحزنون اذاحزن الناس ثم قرأ: الاان اولياألله لاخوف عليهم ولاهم يحزنون

 (عن عمر الفارق رضى الله عنه رواه ابو نعيم الاصبهانى فى حلية الاولياء)

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Şüphesiz ki Allah azze ve celle'nin öyle kulları vardır ki onlar enbiya da değil, şüheda da değil, ancak onlara adetâ enbiya ve şühedâ bile kıyamet gününde onların Allahü Zülcelâl'den olan mekan ve makamlarına hayran oluyorlar gıbta ediyorlar (tergib için, imrendirmek için gıbta ediyorlar).” Ve oradakilerden bir kimse der ki: “Bu şahsiyetlerin âmelleri nedir? Ne âmel yapmışlar bilelim de umarız ki onları biz de severiz.” deyince Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Onlar öyle bir kavimdirler ki Allah azze ve celle'nin verdiği ruhullah ile Allah aşkıyla ve Allah için severler.”

İşte mesele budur. Tarikatın esâsı budur. “Tehabbuna fi'liahi” Allah için sevmek. Mübarekler bunu kastediyorlar ama biz anlamıyoruz. Tarikat deyince sanıyorlar ki; toplanır toplanmaz, paralar toplamak, köşkler yapmak, şirketler kurmak vs.!.. Fakat maalesef esası bu değildir. Esasen hadis-i şerifte belirtilen “Muhabbetun Fillah” sevmektir. Onlara nebiler dahi şehidler dahi gıbta edip imrenirler. Onların halleri orada öyleki herkes gıbta ediyor. Onlar öyle bir kavim ki Allah rızası için rahmeten bir birlerini sevmişler. Herhangi bir menfaata dayalı olmadan. Allahü Zülcelâl'in aşkıyla kardeşlik aktedmişler. Aşkla, şevkle, şefkatle!.. Bu kimselerin sıfatları o ki; aralarında hesab yok neseb yok ticarî değil, akraba da değiller sadece ve sadece Allah rızası için aşkla şevkle rahvaten kardeş olmuşlar. Rasulullah (Sailallahu Aleyhi ve Sellem) yeminle buyuruyor ki: “Vallahi o günde yüzleri öyle nurludur ki bakılamaz halde.” Hayran oluyor. “Yüzleri böyle olmakla beraber oturdukları minberleri dahi ayni nurdan… Herkeslerin “Nefsi!.. Nefsi!...” dedikleri kıyametin o dehşetli gününde... Öyle kimselerdir ki onlar; yeryüzünde insanlar korku içinde olsalarda korkmazlar. Ve emân durumundadırlar. İnsanlar hüzünlü ve kederli olsalar dahi onlarda asla hüzün ve keder yoktur. Emin ve selim durumları vardır.” Ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şu âyet-i celile'yi okudu:

أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ۞ الَّذِينَ آمَنُواْ وَكَانُواْ يَتَّقُونَ۞ لَهُمُ الْبُشْرَى فِي الْحَياةِ الدُّنْيَا وَفِي الآخِرَةِ لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

(Yûnus / 62-63-64)

Bu kimseler işte bunlar. Demek ki velayet meselesi.

 

“TARİKATI TASDİK VELAYETİ SUĞRADIR” SÖZÜ

Hazreti Şah-ı Nakşıbend (ks)'den Hz. Beyazidi Bestami (ks)'den ve Şeyhimiz Hâce Alaaddin (ks)'den bizzâtihi:

التصديق بطريقتنا ولاية الصغرى

 buyurmuşlardır. Ben bizatihi Şeyhimizden duydum “Tarikamızı tasdik etmek küçük velayettir.” buyurmalarının karşısında Şahı Nakşibend (ks) ve İmam-ı Rabbani (ks)'den: “Tarikatımızı yalanlayanların sû-i hatimelerinden (kötü son) korkulur.” buyurmuşlardır. Allah muhafaza etsin.

حديث قدسى: قال. قال الله عز و جل ان اوليائى من عبادى اواحبائى من خلقى الذين يذكرون بذكرى واذكر بذكرهم سئل قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم:  من اولياألله قال الذين اذا رأواذكروالله عز و جل: قال الااخبركم بخياركم قالوا بلى يا رسول الله قال الذين اذا رأوا ذكروارالله عز وجل

Hadisi kudsi meali: Allah azze ve celle buyurdu ki; “Kullarımdan velilerim ve halkımdan en çok sevdiklerim benim zikrimi zikrederler, bende onları zikrederim.” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a soruldu ki: “Allahın evliyası kimlerdir?” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da: “Onlar o şahsiyetlerdir ki, kendilerini gördüğünüzde Allah azze ve celleyi hatırlatır ve zikrettirirler.” Buyurdu ki: “Sizin hayırlınızı size haber vereyim mi?” “Evet Ya Rasulullah” dediler. Buyurdu ki: “Onları gördüğünüzde Allah azze ve celleyi zikredersiniz, hatırlar ve anarsınız.”

Hülasa Allahü Zülcelâl'in velilerinin şöyle bir halleri vardır; Onları gördüğünüzde Allah'ı hatırlarsınız. Bunlar Allahın kullarıdırlar. Çünkü, Allah'dan uzak duramazlar. Allah'a yakın halleri vardır. Edeb, merhamet ve şefkat yönünden öyle şahsiyetlerdir ki, görüldüklerinde zâten haliyle Allahü Zülcelâl hatırlanır. Hatırlayanda Allah'ı zikreder. Allah'a yaklaştırıcı yönleri vardır. Demek ki onlara yaklaştıkça Allah'ı daha çok zikredip daha çok yaklaşılır. Allahu Zülcelâl'in rahmeti ve inayetinin böyle kişiler üzerine oluşu adetâ bir belirtisi vardır. Çünkü, edeb, merhamet ve şefkat sahibidirler, zarar getirmezde yarar getirir. Çünkü bilirsiniz ki, her tarafından şer akan kimseden nasıl kaçılırsa bunun karşılığında da böylesi zâtlardan hayır beklenir ve yaklaşım yapılır. Bu şahsiyetlerin halleri ibret verici ve imrendiricidir.

قال صلى الله تعالى عليه وسلم: ان الله عز وجل ضنائن من عباده يفذيهم فى رحمته ويحييهم فى عافيته اذا توفاهم الى الجنة اولئك الذين تمر عليهم الفتن كقطع الليل المظلم وهم فى عافيته (وهم منه فى عافيته) قال صلى الله تعالى عليه وسلم: ان الله عز وجل ضنائن من عباده يفذيهم فى رحمته ويحييهم فى عافيته اذا توفاهم الى الجنة اولئك الذين تمر عليهم الفتن كقطع الليل المظلم وهم فى عافيته (وهم منه فى عافيته)

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: Allah azze ve celle'nin öyle kulları vardır ki halk içinde gizlidirler. Kendilerini belirtmiyorlar. Kendilerinin bir şeye sahib olduğuna dair bir emmârede belirtmiyorlar. Çok gizlidirler. Allahü Zülcelâl kendilerine bir sır vermiş, bir güç vermiş dâimi kendilerini gizli tutup çok inceden ve derinden sır sahibidirler. Kalb ehlidirler. Allahü Zülcelâl onları afiyet içinde diri kılmış, rahmeti içinde onları feyzlendirmiş, vefat ettiklerinde ise re'sen doğrudan doğruya cennete girerler. Çünkü hayatları boyunca Allahü Zülcelâl ile irtibatlarını kesmemişler. Dâimi O'nunla hayat bulmuşlar, Allahü Zülcelâl'den kesintiye uğramamışlar. Emelleri de hep bu olunca tabi ölüncede derhal cennetine sokar.

Onlar öyle kimselerdirler ki; fitneler dalga dalga adetâ gecenin karanlığının bastırdığı gibi gelse, yaygın olsa ve hücum etse dahi kendileri emin ve afiyet içindedirler. Fitneler bunlara pek etkili olmaz. Çünkü fitne yok ikende bu şahsiyetler Allahü Zülcelâl'e tevekkulullah ile teslim olup Rahmetullah ile, inâyetullah ile tefvizu'l umur ile... Bu şekilde olunca fitneler ne yapabilecekler!... Nitekim hadis-i şerifte; “Kalbler iki kısım olacaktır. Birisi bembeyaz ve nurlu, öbürüsü de kapkara olacaktır.” Kapkara olan neden böyle oldu? Tabiki fitnelerden dolayı!.. Fitnelere giriş yaparsa, tasvib ederse veya tahrik ederse, herhangi bir yönden fitneye bulaşırsa, her fitne kalbin üzerine adetâ hasır örgüsü gibi simsiyah çizgiler çeker ve sonunda öyle hale gelir ki kalb bu örgünün içinde kalır ve tamamen kapkara bir hale gelir. Hasır gibi örer üzerini fitneler. Bu kalb sahibi artık hayır göremez. Çünkü kalbi inkita'ya (kesintiye) uğramıştır. Üzerini kaplayan bir ziftin içinde kalan kalb görevini de yapamaz. Ama, fitnenin dışında kalan ve fitneyi sevmeyen kimseler böyle değildir...

 

FİTNEYİ UYANDIRMAK

 

الفتنة نائمة لعن الله من ايقظها

Hadis meali: “Fitne uyur uyandırana lanet olsun.” İşte fitne budur. Fitne bir kavmi bu hale getirdi mi artık nasihat falan kâr etmez. Çünkü kalbleri kapalıdır. Ama, diğerlerinin fitneden uzak duranların kalbleri bembeyazdır. İşte bunları olacak bir vakıa'dan Allahü Zülcelâl koruyor inâyetiyle...

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: رب اشعث ذى طمرين تنبوعنه أعين الناس لواقسم على الله عز وجل لأبرى

Hadis meali: Allahü Zülcelâl'in öyle kulları vardır ki; bu kimseler o kimseler ki; üzerlerine aba gibi basit bir şeyi bürünmüş, doğru dürüst bir elbiseleri bile yoktur. Kendi hallerinde toz toprak içinde kalender bir halde olabilirler. İnsanların onları görmeyede hiç hevesleri yoktur. Ve hiçte ilgilenmezler. Belki de icabında eğlenirlerde. Ama bunlar öyle şahsiyetlerdir ki, eğer yemin etselerde “yarın güneş şuradan doğacak” deseler Allahü Zülcelâl yeminlerini berât ettirir. Yâni, diledikleri mutlaka yapılır ve reddedilmez. Yemin etseler Allahü Zülcelâl yeminlerinden beri eder ve yerine getirir... İşte mübarekler böylesine geçerli ve kıymetlidirler. Seyhü't Tüsterî'ye gelmişler de bir gün; “Efendim, bu mezalimlikler tahammül edilemez hale geldi, Allah aşkına bu Basra'da elbette Allahü Zülcelâl'in velileri vardır. Bize bir malumat verde, yalvaralımda bu zalimlikler bir son bulsun, çok cefâlar çekiyoruz.” diyorlar da; mübarek Tüsterî şöyle buyuruyor: “Vallahi şu Basra'da öyle kimseler biliyorum ki, yarın güneş şuradan doğacak deseler Allahü Zülcelâl iki etmez de güneş dediği yerden doğar. Fakat Allahü Zülcelâl'in hükmü ve kararı karşısında elleri bağlı teslim olmuşlardır. Böyle şeylere girişmezler. Allahü Zülcelâl'in işine karışmaya, karıştırmaya girmezler.” diyor. Şeyhü't Tüsterî fevkalâde bir şahsiyet olup belki kendisi de o kimselerden birisi idi...

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: خيار امتى فى كل قرن حمسمأة والابدال اربعون فلا الخمسمأة ينقصون ولاالاربون كلمامات رجل ابدل الله عز وجل من الخمسمأة مكانه وادخل من الاربعين مكانهم قالوا يارسول الله دلنا على اعمالهم قال يعفون عمن ظلمهم ويحسنون الى من اساء اليهم ويتواسون فيما اتاهم الله عز وجل

Hadis meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her batında (asır, kuşak) ümmetimin hayırlıları 500 lerdir. 7 si ebdâllerdır. Ne 500 ler ne de 7 ler noksanlaşmazlar. Ebdâllerden 1 kişi öldü mü, 40 lar dan birisi kendi makamından Onun makamına geçer.” Sahabe-i kiram: “Ya Rasulullah, onların âmelleri nelerdir bize yol göster” dediler. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kendilerine kötülük yapanlara daima iyilik yaparlar. Ve Allah'ın kendilerine verdiği ni'metler hususunda ise genişlik içindedirler ve dağıtırlar.”

 

ÜÇYÜZLER, KIRKLAR, YEDİLER, BEŞLER, ÜÇLER VE ZAMANIN ĞAVSI HAKKINDA HADİSLER

قال النبى الرؤف صلى الله تعالى عليه وسلم: ان لله عز وجل فى الخلق ثلاثمأة على قلب آدم عليه السلام. ولله تعالى فى الخلق اربعون قلوبهم على قلب موسى عليه السلام. ولله تعالى فى الخلق سبعة قلوبهم على قلب ابراهم عليه السلام ولله تعالى فى الخلق خمسة قلوبهم على قلب جبريل عليه السلام ولله تعالى فى الخلق ثلاثه قلوبهم على قلب ميكائيل عليه السلام ولله تعالى فى الخلق واحد قلبه على قلب اسرافيل عليه السلام فاذامات الواحد ابدل الله عز وجل مكانه من الثلاثه واذامات من الثلاثة ابدل الله تعالى مكانه من الخمسة واذامات من الخمسة ابدل الله تعالى مكانه من السبعة واذامات من السبعة ابدل الله تعالى مكانه من الاربعين واذامات من الاربعين ابدل الله تعالى مكانه من الثلاثمأة واذامات من الثلاثمأة ابدل الله تعالى مكانه من العامة فبهم يحى ويميت ويمطر و ينبت ويدفع البلايا

Hadis meali: Nebiyyu'r Rauf (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Şüphesiz ki Allah azze ve celle'nin yarattığı halkı içinde kalbleri Âdem (as) kalbi üzere olan 300 kişi, kalbleri Musa (as) kalbi üzere olan 40 kişi, kalbleri İbrahim (as) kalbi üzere olan 7 kişi, kalbleri Cebrail (as) kalbi üzere olan 5 kişi, kalbleri Mikâil (as) kalbi üzere olan 3 kişi, kalbi İsrafil (as) kalbi üzere olan 1 kişi her zaman mevcûddur.”

Bu anlatılan hadis esasen mânevi devlet ricalidir. Bu aded dâima mevcûddur. Ne ileri ne geri... Manevi devlet ricali kendi aralarında toplanırlar ve her şeyi elden geçirirler ama, bizler bilmiyoruz. Allahü Zülcelâl bunları tahsis etmiştir. Mânevi devletin işlemlerini yapmaktadırlar. İndirir, çıkarır vs. ama, Allahü Zülcelâl'in taht-ı tasarrufunda herşey... 300 ü Âdem (as) kalbi üzere yâni, kabadayı... 40 ı Musa (as) kalbi üzere celalli kişiler olabilirler. 7 si İbrahim (as) kalbi üzere nübüvvet olarak değilde kalbi tiyneti üzere, adetâ onun tezini ve yöntemini kullanıyorlar. Ulemâ, enbiyânın vârisleridir. Ama bunlar Rasüllerin mirasçılarıdırlar nebilerin değil... Yâni İbrahim (as)'in merhameti, şefkati, cömertliği onlarda da mevcûddur. 5 i Cebrail (as) kalbi üzere yakıcı, şiddet kısmından zelzele vs. buna bağlıdır. Lût kavminin durumu ve benzeri... Bu dünyada böylesi kimseler halk arasında Cibril (as)'ın yöntemini kullanıyorlar. 3 ü Mikâil kalbi üzerine olup bunlar merhamet yönünden yağmur vb... Çok ağlar ve şefûktur.Fakat 1 tanesi İsrafil (as) kalbi üzere olana gelince; İsrafil (as) bir nefha (üfürme) ile “Üff!..” dediğinde her şeyin yok olduğu gibi... Esasen o olmaz ise hayat olmaz. Hali hazır bu şahsiyetlerin hayr-ü-berakatıyla dünya hayatı yürür... Merhametleri olduğu kadar şiddette olabiliyor. Şefkatte, hikmette var!..

Bu şahsiyetler vefat ettiklerinde atlama olmadan bir altındakiler bir üste geçerek doldururlar. 1 kişi olan vefat ettiğinde 2 lerden birisi onun yerine geçer. 3 lerden birisi vefat ederse 5 lerden birisi, 5 lerden birisi vefat ederse yerine 7 lerden, 7 lerden birisi vefat ederse yerine 40 lardan, 40 lardan birisi vefat ederse yerine 300 lerden birisi yerine geçer. 300 lerden birisi vefat ettiğinde ise ümmüte Muhammed'den salih bir zât onun yerine görevlendirilir.Ayni sistem!.. Bu hal kıyamet kopuncaya kadar sürer. Ancak, bazı hadisler vardır ki, nefhatün fi's sur olacağında yeryüzünde artık “ALLAH” diyecek kimse yoktur. Tabi bunların yüzü suyu hürmetiyle şu âyet-i kerimede bildirildiği gibi:

وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لَّهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ فِيهَا اسْمُ اللَّهِ كَثِيرًا وَلَيَنصُرَنَّ اللَّهُ مَن يَنصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ

(Hac/40)

"Eğer Allah bir kısım insanları (kötülüklerini) bir kısmı ile def edip önlemeseydi mutlak surette içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz ki Allah güçlüdür galibtir."

İşte bu zâtlar yüzünden beliyyeler geçiştirilir. Bir uyarıdır, bir ikazdır anlayabilen kavimlere!.. Sanmayın ki olanlar helak etmek için. İsterse zâten derhal helak ederdi. Ama, olanlar bir uyarıdır. İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden meydana gelenler bir ikâzdır. Dünya imtihan diyarıdır. Olanlar ise garezen değilde belki rücu' ederler diyedir. Nitekim;

ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُم بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

(Rûm/41)

"İnsanların bizzat işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmı onlara taddırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler rücu' ederler."

Yine başınıza bir musibet geldiyse ellerinizin işledikleri âmeller yüzündendir. Biz düzgün olup dururken hâşâ Allahü Zülcelâl'in bize bir garezi mi var. Nitekim:

وَمَا أَصَابَكُم مِّن مُّصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَن كَثِيرٍ

(Şûrâ/30)

“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.”

Tabiki mü'minlerin başına gelenler onlar için bu âlemde bir kefarettir. Onları temizlerde, tertemiz eder. Eğer aklını kullanıyorsa kendisi için bir uyarı olduğunu anlayıp çeki düzen verir, çekilen çileler esasen hataları durdurur ve giderir. Ama, kâfirler için âhirette cennet vs. gibi şeyler olmadığı için mükafatını bu dünyada görür. Kâfirin işi bu dünyadadır. İyiliğinin karşılığını bu dünyada nakten alır. Bu ise istidractır ve azgınlığını artırır. Ancak, mümin bu dünyada mükafatlandırılmaz esas ahiret aleminde görecektir. Yani kafir bu dünyada iyilik içinde yaşarsa öbür alemde azabı azalır. Ama mükafat bulamaz. İtikadının sapıklığı yüzünden...

Tekrar hadis-i şerife dönersek; işte bu manevi devlet ricallerinin yüzü suyu hürmetiyle hayat (doğum), memat (ölüm), beliyyelerin defi, yağmur yapması, bitkilerin yetişmesi vs. hep onlar ile olur. Bu hadislerin ravisi Abdullah İbni Mesud (ra): “Nasıl oluyor da bunların yüzünden hayat, memat oluyor? Bunlar hayat memat verir mi?” diye soruyorlar. Cevaben “Onlar Ümmet-i Muhammed'in daimi olarak çoğalmasını arzuluyorlar. Onun için de felaket ve helakete dua etmezler. Allahü Zülcelâl onların hayrat ve berakatıyla Ümmet-i Muhammedi çoğaltır. Ancak çok cebabir olanlara da o zaman beddua ederler. Ümmet-i Muhammed'e zulmediyorsa onun işini bitirirler. Yağmur yağmasını diler de Allahü Zülcelâl esirgemez. Yeryüzündeki bitkiler onların yüz suyu hürmetine yetişirler. Ve envaî beliyyeler onlar yüzünden def olur...” Yani, kıtlık olsun beliyye olsun bu mübarekler halk için bir emân durumları vardır. Zarar getirmezler de yarar getirirler daima. İşte bunlar olmasa yeryüzü alt üst olur. Bunu bilelim.

عن عبدالله ابن عمر قال : مر عمر بمعاذ ابن جبل ضى الله تعالى عنهم وهويبكى فقال ما يبكيك يا معاذ فقال: سمعت رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم يقول احب العباد الى الله عز وجل الاتقياء الاخفياء الذين اذاغابوالم يفتقدوا واذاشهدوا لم يعرفوا اولئك هم ائمة الهدى ومصابيح العلم (رواه ابو نعم وابن عساكر (

Hadis Meali: Abdullah İbni Ömer (ra)'den: “Bir gün Ömer (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ı ziyarete giderken Muaz (ra)'a uğradı da onu ağlarken buldu. Ve “Ya Muaz! Seni ağlatan şey nedir?” dedi. Muaz'da “Aleyhissalatü Vesselâm'dan duyduğum bir hadis var ki, Rasulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor: “Allahü Zülcelâl'in en çok sevdiği kul hem muttakidir (etkiyâ: en çok çekinen) hem de çok gizlidir. Kendi varlığını ortaya çıkarmaz. Belli etmez, gizlidir. Sakin olup ondan umulmaz. Yani bu misilli kimseler. Hatta ki, kayıp olduğunda onu soran bile olmaz. “Nerede” diyen bulunmaz.

Çünkü varlığıyla yokluğuyla fark edilip bilinmiyorlar. Fark edilemezler. Ve tanınmazlar bile... Kendi hallerince hâfî durumları vardır. İşte bunlar Ümmetimin hidayete kavuşanların imamı durumundadırlar. Ve ilmin mishablarıdır, yıldızlarıdır, güzelce ışıkları vardır.” Ravisi Ebu Nâim ve İbni Esâkir.

Bu hadisle ilgili bazı misaller vereyim ki, Ebu Bekir El-Varrak hazretleri adeta Kabe'nin güvercini diye tâbir ederlerdi ve orada çokça bilinirdi. Hafız Abdürrezzâk meşhurdur ve İmam-ı Ahmed'in de hocasıdır. Bu zat bir gün Kabe'de vaaz ediyor. Vaaz ederken Ebu Bekir el-Varrak da bir köşede abasını başına çekmiş hiç haberi yokmuş, lakayt gibi duruyor. Hızır (as) da halk arasında gezerken buna dürtüyor: “Filan, dinlesen ya, Hafız Abdürrezzâk'ın hadis vaazı vardır. Bunu gafletle geçirme, dinle!” diyor. Mübarek, abasının altından kellesini çıkarmış, şöyle bir bakmış o kadar... Hızır (as) gitmiş, tekrar gelmiş ki bu sefer uyuklamış daha derince duruyor. Tekrar uyarıyor... Üçüncüsünde diyor ki Hızır (as) : “Be adam, bunlar Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hadisleridir. Bunun karşısında senin uyuman değil de esasen dinlemen lâzım. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in hadislerine karşı saygılı ol!” diyor. O ise cevaben: “O hadisler bayatlamışlar, ben ise tazelerini alıyorum... Onlar gele gele biraz bayatlamışlar... Ben taze alıyorum.” diyor. Canı sıkılmış adamcağızın tâbi... Bu cevab karşısında Hızır (as): “Sübhanallah, sübhanallah! Nasıl olur bu şekilde, sen ne diyorsun be adam?” deyince Ebu Bekiri Varrak: “Hiç duymadın mı ki:

ان الله عباداً تحت قبائى لايعلمهم غيره لواقسم الله لبرأهم

“Allahü Zülcelâl'in şu kubbenin altında öyle kulları var ki, onları Allah'tan gayrisi bilemez. Fakat “şöyle olsun” diye yemin etseler Allahü Zülcelâl esirgemez de öyle olur. Onların sözünü boşa çıkarmaz. Yeminlerini beraat ettirir.” hadisini hiç dinlemedin mi? Efendim bizler hadisleri bizzat Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in mübarek fem-i şerifinden (şerefli ağzından) alırız.” diyor. O zaman Hızır (as): “Aman Ya Rabbi, ben kendi kendime bir şeyler biliyorum sanıyorum da karşıma bir kimse çıkarıyorsun ki, hiç umulmadık, beklenmedik bilgisi var.” Ve Hızır (as) soruyor: “Peki böyle hadisleri bizatihi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan alıyorum diyorsun ama buna delil getirebiliyor musun?” deyince Hazreti Varrak: “Delil o ki, sen Hızırsın, başka delili ne edeceksin” diyor. Böyle söylemesi Hızır (as)'ın acaibine gider de: “Ya Rabbi, öyle velilerin var ki onlar beni biliyorlar, ben ise onları bilmiyorum” diyor. İşte bu şekilde vaki olmuştur.

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: ان الله تعالى يقول انى لأهم بأهل الارضى عذاباً فاذا نظرت الى عماربيوتى والتحابين فى والمستغفرين باالاسحار صرفت عذابى عنهم

Hadis Meali: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Allahü Zülcelâl bizzat kendisi geceleyin kullarına nazar eder de, azaba alt üst olmaya müstehaktırlar. Ne çare ki, mescidleri daimi mamur edenler ve cemaate gerçekten hevesli kulları vardır.” Yalamalık değil de hakikaten hevesli, Allahü Zülcelâl'in evidir diye girişte ibadet ediyor. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Yeryüzünde Allahü Zülcelâl'in mescidleri, Allah'ın evleridir. Kim ki mescide girerse Allahü Zülcelâl'in misafiridir. Misafire ikram ise zaruridir. Allahü Zülcelâl üzerine vacibdir.” buyuruyor. O sebeble cami dışında zikir vs. ne yapılırsa yapılsın camide hiçbir şey söylenmeden oturan efdaldir. Çünkü o kişi Allahü Zülcelâl'in misafiridir. O misafirinden hiç bir şeyi esirgemez. Yine Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem): “Allahü Zülcelâl'in mescidlerine giren Allahü Zülcelâl'i ziyaret etmiş oluyor. Ve de Allahü Zülcelâl'in ziyaretçisine ikram etmesi ise üzerine haktır.” buyuruyor. Ziyarete gelene, ziyaretine gelinen ikramını yapar.

İşte bu misilli kişilerin camilere halisane bir şekilde çok hevesleri vardır ve bunları bu halde gören Allahü Zülcelâl'in rahmeti galip geliyor, şefaat ediyor.

Bir de hele bilhassa Allah için birbirlerini sevmiş olan kimselere baktıkça “Mutehabbine fillahi” olanlar yok mu? İşte tarikatın da esası olan “Muhabbetün fillah” (Allah için sevmek...) İşte bunlara da baktıkça onlara asla kıyamıyor. Alt üst etmeye... Tarikatin özü olan kardeşvari Allah için sevgiye hiçbir miras, mezheb vs. girmez. Çünkü bu yol Ebu Bekir (ra)'den bu yana daima erbabına aktara aktara gelmiştir. Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra)'e aktarma yapamaz mıydı? Kendi evladına veremez miydi. Ama Selman-ı Farisî'ye (ra) vermiştir. İmam-ı Rabbabi (ks)'ye gelinceye kadar oğluna veren de olmamıştır. Ancak İmam-ı Rabbani Hazretlerinin oğlu Muhammed Masum'un (ks) çok dirayetli bir şahsiyettir. Onun hacca gidişinde Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem)'in gösterdiği harikaları hiç kimse için duymamıştım. Allahü Zülcelâl'e dua ettim ki “hayrat ve berakatından nasiblendir” diye Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) kendisine öyle bir kıymet ve değer vermiştirki, arzuladığı şekilde büyük bir beşaşetle onun keyfini yetirinceye kadar iltifat etmiştir. Ben bunu Denizli Karahayt kaplıcasında okumuştum. Hayrü berekatını da gördüm. Elhamdülillahi... Rüyamda Cenâb-ı Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) benimle muanaka etti... Fakat cemâline hiç bakamamıştım. Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) gittikten sonra tekrar aklıma geldi ki mübareğin cemaline bakamadım diye üzüldüm. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tekrar döndü, geldi de “Senin istediğin bu” diye karşımda bu şekilde durdu. Sakalı öyle hoş ve üzerindekiler öyle harika... Öyle nâzik, öyle lâtif idi ki!

İşte Hazreti Muhammed Ma'sum'un bu hayrat ve berekatı, ödenmeyecek bir lütfü idi. İşte böyle bir oğula aktarma yapmış İmam-ı Rabbani hazretleri... Yoksa rastgeleye değil!

Ciddiyetle muhabbetun fillah aktarmışlardır. Bu günümüzde ise işleri güçleri dünyayı imâr... Bu dava sahihleri hiç mi okumuyorlar. Saadatlardan bir parça ibret almıyorlar mı? Bir kere Hadis-i Şerifte:

حب الدنيا رأس كل خطيئة

Hadis Meali: “Dünya sevgisi, tüm hataların başıdır” Bu böyle ise ne bekleyeceksin. “Zıddın lâ yectemian” zıtlar cem edilemez. İki zıt bir kalbde bulunamazlar. Dünya sevgisi varsa o kalbde hubbullah yoktur. Hubbullah var ise diğerleri kalbden oksedilir (kovulur) mutlaka... İki zıd bir araya toplanamaz. Birisi diğerini mutlaka yok eder. Her zaman söylüyoruz. Bu dünya imtihan yeridir. Evet, dünyadan çıkıp gidecek de değiliz. Fakat ona karşı muamelemiz de böyle olması lâzımdır.

Allahü Zülcelâl bir de: “Seherler de istiğfar edenlere bakıp ta azaba müstehak olanlara bu zatların yüzü suyu hürmetine azab etmekten sarf-ı nazar ederim” buyuruyor.

عن انس ابن مالك رضى الله عنه قال؛ قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: لن تحلوالارض من اربعين رجلاً مثل خليل الرحمن فبهم يسقون وبهم ينصرون ماماتت منهم احد الاابدل الله مكانه اخر

Hadis Meali: Enes ibni Mâlik (ra)'den Rasulullah(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyorki: “Yeryüzü, Halilü'r Rahman misilli 40 kişiden asla hâlî (boş) kalmayacaktır. Onların sebebiyle sulanırsanız ve onlarla yardım edebilirsiniz. Onlardan bir ebdâl vefat ettiğinde onun yerine diğer birisi geçer:” Katade umarımki Hasan El-basri onlardan birisidir, dedi. Hadis mürseldir.

حديث مرسل : علامة ابدال امتى انهم لا يلنون شيئاً ابداً

(رواه ابن ابى الدنيا عن بكر ابن خنس:يرفعه (

Hadis Meali: “Ebdâl olan ümmetimin alameti: Onlar ebediyyen, asla hiçbir şeye lanet etmezler” Ravisi İbni Ebi'd Dünya.

Yani, ebdâllarının alâmeti hayatları müddetince asla lanet kelimesini kullanmazlar. Daima yararına çalışırlar. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile birlikte bir sefer yapılırken bir hatun ters bir hareketi sebebiyle “Mel'un!” diye bir kelime kullandı da Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Hemen bu hatunu indirin ve bu nakayı (deveyi) azad ediniz. Ne eti yenilir, ne de binilir. Çünkü lanetlenmiştir.” buyurdu. Hal böyle iken günümüzde bazıları her tarafta lanet alıp veriyor. Lanet şeytana yaraşır. Bir müminden bir mümine değil! “Mümin kimseye lanet etmez, ta'n etmez” asla! Kendisine yakışmayan böyle bir şeyi mümin kardeşine de söylemez. “Mümin odur ki elinden dilinden herkes emindir” Ne dilinden nahoş bir kelime kullanır. Ne de eliyle bir kimseye bedeni veya malf bir zarar verir. Mümin emin bir kimsedir. Mümin budur... Bir başka hadisde ise: “Müslim odur ki her fert elinden de dilinden de salimdir.” Çünkü bir zarar vermez. Mümin ve müslim böyle iken o mübarekler, ebdâl zümresidirler ki onlara asla yakışmaz. Her tarafları hayrü berâkâttır. İşte mânevi devlet ricali böyledir.

 

SÜLEHA, NÜCEBA, NÜKEBA, EBDAL, KUTUB VE GAVS

İmam-ı Esadi'l Yâfî “Kifayetü'l Mü'tekid” adlı kitabında bazı arifinden zikreder ki; ümmet içinde sülehâ (salihler) çoktur. Avam (halk) içine karışıp onların dinlerinin ve dünyalarının salahına çalışırlar ve hiç esirgemezler. Girişken durumları vardır ve halka nasihat ederler. İbret verici bir halleri vardır. Ve halka gıpta ettirirler. Onlar daima halk arasında umumen mevcuddur ki gaye bir örnek alsınlar öğrensinler de yapsınlar diye... Nücebâ isimli künyeliler ise sülehâdan (salihlerden) daha azdır. Nukebâ ise nücebâdan daha azdırlar. Nücebâ ve nükebâ: Havas zümresi içinde karışmış bulunurlar. Ebdâl ise âdet itibariyle bunlardan da azdır. Bunlar ise her büyük beldeye bir ebdâl gönderilmiştir. Her beldeye bir ebdâl düşmüyor. Ne mutlu o beldeye ki eğer bir ebdâl var ise... Çünkü o belde için emân durumundadır. Evtad ise bir tanesi Yemen'de bir tanesi Şam'da bir tanesi doğuda bir tanesi batıdadır. Allah Subhanehü ve Teâlâ kutub denilen şahsiyetler ile erkan-ı dünyanın dört âfâkını semanın üstünde feleklerin deveran ettiği gibi idare ettirir. Kutub ahvâli öyleki kürrenin idaresi kendisine veriliyor. Umumi olsun hususi olsun herkesin üzerine bir gavs durumu vardır. Her yardımlarına koşan bir şahsiyettir. Allahü Zülcelâl'in bir gayretkeşliği sebebiyle halka bildirilmiyor. Gizlicedir ve bilinemiyor. Allahü Zülcelâl gizlemiştir. İlim sahibi olmasına rağmen adeta bir cahil sanırsınız. Derbeder görüntüsünde olup ondan hiç umulup beklenilmez, görülse bile adeta ebleh gibidir... Aslında fatanların tepesi (zekilerin başı) olup çok akıllı ve ferasetlidir. Çok hassas bir kabiliyet sahibidir. Uzaktakini yakın gibi alabilir. Zor olanı kolaylaştırabilir.Her an hazırdır. Daima emân durumu vardır.

Bu zümrelerden üst kademedekiler alt kademelerdekilerin hallerini bilebilirler. Evtadlar, büdela, havas ve ariflerin hallerini bilirler. Nücebâ ve nükebaların halleri avam (halk) hasseten bilemez, setredilip gizlenmişlerdir. Kendi aralarında birbirlerini seçebilecek ferasetleri de vardır. Feraseti sayesinde bilebilirler. Hatta Alaaddin-i Attar (ks) öyle buyuruyor: “Sıdk ehli büyük bir zatın meclisine ve huzuruna giderseniz sadakatle giriniz, zira onlar kalblerin casuslarıdır. Kalb ne gaye ile geldiyse teftiş eder, tecessüs eder, bilirler. Onlar kalblerin casuslarıdır. İşte bu inceliği vardır. Salihler ise müminlerin hallerini bilirler.”

 

ĞAVS, KUTBU MEDAR VE KUTBU İRŞAD

Aziz kardeşlerim;

Nücebâ'nın sayısı 300, nükebâ'nın sayısı 40, Büdelânın sayısı için 30 ve ya 14 veya 7 sayısı doğrudur. Evtâdlar ise 4'dür. Kutub 2, Gavs ise 1 kişidir.

Gavs vefat ederse kutublardan biri, kutub vefat ederse 4'lerden en hayırlısı, 4'lerden birisi vefat ederse 7'lerden en hayırlısı, 7'lerden birisi vefat ederse 40'lardan en hayırlısı, 40'lardan birisi vefat ederse 300'lerden en hayırlısı onun yerine geçerler. 300'lerden biri vefat ederse salihlerden en hayırlısı salihlerden birisi vefat ederse mü'minlerden en hayırlısı onun yerine geçerler ve Allahü Zülcelâl kıyametin kopmasını dilediğinde hepsini vefat ettirir... İşte manevi devlet ricali bunlardır.

İşte bu şahsiyetlerin mevcudiyetiyle onların varlığı hürmetine Allahü Zülcelâl kullarından beliyyeleri def eder ve semadan yağmur damlaları indirir.

Bazı arifler ise dediler ki: Kutub zikredilen hadis-i şerifte bir tanedir ki ravisi İbni Mes'ud (ra)'dur. Ve şüphesiz ki o İsrafil (as) kalbi üzeredir. Ve onun mekânı ise, veliler dairenin çember noktaları o ise merkez noktasıdır. Kevn (kainat) onunla salahe'l alem olur. Ve oluşur. Alemlerin iyileşmesi, düzen içinde düzelmesi ve rahat yaşamaya uygun olması onun varlığı ile mümkündür.

İşte anlatılan manevi devlet ricali olmadan kainat nizamı olamaz. Ne zamanki kıyamet zamanı gelir de “Allah” diyecek kimse kalmazsa bir zelzele benzeri nefhatun fi'ssur olur...

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ إِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ

(Hac/1)

“Ey insanlar! Rabbınızdan korkun! Çünkü kıyamet vaktinin debremi müthiş bir şeydir!”

Yani şükran (sarhoş) haline düşerler. Ondan sonra bir nefha (üfürüş)ki ondan sonra ne gökte ne yerde bir soluk alan-veren kalmaz. Nefhatun sak...İsrafil (as) de gider... Mikail (as) de gider..  Tamamen giderler. Nasûh alemi (mahlukiyet alemi) ve melekût alemi (melekler alemi) alemü'l halktan oldukları için tamamen yok olurlar. Fakat cennet alemi başka bir alemdir ve “illâ men şa'e allah” buyurduğu cennet ehli hurileridir...

Şeyh Muhiddin-i Arabî (ks), Fütühât-ı Mekke isimli kitabının 73. babında şöyle buyuruyor: “Biliniz ki, Allahü Zülcelâl'in bu yolda öyle ricalleri vardırki enfüs alemi diye isimlendiriliyorlar. Bu isim onların hepsine verilmiş bir isim olup, tabakaları (kademeleri) pek çok, halleri ise muhteliftir. Bunlardan bazıları tüm tabakaları ve halleri üzerine toplamış olabiliyorlar. Bazılarına da Allahü Zülcelâl'in verdiği kadar hasıl oluyor. Ehl-i ahval ve ehl-i tabakattan kendilerine has bir lakab verilenlerden (gavs gibi evtad gibi vs) başka diğerlerinin tabakat ve halleri pek bilinemiyor. Onlardan bazı şahsiyetlerin adedi her zaman içinde tahsis ve hasredilmiş olabiliyor. Bazılarının âdedi ise azalıp çoğalabiliyor. Bunlardan adetleri belli olanları ve olmayanları lakâbları ile birlikte Allahü Teâlâ'nın izni ile anlatacağız. Şimdi el'an onlardan velayet sahibi olanlardan zikredeceğiz ki, onların adetleri ve lakâbları kendilerine mahsus kılınmış ve tahsis edilmiştir. Tüm haller ve makamlar kendilerinde cem' olunmuştur. “Camiun”durlar onlardan bu isim sahibinin olmadığı hiçbir zaman olamaz. İllâ ve illâ bir tane vardır. Ve o da gavstır. Mukarrabin'lerdendir. Ve o kendi zamanındaki cemaatin seyyidi, efendisidir. Evliyanın reisidir. İnsanlar için bir sığınaktır.

Gavs'ın zamanındaki tüm veliler ondan meded umarlar da onlara meded eder. Himmet eder de hayır duasının berakatıyla belâları def eder. Veya bizatihi kendi üzerlerine alırlar veya hafifletirler. Çaresi olan şeylere başvururlar. İşte gavs bu yiğit kişidir. Allahü Zülcelâl indinde çok kerim ve çok azizdir, geçerli ve değerlidir. Allah indinde mergubtur. Mahbubun ilâallah'dır. Eğer “Şu olacak” diye yemin etse Allahü Zülcelâl yeminini beraat ettirir. Ve ne dilemiş ise yerine getirir. İmamlar ise her zaman, daima iki kişidir. 3 kişi olamazlar. Gavs'ın himayesinde vezir mesabesinde iki kutub vardır. Bir tanesi Alemü'l Melekût onun tasarrufu altındadır, diğeri ise alemü'l mülk onun tasarrufu altındadır. Evtad ise her zaman 4'tür. Ziyade ve noksanlık olamaz ve bu minval üzeredir. Bunlardan bir tanesi şark ile ilgilidir ki o zatın yüzü suyu hürmetine şark kısmını hıfzeder. Eman durumundadır ve şark kısmı onun velayeti altındadır. Şark valisi gibidir... İkincisi batının üçüncüsü güneyin dördüncüsü ise kuzeyin evtadlarıdırlar. Bunların taksimatı Kabe'nin dört cebhesine (yüzüne) göre ve orada yapılır. Bir yüzü nereye bakıyorsa hududu belirlenir. Bu kürre onların tasarrufu altına girer. Ebdâller ise adetleri 7'dir. Ziyadeleşip noksanlaşmazlar. Allahü Zülcelâl her birisine bir iklim (bölge) olmak üzere 7 iklimi tasarrufları ve velayetleri altına vermiştir.

Bu şahsiyetlerden başka onlardan olan nükeba, nüceba ve kırklar dahi vardır. Ancak onların tabakatından, aralarındaki sınıflardan, isimlerinden kelam etsek söz çok uzamış olur. Onlardan adetleri muayyen olanlar artabilenler ve azalabilenler olduğu için bu kadarla yetindik ve yeterli gördük”

 

İMAMI RABBANİ HZ. LERİNE GÖRE GAVS VE KUTUBLAR

İmam-ı Rabbabi Eş-şeyh Ahmed El-Farukî (ks) indinde Gavs'ın veziri olarak iki imam nisbetlemiş ve isimlendirmiştir. Onların hakkında kutbu'l medar ve kutbu'l irşâd buyuruyor. Himmetleri yüce ve Allahü Zülcelâl'in emriyle kevn üzerine tasarruf ederler. Şunu bilmemiz gerekir ki, bu âlemin idaresi kimsenin vaazcılığıyla, debdebesi ile mücahidliği ile yürümemektedir. Ve onlara bağlı da değildir. Alemü'l halk'ın idaresi esasen mânevi devlet ricalinin taht-ı tasarrufundadır. Anlatılan şahsiyetlerin rolü ile idare olunmaktadır. İdare onlarındır. Bazı kimseler ve vaazcılar; nasihat babından bir şeyler anlatabilirler. Fakat haddini aşıpta “Biz olmasak!” diyemezler. Her zamanda Allahü Zülcelâl'in devleti ve ricalleri mevcuddur. Bu Allahü Zülcelâl'in nizamıdır. İsa (as)'ın nüzulüne kadar câri' olup işleyecektir.

Kimki, anlattığımız ve yazdığımız hususlar hakkında itiraz ederse mutlaka naklettiğimiz ilgili kitablara baksınlar. Bizim hadisleri ve sözleri aldığımız kitablar ise genellikle şunlardır:

Hadisle ilgili olarak; Buhari'nin Camiü'l üsûlû ki yani Buhari. Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İmam Malik'in Muvatta'ı, İbni Esiri'l Cezirfnin Tasnifi veya Camiü's Sagİr'i, Nesâfnin Zevâid'i, Celâleddin-i Suyutî'nin kitabü'l Havaî Fi'l fetavâ'sı ve Ramüzü'l Ehadis ve bunların benzeri hadis kitablarından hadisleri serdettik.

Tasavvuf hakkındaki kitabların müelliflerine gelince, Bunlar Ebu Naimü'l Esbahanî'nin Hilyetü'l Evliya'sı, Risaletü'l Kûşeyrî, Ebu Talib-i MekkPnin Ku'tü'l Kûlüb'ü, Gavsü'l Azam Seyyid Abdü'l Kadiri Geylânf (ks)nin Kitabü'l Behçetü'l Esrar ve Ma'deni'l Envâr'ı, Şeyh Şehabettini's Suhreverdî'nin Kitabu Avarif ve'l Maarifi, Şeyh Muhiddinî Arabî'nin Müsennefatı, Şeyh Abdu'l Vehhab Şa'ranî'nin müsennefatı (tasnifleri), İmam-ı Gazalî, İmam-ı Ya'fâî, Hikemü'l Ataiyye, Letaifi'l Minen, Tabakatü'ş Şazeli, Tabakatü'l Nakşıbendiyye, Tabakatü'l Kadiriyye, Tabakatü'l Evliya, Tabakatü'ş Sûfiyye, Camiü'l Keramat, ki içinde 4000 veli 13000 keramet vardır. Eş-Şeyh Yusufu Nebhânin eserleri, Ve hususen İmam-ı Rabbanî'nin Mektubatı, Kitabü'l İbriz ki Es-Seyyid Eş-Şeyh Abdü'l-Aziz Debbağ'ın sözlerini içerir. Ve bunların benzerleri olan pek çok eserlerdir. Bu hususda ve bu manadaki kitablar adedleri bilinmeyecek ve sayıları sayılmayacak kadar çoktur. Elhamdülillahi Rabbül Alemin... Kabadayı iseler açıp okusunlar da itiraz etmesinler!

Sadatlarımızın tasavvufun tezi ve ilkelerinin uygulanlasında ne denli hassas davrandıklarına örnek olmak üzere Mevlana Halid-i Bağdadi (kv) hazretlerinin Bağdad'da üç halifesine yazmış olduğu mektubunu ortaya koyacağız. Tasavvuf tezinde ne kadar ciddiyetle davrandıklarını gözler önüne sereceğiz. İnşaallahü Teâlâ...

 

 


BÖLÜM III





HALİD-I BAĞDADİ HAZRETLERİNİN MEKTUBU

اعوذباالله من الشيطان الرجيم 

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمدلله رب العالمين وبه نستعين

والصلاة والسلام على خير خلقه محمد وعلى آله وصحبه اجمعين

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Azmimiz ve emelimiz sizlere zamanının gavsı, kutbu ve ferdi olan Mevlana Halid-i Bağdadi zülcenaheyn Ziyadün hazretlerinin bir mektubundan bahsetmektedir. Allahü Zülcelal'in izni ve inayetiyle... Şöhreti şam diyarında ve diğer muhitlerdede yaygın olan bu zatın bir mektubunu serdetmektedir.

Halid-i Bağdadi Hazretleri 13. asrın müceddidi olup H. 1193 senesinde var olmuş bu dünyaya şeref vermiş H.1242 senesinde de vedâ etmiştir. Nasıl ki İmam-ı Rabbani Hazretleri de H.971 yılında var olmuş vücud bulmuş bu dünyaya şeref vermiştir. H.1034 yılındada vedâ etmiştir. Ahirete intikal etmiştir. Hülasa bunların asır başlarında gelişleri bir müceddid sayılırlar... Dolayısıyla Rabbımız cümlemize bu zatın ve Nakş-i Bendi ve diğer saadatın hayrat ve berakatlarından nasib ve müyesser eylesin ve faydalandırsın... Âmin...

Bu mektubunu yazış sebebi Bağdad'da bulunan üç halifesine ait olup isimlerinide belirmiştir. Bu kimselerden birisi Seyyid Abdülgafur birisi Muhammed Cedid ve diğeri ise Musa Ceburi'dir. Hülasa bunlara bu şekilde tahsisan bir mektub yazmıştır. Mektubuna evvela Allahü Zülcelale hamd-ü sena ile başlayıp Cenab-ı Rasulullaha (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) salat-ü-selâmdan sonra kendisini ortaya koyarak şöyle der: Nefsinin helâkına çalışan ve gününü gafletle geçiren geçmişini zenblerle dolduran ve geleceğinin hesabı ve kitabı meçhul olan zavallı Halid... Badehu; esselâmü aleyküm ve rahmetullahi diyerekten bu üç zâta selâm ve rahmet ve berekât diledikten sonra: Sizlere vasiyetim ve emrim, kesin, mutlak ve müekkeden sizlere tembih ediyorum ki; Sünnet-i Seniyyeye şiddetle mütemessik ve sımsıkı sarılın. Şeriat-ı Garra ya sahib olunuz... Cahiliyyet merasimlerine kesinlikle iştirak etmeyiniz... Bid'at-ı Zemime yi (kötü ve sapık bi'datları) işlememeye çalışınız. Şeriata muhalefetten hâzer ediniz. Ve sufiyyenin şatahatlarında yani coşkun ve cezbe hallerinde asla mağrur olmayınız... Ve devlet ricalleri; emir, vezir, paşa ve benzeri büyüklerin bazı işleri sebebiyle aracılığını yapan kimselerlede sohbet ve ilişki kurmayınız. Zira; bu sizin töhmetinize sebeb ve vesile olur. Tarik ehline töhmete sebebiyet verecek olan hallerden hazer etmesi gerekir. Zira; Cenab-ı Rasuiullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:

قال عليه السلام : اتقوا مواضع التهم

“Sizi töhmete sevkedecek, halkın töhmetine sebeb olacak bazı haller hissederiseniz bu gibi hallerden kaçınınız.” Böylece, bu hale sebebiyet verecek halleden uzak durmuş olursunuz. Tarikat-ı Aliyye kibardır, naziktir, incedir, paktır ve nezihtir. Bu gibi hallere sürüklemek en güzel tarafıdır.

Belki de; Efendim bazı kimselerin bir işi düşerse veya bir hacetinin yapılması gerekiyorsa bu mü'min kardeşinizin işini görmek hacetini yapmak çok yararlıdır, faydalıdır ve çokta sevâbdır, denilebilir. Fakat böyle oluşu dahi sizlere göre değildir. Zira; sizler bu güc ve kuvvet sahibi değilsiniz... Onun için bu gibi hallere giren şahsiyetler müstesna bir şahsiyettir. Bunlar kemâl ehlidir. Kemâl erbabı... Dağ gibi sarsılmaz, deniz gibi bulaşmaz, bulanıklık tanımazlar. Ve bunlar halas ehlidirler. Fenafillahı aşmış Bekabillah durumundadırlar. Bu gibi haller kendilerini meşgul etmez. Zira; Allahü Zülcelâl âyet-i kerimesinde de buyuruyor:

رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَا

ةِ وَإِيتَاء الزَّكَاةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالْأَبْصَارُ

(Nur/37)

O kimseleri medhetmiştir ki; ticaret, alış-veriş, bey-ü-şer'a, konuşma, sohbet vb. bu şahsiyetleri dalgalandırmaz, gaflete düşürmez ve dolayısıylada etkilenmezler. Böylesine güç ve kuvvet sahibi olmayınca da bu gibi şeylerden hazer etmek ve bu nasihatlarıma uymak sizin saadetinize vesile olur.

Bazen aklınıza gelebilir ki: âmir, ümerâ vb. ile beraber olmak, onlarında salahlarına sebeb olur. Onlara da nasihat edilebilir diye düşünebilirsinizde. Fakat Sufyanî Sevrî hazretleri “Bu şeytanın iğvalarından bir iğvadır” buyuruyor. Hem de bilâkis kendi zamanı için böyle buyuruyor. Bizim zamanımız ise fesada dönüşmüştür. Bu gibi şeyler yapmaya her fert yapmaya kadir değildir. Mümkün de değildir. Şeytanın iğvası bu yönden giriş yapabilir. Dolayısıyla bu kuvvet bizde olmayınca bu gibi şeylerden kaçınmak en güzel tarafımızdır. Şuna da dikkat etmek gerekir ki; onlardan hazer etmek demek onları hor ve hakir görmek de değildir. Sanki bizler masumuz gibi tüm hataları, zulümleri onları tasavvur eder misilli de olmayız. Zira, mezalimlik olsun, nahoş kelimeler olsun bizim hepimizde de vardır. Masum da değiliz. Ancak; bunlardan uzak durmamızın tek sebebi, töhmete girmemek, gaflete düşmemek ve bu kimselerin aleyhlerinde de konuşmamak içindir. Bu ise şarttır. Yani, gıybet gibi sebbetmek (sövmek) gibi şeylerde asla gerekmiyor.

Zira; Cenâb-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunu şiddetle nehyeder ve tenbih eder. Aleyhissalatü Vesselam hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

لاتسبوا الائمة وادعوالهم بالصلاح فان صلاحهم لكم صلاح

 (رواه الطبرانى فى المعجم )

“Başlarınızdaki kimseler yani eimmelere (imamlara) sebbetmeyiz. Ancak salahları için ve hidayetleri için dua ediniz. Belki içinizden birisinin duası ihtimamla geçerli olur da onların salahı olursa duanız sebebiyle sizinde salahınız olur...” Bu hadis Taberani'nin Müc'emi'nde mevcuddur. Ve sağlıklı, sıhhatli, senet sahibidir.

Buraya kadar olan kısımda sohbet ve muaşeretle tavsiye bitmiştir. Bundan sonra ise; Mübarek kendi zamanını kastederek: Bu günden itibaren tarikate alınmayacak zümreler şunlardır, diye saymıştır. Tabiki bu zümreleri sayarken biraz tafsilat verip genişletmek sorumluluğumuz ve azmimiz vardır. Allahü Züicelâl'in izni ve inayeti ile...

Her zümreyi birer birer sayarak teker teker anlatmaya gayret edeceğiz, inşaallahü teâlâ...

Birinci tenbih: Şöyle buyuruyor; Bu günden itibaren tarikate alınmayacak olan zümrenin bir tanesi amir, ümerâ ve avâneleridir. Bunların tarikate alınmamasını tenbih eder. Tabiki Mübarek kendi devre ve zamanında gördüğü haller için sebeb ve mucibe gereği tenbih ediyor. Hele şu zamanımızda ise daha da fazlalaşmıştır. Bu kimseler fitneden emin değillerdir. Fitne içindedirler. Aynı zamanda gurur kibir ve fıskü fücurları aşırıdır ve fazladır. Ya mertebeleri, ya mansıbları ya da malları melallerinden dolayı gururlu gelirler. Acziyete, fakriyete, zillete ve illete inmezler. Hâlbuki tarikatın ana üslubu budur. Bu tarikat-ı aliyye gurur ve kibir gibi halleri asla hoş görmez.

Cenâb-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) gurur, kibir ve kendini beğenme hakkında;

ان العجب ليحبط من العمل سبعين سنة

“Gururlanmak, böbürlenmek ve kendini beğenmek (ücûb) amelinizin 70 senesini hemen yok eder.” Hadisin ravisi İmam-ı Deylemî hazretleri Firdevs'inde Hüseyin İbni Ali (ra)'dan rivayet etmiştir.

Gelelim bu kimselerin, âmir, ümerânın fitneden emin olmamalarına. Fitneden de emin olamazlar. Hatta bir gün mübarek şeyhimiz Mevlânâ Alaaddin (ks)'in yanında bulunduğumuz bir anda particilikten ve devlet adamlarından konuşmak istediler de şöyle buyurdu: “Kesinlikle devlet ricalini ne medhediniz ne de zemmediniz. Çünkü medhe uygun değiller, zemmi de zaten hoş olmaz, ne de olsa devlet ricalidir. Onun için medhetseniz ekserisinde fıskü fücur ve inhimak (ahmaklık) mevcuttur.”

Dolayısıyla bunlarla olunduğunda fitneden emin olamaz. Fitne ise zaten tehlikelidir. Fitne hakkında Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

ان السعيد لمن جنب الفتن ولمن ابتلى فصبر

“Said odur ki, fitnelerden uzak durandır, bir beliyyeye dûçâr olup da sabrını bilendir.” Hülâsa haliyle saidliği tercih etmek lâzımdır. Şekavete girmekten ise saidlik iyidir. Rabbımız (Celle Celalühü) cümlemizi said kısmından kılsın. Âmin...

Hülâsa; bu gibi şahsiyetlere tarikatten imtina' (geri durma) sebebi budur. Aynı zamanda şu ahirü'z zamanda da amir ümerâ durumu şu propagandaları ve benzeri hakkında geniş bir hadis-i şerif vardır. Aleyhissalatü Vesselam şöyle buyuruyor:

امراء فى آخر الزمان لا يتسنون بسنتى

“Ahir zamanda ki amirler benim sünnetlerimle hiç âmil olmazlar, namaz kılmazlar, ibadete yöneltmezler.” Ve çok toplum halinde (miting meydanı) gavvaşe, sanki deniz dalgası gibi... Tabiki, propaganda anlarında fazlaca birikinti ve kalabalık olur. Bu kimsenin anlattıklarına millet kulak verir. Yalancılıklarını millet tasdik eder. Mezalimliklerini ve haksızlıklarını da destekler. Ve hoş görürler. Bu misilli kimseler benden değil, ben de onlardan değilim

ولايلد على حوضهم

“Havz-ı kevserime de asla uğrayamazlar” buyuruyor.

Şayet; bunların tersine onlara uymaz, yalancılıklarını tasdik etmez, mezalimliklerini tasvib etmez. Ve bunlardan uzak durur, kapılarına varıp da mülevvesat hallerine yakın olmaz ise onlar benden, ben de onlardanım ve havz-ı kevserime de uğrarlar. Bu hadisi Hafızü'l Munzerî, Kitabü't tergib ve't terhib de muhtelif senedlerle belirtmiştir.

İkinci tenbih: Halid-Î Bağdadî hazretleri şöyle buyuruyor:

ولاتدخلون التجار المتفكهين بالدنيا المنهمكين فى الشهوات

Tüccarları da tarikate almayınız. Hangi tüccarı acaba? Bunlar dünya zevklerine ve süslerine kendini tamamen kaptırmış, sefahate dalmış, varlığını ve şuurunu tamemen enaniyet ve şehvetlerine teslim etmiş olan kimseler... Bu misilli kimseleri de tarikat-ı aliyyeye almayınız, diye tenbih eder. Zira Allahü Zülcelâl böyleleri hakkında şöyle duyuruyor:

يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِّنَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ

(Rum/7)

“Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahirette ise onlar tamamen gafildirler.” Onlar dünya hayatının zahirini iyi bilirler. Şeytan ve nefs-i emmarenin emri altında yaşarlar. Desiseleri de iyi bilirler. Fakat maalesef ahiret kısmına gelince tamamen gafildirler. İşte bu misilli kimseler de tarikate lâyık değillerdir. Meğer ki Rabbımız (Celle Celalühü) tevbe nasip ederde bu hallerden sarf-ı nazar ederler. Yoksa; Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

حب الدنيا رأسى كل خطيئة

“Dünyayı sevmek hataların başıdır.” Madem ki dünyayı sevmek hataların başıdır onu sevmemekte itaatların başı demektir. Muhabbetin tersi onun rafdıdır. (Rafd, muhabbedin zıddıdır.) Zira ni'metin zıddı nikmet ve nikmet ise şiddetli cezadır.

 

Kardeşlerimiz; mübareğin bu şekilde buyurmasını çok görmeyiniz. Esasen dünyayı sevmemek dünyadan çıkıp gitmekde değildir. Dünya hem ni'mettir hem de nikmettir. Zira; Dünya vasıtalığıyla enbiyâ da olunur, dünyayı aşırı sevmekle Firavun da Nemrud da olunur... Madem ki bu dünyaya istikbâlimizi temin için gelmişiz ve imtihan diyârındayız. Eğer geleceğimizi sağlayamaz isek o zaman ebedi hayatımız mahvolur. Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu sebebden dolayı şöyle buyuruyor:

الدنيا ملعونة ملعون ما فيها الاماكان منهالله عز وجل

)رواه ابو نعيم فى الحلية بسند صحيح(

“Dünya ve dünya muhteviyatı mel'undur:” Allahü Zülcelâl dünyanın bir nesnesinden hoşlanmıyor. Ancak; dünyanın içinde bulunup yaşarken “Allah ve lillah için yapılan nesneler hariçtir, müstesnadır.” Çünkü bunlar Allahü Zülcelâl için geleceğimiz ve istikbâlimiz için yapılıyorlar. Kendi yararımız, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hoşnutluğu ve Allahü Zülcelâl'in rızası için yapılıyorlar. İşte bunlar için yapıldığında dünya ve dünya işleri o zaman nikmet değilde ni'mettir. Böylece istikbâlimizide sağlamış oluruz. Fakat bundan mahrum olursak; o zaman bu yaşayış hayatı mıdır? Düşünün bir kerre bu misillü kimselere tarikat versen ne olur ki?..

Allahü Zülcelâl dünyayı yarattığında bir defa için nazar etmiştir. Başka hiç bir hoş nazarla bakmamıştır. Merfuddur (rafdedilen kovulan salıverilen). Dünya denaettendir (alçaklık). Ancak Allahü Zülcelâl Hadis-i Kudsi de:

يا دنيا من خدمنى فاخد ميه ومن خدمك فاستخدميه

“Ey dünya bana hizmet eden kuluma kendin hizmetçi ol. Sana hizmet edeni de kendine hizmetçi kıl.” İşte hulasaten diyeceğimizde bu idi. Ya dünyayı kendine hizmetçi kılacaksın ya da sen kendin dünyaya hizmetçi olacaksın. Bu ikisinden hangisini seçersin acaba? Allahü Zülcelâl cümlemizi dünyanın, şeytanın ve nefsin şerlerinden korusun, kendi rızasını ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hoşnutluğunu nasib ve müyesser eylesin. Âmin...

 

Üçüncü tenbih: Şöyle buyuruyor Halid-i Bağdadî Hz. leri:

ولامن العلماء وطلبة العلم الذين جعلوا العلم وسيلة الجاه عند الخلق وجمع الحطام

: Burada beyan ettiği; ülâma ve ilim talebelerini de tarikata almayınız. Zira; bunlar ilimlerini vesile kılıp câh, şeref, mertebe veya dünyalık cemine dünyalık derlemeye girişebilirler. Halbuki; ilim, ne debdebeye ne mertebe ve mevkiye, ne şeref ve yücelmekte kullanmaya, ne rütbe ve benzeri gayelerde kullanmaya ve nede hırs-ü-tamahla dünya malını toplamak gibi sebebler için değildir. Asla bu sebebler için ilim yapılamaz, okunamaz ve işletilemezde. İlmi bu minval üzere işletenleri de tarikat-ı âliyyeye almayınız. Zira tarikatı da kendi hallerine benzetirler ve o hâle getirirler. Dolayısıyla ilim yaparken ve okurken Allah rızası için olmazsa iyi netice alması imkansızdır. Zira, ilim Allahü Zülcelâl'in sıfatlarından bir sıfatıdır. Onun sıfatı kendisine yakışmayan bir nesneyle karşı karşıya getirmek hoş değildir. Yâni; ilim sıfatını dünya câhı (itibarı) şerefi ve dünya malı gibi şeyler için bu şekilde vesile kılmak Allahü Zülcelâl'in gazabını celbeder. İlim kendi sıfatıdır onu koruması lâzımdır. İşte bundan dolayı mübarek bu şekilde ulemâ ve ilim talebelerininde tarikatı alınmasını uygun görmemiştir ve bu şekilde beyân etmiştir.

Bir hadis-i şerifle de tezini isbat ediyor. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

عن انس بن مالك عن  رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: العلماء امناء الرسل مالم يخالط السلطان ويدخلون الدنيا فاذاخالطواالساطان ودخلواالدنيا فقد خانا لرسول فاحذروهم

: Âlimler Rasüllerin emniyetçileridirler. Ama şart koşmuş ki; padişah erkanları ve mahiyetleri arasında bulunup giriş yapmadıkça onlarla teşrik-i mesai yapmadıkça birde dünya malına meta'ını toplayıp derlemeye karşı hırsı ve tamahı olmadıkça âlimler rasüllerin emniyetçileridirler. Fakat bunun tam tersini yaparlarsa, onlara giriş yaparlar mertebe itibar ve şeref ararlar ve ayni zamanda dünya malını meta'ınıda toplayıp derlemeye hırs ve tamahları olursa bu misillü kimseler bilsinler ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a hiyânet etmişler ve haindirler. Bunlardan hazer ediniz uzak durunuz. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizleri hazer ediniz çekininiz diye buyurup tenbih edince mübarek zâtta böylesi kişilerin de tarikata alınmamasını tenbih etmiştir. Bu hususda İmam-ı Ahmed'in de bir hadisesi vardır. Vaktiyle talebelerinden bir talebeyi çok severdi ve tercih ederdi. Günün birisinde sokaklar arasında gezerken o talebesini görmüş ki, kerpiç döküp ev yapmak istiyor. Fakat derlediği toprağa başkalarını toprağımda karıştırıyor. İmam-ı Ahmed o talebesini meclisinden derhal tard etmiş ve onu bir daha okutmamıştır. Zira “bu gün haram ve helâli seçemiyorsa yarın elde ettiği ilmi de ayni yolda harcar” diyerekten bu talebesini bir daha kabul etmemiş ve okutmamıştır.

 

Kardeşlerimiz; Bedenimizi emniyet edeceğimiz hâzik bir doktor seçmiyor muyuz? Hâzik, düzgün ve dürüst olmayan bilgisiz bir kasab mı olsun yâni!.. Bedenimize bu şekilde ihtimam gösterirken dinimize de ayni şekilde ihtimam gösterip önem vermemiz elbette çok lâzımdır. Onun için böyle tenbih etmekle haklıdır mübarek. Evet, tarikata girecek ama tarikatı ne gaye ve ne yönle kullanacağı belli olmuyor ve bilinmiyor. İşte bu misilli alimler kendilerinin olsun onların yetiştireceği talebelerin olsun tarikattan uzak tutulmaları en güzel tarafıdır.

 

Dördüncü tenbih: Şöyle buyurmuş:

ولامن البطالين الذين يستندون الى الطريقة بسبب البطالة فيحملون اثقالهم الى رقاب الناس باسم الصلاح والارادة

Attal battal ve biraz tembelce olan kimselere de tarikat vermeyiniz. Zira böylelerinin tarikata girme gaye ve sebebleri yüklerini başkalarını sırtına yüklemek kasdiyledir. Elbette tarikata girmiş kardeş olmuş diye tarikat arkadaşları ve kardeşleri bu kişinin sıkletini ve ağırlığını yüklenip çekmek isterler. Halbu ise mübarek bu misilli kimseleri de tasvib etmiyor. Mübarek bu yönde de çok haklıdır. Zira, Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) devresinde bir sahabeyi kiramı tekrar tekrar medh-ü-senâ ettiler. İbâdetini ve gayretkeşliğini anlattılar dinine çok çalışır hep ibâdet eder dediler. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sordu: “Bu kimsenin ihtiyaçlarını kim karşılamaktadır, kim temin etmektedir?” Sahabe de: “Efendim kardeşi vardır çalışır çabalayıp bu kimsenin de ihtiyaçlarını temin etmektedir” dediler. O zaman Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Kardeşi kendisinden hayırlıdır, zira kardeşi kendisine bir şey vermese bu şekilde yapamaz bu hale getiremez ve bu kimse esasen hazırcıdır” buyurmuştur.

Bir başka misâl ise Hz. Ömer (ra) bir gün camiden çıkarken bazı attal, battal ve tembel kimseleri köşelerde oturmuşlar görürde; “Neden sebebe başvurmuyorsunuz işe güce gitmiyorsunuz?” diye sorar. Onlarda: “Efendim bizler Allahü Zülcelâl'e tevekkül ehliyiz oturmuşuz O'nu zikrediyoruz rızkımız içinde O'nu vekil ettik” dediklerinde, “Siz bilmiyorsunuz ki: “Lâ yemturi La Fiddeten vela Zeheb” Allahü Zülcelâl gökten gümüş ve altın yağdırmaz. Sebebe başvurunuz. Heyyû alel esbab: Yâni, sebeb mucibelerine başvurunuz ve çalışınız. Sizinkisi tevekkül ehli değilde teekkül (yiyici) ehlisiniz Yani, hazır yiyicilersiniz, hazırcısınız” buyuruyor.

Yine Hz. Ömer (ra) bazen bir genci görüyorum da çok hoşuma gidiyor. İşin gücün nedir, sanatın nedir diye sorduğumda verdiği cevab hep “hiç, hiçtir...” derken gözümden düşer gider buyuruyor.

Hasani Basrî'ye sormuşlar ki “Efendim Basrada iki kimseden birisi ibadetine çok düşkün gece gündüz ibadetle meşguldür fakat işi gücüde yoktur. Diğeri ise esbab mucibelerine başvuruyor, çalışıyor ve hem kendi ihtiyacını temin ediyor hemde öbürüsünün bu arada ibadetlerini de ancak zaruri olan farzları ve etrafındakilerden yapabildiği kadarını yapıyor bununla yetiniyor. Diğer vakitlerinde ise işinde çalışıyor. Bu kimselerden hangisi daha hayırlıdır” derler. Hasani Basrî Hazretleri: “Çalışan daha hayırlıdır” buyurmuştur, işte mübarek Halidi Bağdadî hazretleri de bu hususları biliyorda onun için bu gibi atalete batalete yön vermiyor ve tasvibde etmiyor.

 

Beşinci tenbih: Şöyle buyuruyor:

ولامن الذين اذاتيسرلهم رتبة من مناصب الدنيا وثبوااليها وثبة النمر وقدكانوا يغضبون اذا تساوى بهم احد من الخلفاء فضلا عن غير هم من المريدين

Tarikat verilmeyecek olan beşinci zümreyi de (grup) şöyle anlatmış mübarek; bu kimselerin görüntüleri dünyayı fazla sevmeyen çok muttaki itinalı ve zahid kimselerdir. Görüntüleri böyledir. Fakat aniden karşılarına dünya mertebelerinden bir mertebe çıkacak olursa kaplanın avına atılışı gibi o mertebeye atılırlar ve o mertebeyi almaya meğer hevesleri varmış. Fakat görüntülerinde yoktu. Ama karşı karşıya gelince maliyetlerini ortaya koyuyorlar. Üstelik dünyaya karşı böylesine hırs ve tamahları olmasıyla beraber kendilerinden başka kimselerinde sevilmelerini istemezler. Hasedlik ve fesadlık da vardır. Hatta ki kendi emsalleri olan müridânları bir tarafa bırak halife olsa bile kendilerinden fazla bir rağbet göstersen bunu dahi çekemiyorlar. İşte bu misilli kimseleri de tarikat vermeyiniz. Hased görüntüsü vardır. Zâten iblis'i de bu hale ileten haseddir. Allahü Zülcelâl bizleri korusun. Âmin...

Kardeşlerimiz hasedle ilgili bazı hadis-i şerifleri bu vesile ile beyân edelim.

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: الحسد يفسد الايمان كما يفسد الصبرالعسل

Hadis meali: Hased imanı fesada uğratır. Saban (acı) bala karıştırdığında nasıl ki fesada uğratıp bozuyorsa hasedde imanı bu şekilde fesada uğratır. Yok etmezsede fesada uğratır ifsad eder.

Hadis-i Şerif:

قال رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: السد يأكل الحسنات كماتأكل النارالمطب

Hadis meali: İnsanda hased hasene bırakmaz. Yâni, ateşin odunları kül haline getirdiği gibi hasedde hasene birikintisi bırakmaz hepsini yakar. Allahü Zülcelâl cümlemizi korusun kendisinin ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın rızasını nasib ve müyesser eylesin. Âmin...

 

Altıncı tenbih: Mübarek şöyle buyuruyor:

ولامن الذين يريدون الخلافة ليثتهروا لما رأوا ان بعض الناس صارت لهم الشهرة وجمع الفلوس بسبب الخلافة

Hilâfet arzu ve isteği olan kimselere de tarikatı vermeyiniz. Neden? Zira; o kimseler bazı hâlifeleri gördülerde hem şöhret sahibi olmuşlar hem de dünya malının fülüsunun (akçe-para) cem'ini de yapmışlar. Halife olunca bunları elde etmişler. Ve kolayca bu iki emellerine ulaşmışlar. İşte böylesi halifeleri gören kimselerde kendileri de onlar gibi haris olduklarından hilâfet makamına gelip şöhrete ve mala kavuşmak için bu tarikata girmeyi taleb ederler. İşte bu sebebledir ki tarikat-ı âliyyenin nezâhatının paklığını mülevvesata iletmemek için bu en iyi hükümdür.

Bundan sonra tenbihatı bitmiş oluyor ve mektub yazmış olduğu halifelerine mektub sahiblerine hitab ediyor:

واعلموا ان احبكم الى اقلكم اتباعاً وعلاقة بأهل الدنياواخفاكم مؤنة واشغلكم باالفقه والحديث

Kendisinin sevdiği fazla muhabbetinin olduğu zümreleri sayıp ilân ediyor. Bilin ki en fazla sevdiğim kimseler etbâ'ı yâni cemaatı az olanlardır. Dünya ehli olan kimselerle fazlaca bir irtibatı ve alakası olmayanlardır. Olursada az olandır. Minneti ve külfeti fazla olmayandır. Yâni milletin sırtına fazla külfet vermeyendir. Ve oldukça azamı işleri fıkıh ilmiyle hadis ilmiyle meşgul olanlardır. Böylece sevdiği zümreleri birer birer sayıp beyân etmiş oluyor. Bu meyânde de şöyle bir hadis beyân eder:

وردفى بعض الاحاديث: ما ازداد رجل من السلطان قربا الا ازداد من الله بعداولاكثرت اتباعه الاكثرت شياطينه ولاكثرماله الاشتدحسابه (جامع اصغير)

Bu hadis-i şerif Camiu's Sagir'de mevcuttur. Hadisin meali şöyledir: Dikkat ediniz ki; padişah, etbâ'ları ve avânelerine fazlaca yakın olduklarında ne gibi zararlara uğruyor ve ayni zamanda da Allahü Zülcelâl'in rızasından ve rahmetinden nasıl uzak kalıyorlar. Bir kimse etba' ve cemaatının fazlalığına heves ederse ve fazlalaştıkça neler oluyor... Tamamen şeytanları çoğaltmış olur. Yine bir kimse malının çoğalmasını heves ve arzu ettiğinde bu da hesabının şiddetlenmesine sebeb ve vesile olur. Hülasa, tefekkür sahibi olalımda, dünyamız harab olsada yeter ki ahiretimizin ma'mur olmasına yarayacak şeylere heves ve arzumuz olsun...

 

Kardeşlerimiz; işte bu sebeblerle bunları bu şekilde beyân ettikten sonra kendilerine söylüyor ki; dahasını anlatmaktan müstağni olup bunun tersine olacak hallarde zararların neye malolacağını artık kendiniz düşünün. Zira, tâbi olanların fazlalığı şeytanların fazlalaşmasına sebeb olunca... Yine, sultanlara veya onların avânelerine ve âmirlerine yakın olmak ise Allahü Zülcelâl'in rıza ve rahmetinden uzak olmaya sebeb olunca... Malın çokluğuda hesabın ve azabın şiddetlenmesine sebeb olunca nasıl olurda bunların tersine düşünebiliriz. İşte bunun zararlarını gözönüne getirelimde bu hallerden hazer edelim.

Şimdi diyeceksiniz ki; cezbeler, coşkunluklar ve bazı haller olursa ne denir? O zaman bunlarında fazla olmasına asla mağrur olmayın. Cezbe vs.b gibi hallerin çokluğuna da heves etmeyiniz. Halkı cezbeye getirmeye çalışmak gibi hallerde mühim değildir. Zira, Hz. Cüneyd ve devresindeki olan Sırrı Sakatî ve benzeri zâtlar bir kimse cezbeye tutuldu mu şöyle buyuruyorlar: “Kaldırın şunu Dicleye atın eğer rahmanî ise Musa (as) gibi kurtulur. Yok eğer şeytanî ise Firavun gibi garkolur.” Dikkat etmek gerekir ki cezbe iki yönden de hücûmeder. Hem melek hemde şeytan temas ettiği zamanda şöyle çımkıştırır ve dürter. Rahmanî olursa inanın ki ateşleri dahi söndürür, başını taşa vursa taşı kırar. Biz bizzâtihi minareden cezbe halinde kendisini atan ve hiçbir şey olmayan zatı dahi biliyoruz. Böylesi cezbeyi de inkâr etmiyoruz. Rahmani cezbe Allah, lillah için olur ve aşk-ü-cezbesi kendi ihtiyarı dışına çıkar. Hz. Musa (as) devresinde bazı kimseler cezbeye tutulurlardı da gömleklerini yırtarlardı. Allahü Zülcelâl Hz. Musa'yı (as) uyardı: Ya Musa bunlara söyle gömleklerini yırtmak mesele değil, kalblerinin perdelerini yırtsınlar. Onun için bizlerde kalb perdelerimizi yırtabilsek o zaman cezbe geçerli olur. Yoksa görüntü olarak coştuk, koştuk, tündük veya sıçradık neye yarar? Hatta bazı zatlar bu gibilerini pireye benzetmişlerdir. “Pire gibi doydukça tünnemeye sıçrayıp zıplamaya başlarlar.” demişlerdir.

Hülasa bu gibi nahoş şeyler esasen tarikata yakışmayan uygun olmayan böylesi riyakârlık ve sümâ benzeri gösteriş gibi şeylerden hâzer etmek lazımdır. Mübarek Halidi Bağdadî Hazretleri de öyle istiyor. Sonra kendi zamanında Kur'an-ı Kerim hatmi yapılırdı. Bu husustada onları uyarıyor ki; Sakın ola fazlaca talebe bulunsunda fazla hatim okunsun demeyin. Bu pek mühim değildir. Mühim olanı şudur ki; otuz kişi olsa yevmiye birer cüz okumak suretiyle bir hatim yapılabilir. Şayet böylesi sûfîye tarikat ehli olmasa dahi çevrede coşkun ve hal sahibi olan bir çok kimseler vardır, Velevki komşulardan tanıdık kimselerden olsalar dahi... Hatta tarikata dahil olmasalarda Kur'an okumaya heves edenler olabilir. Şayet bunlarda bulunmazsa yevmiye bir hatim yapılamaz ise Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا

(Bakara /286)

Yâni her ferdi kendi vüs'ati gücü nisbetine göre mükellef kılmış ve sorumlu tutmuştur. Dinimizdede, tarikatımızdada hiçbir zorlama yoktur. Bu nedenle Halidi Bağdadî Hazretleri şöyle buyuruyor: Sizlere çok halisane kimseler bırakmışımdır. Fakat bunların dışında dahi tarikata girmemiş olan nice kimseler vardır ki halisane âmel sahihleridirler. Ve Kur'an okumayı da candan yapacak tarzdadırlar. Bahsedilen zemime (kötü) hallerin vasıflarına mevsuf olmadıktan sonra böylesi tertemiz kimselerin bir tanesi günümüzde dahi icabında bin tane mülevvesât sahibi olanlara bedeldir. Ayrıca zorluk, sorumluluk ve bir mecburiyette yoktur. Zâten Allahü Zülcelâl teshilat taraftarıdır. Ayet-i kerimesinde:

يُرِيدُ اللّهُ أَن يُخَفِّفَ عَنكُم ْ

(Nisa/ 28)

“Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek ister.” Allahü Zülcelâl tahfifat (hafifleştirme) ve teshilat (kolaylaştırma) taraftarıdır. Hadis-i şerifte:

يسروا ولاتعسروا

“Dininizde kolaylık gösterin zorlaştırmayınız. Zorlama yoktur” buyuruyor.

Bununla yetinip mektubun sonuna doğru geldik. Burada da bir tenbih vardır. Halifesi olan Ubeydullaha olan tenbihine iyice kulak verelim. Bu tenbihinde bir tarikat ehline hilafet verildiğinde bir muhalefet vaki olduğunda ne gibi afat ve felâket olacağını beyân etmiştir. Şu hususları kesinlikle terkedip yapmasınlar diyor: Kadınları evlerinde toplayıpta teveccüh etmesinler. Evlerinde böyle toplantı ve davet yapmasınlar. Zira bu gibi şeyleri tenbihte etmedik tasvipde etmiyoruz. Kendi enâniyyeti, benliği ve çıkarı içindir. Halife olduğu halde gerekli görev ve halleri icra etmeyip halife değilmiş gibi davranamaz. Halifelik makamında tenbih ve emirlere asla muhalefet olamaz. Bir murid ile bir halifenin sorumluluğu ayni değildir. Halife muhalefet ederse mertebesinde öyle bir düşüş olur ki tasavvurun dışındadır. Halife olanın hali bir müridin veya tarikata girmemiş dünya ehlinin haline de hiç benzemez. Nitekim bahsedilen Halife Ubeydullahın bir kardeşi vardı bir bağlılığı olmadığı halde sadece muhabbeti vardı. Bu muhabbeti sayesinde kendisinden de üstün bir halde olmuştur. Allah rahmet eylesin, diye tabir ediyor. Kabri de nur olsun buyuruyor. Bu halife Ubeydullahın ise gururlu bir hali olup bir çok hülefadan üstünlük taslaması dahi vardır. Bu düşüş olmasına rağmen hem ücûb hemde gurur içindedir. Bilsin ki ben kendi sorumluluğunu üzerimden atmışımdır. Nitekim kendi reşahat isimli esere müracaat etse Hazreti Şahı Nakşıbend (ks) imamü't tarikat ve Ubeydullahı Ahrar bazen bu gibi basit bir muhalefet sebebiyle müridini tard etmiştir. Bu ise bir halife için aşırı derecede bir muhalefet ve tarikata uymayan hallerdir. Ve sonunda şöyle buyuruyor: Rabbımız (Celle Celaluhu) ayet-i celile'de şöyle buyuruyor.

وسيعلم الذين ظلموا اى منقلب ينقلبون

: Zalim olanlar ve nefsine zulmedenler geleceklerinde hangi düşüşlerin olacağını ne gibi değişik hallerin geleceklerini kendileri mutlaka görecekler ve bilecekler.

Mektubun sonunu bağlayışta ise şöyle buyuruyor:

اضعف العباد خالد النقشبندى

Kulların en zayıfı Halidî Nakşibendî. Yâni meşrebi olan Nakşî ve reisi olan Nakşî. Sadatın reislerinden bir zât...

اللهم نفعنا بجير هم وبركاتهم آمين بجاه سيد المرسلين والحمدلله رب العالمين

 

Kardeşlerimiz; mektubun muhteviyatını okudunuz. Belki fikrinize gelir ki tarikata girmeyecek olan 6 zümreyi saydık tüccar ulema amir umara ve diğerleri. Acaba neden bunları tarikata almayın buyurdular. Bu sözü umuma şâmil tasavvur etmeyiniz. Zira bu zayıf şahsiyetler için böyledir. Mesela bu mektubu yazdığı üç hülâfâ gibi. Biliyorsunuz ki bir göl veya birikinti suyu az bir şey hemen bulandırır. Ama daha önce anlattığımız gibi dağ veya deniz gibiyse onlara karşı bir esintinin bir dalganın ne tesiri olabilir ki... Ancak zayıf şahsiyetler olursa amir-ümera kendilerine bağlandıklarında vali oldu ağa oldu paşa oldu hesabıyla böbürlenebilirler. Tüccar kısmı bağlandıklarında onların servetinden yardım olur şeklinde düşünerek belki falan alim bana bağlandı şöyle oldu böyle oldu diyebilirler. Hülasa tarikata alacak olan kimselerin seçebilecek kabiliyet sahibi olması lâzımdır. Seçenek yapabilme hali varsa keşif erbabıdır. İnanın ki müridin geçmişini şu anını ve geleceğini dahi bilir. Bu hususda Hazreti Şahı Nakşıbend (ks) buyuruyor ki; eğer bir kimse bir murid alacağında müridin geçmişini ve geleceğini müşâhade edemiyorsa ve keşfedemiyorsa bu kimsenin o müride tasarruf etme yetkisi hiç yoktur. Ve bu husus çok ağırdır çok... Onun için Hazreti Halidi Zülcenaheyn Kudduse sırrıhu'l azizin bizzâtihi kendisinden çok sevdiği âmir ve ümerâlar çoktur. Hatta mensubu olan çok paşalar ve valilerde vardır. Onlara yazmış olduğu mektubları da mevcuttur. Ancak, yukarda anlatılan misilli istisnalarda vardır. Bunları da açıkça vasıflandırmıştır. Mezmume (kötü) olan vasıflarla mevsuf kişileri kötülenen sıfatları olan kimseleri almayın buyurmuştur. Tüccarlar hakkında ise hadis'e dayalı olarak buyuruyor:

 

Birinci hadiste:

التاجر الامين الصدوق المسلم مع الشهداء يوم القيامة

Hadis meali: O tüccar ki hem emindir, hem doğrudur ve hemde müslümandır. O kimse kıyamet günü şüheda (şehitler) zümresiyle beraber olacaktır. Hadisin ravisi İbn-i Ma'ce ve Hakim ibn-i Ömer (ra)'den.

 

İkinci hadiste:

عن ابن عمر رضى الله عنهما: التاجر الصدوق الامين مع النبيين والصديقين والشهداء

Hadis meali: Bir tüccar ki hem sadık hem emindir. Bu kimsenin mükafatı nebilerle sıddıklarla şehidlerle mahşeri olacaktır. Hadisin ravisi Tirmizi ve Hakim Ebu Said (ra)'den mervi.

 

Üçüncü hadiste:

عن ابى السعيد: التاجر الصدوق تحت ظل العرش يوم القيامة

Hadis meali: Sadık olan, doğru olan ve her yönden itimad edilen bir tüccar yarın kıyamet günü Arş-ı âlânın gölgesinde gölgelenecektir. Hadisin ravisi Ebu Naimf Esbahanf Firdevs'inde Enes ibn-i Malik (ra)'den.

 

Dördüncü hadiste:

التاجر الصدوق لا يحجب من ابواب الجنة

Hadis meali:

Bir tüccar ki; ahdine sadık alışına verişine dürüst, emin ve itimad edilir cennet kapılarının hangisinden girmek isterse hiç bir engel çıkmaz buyuruyor. Hadisin ravisi: İbn-i Neccar İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet etmiştir.

 

Beşinci hadiste:

التاجر الجبان محروم والتاجر الجسور مرزوق

Hadis meali: Korkak olan tüccar mahrumdur. Cesur olan tüccarın rızkı da çoktur. Demek ki burada Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın tavsiyesi şu ki; Tüccar biraz atılgan, cesur ve tevekkel ala Allah olması lâzımdır.

Ulemâya (âlimlere) gelince, zâten bunun anlatılmasına hiç gerek duyulmuyor. Çünkü; onların vasıflarını belirtmiş. Düşük gayeleri ve ilme münasib olmayan hallerin sahibi de olunca... Haliyle mezmumu vardır mahmudu vardır. Yerileni ve övüleni vardır. Yoksa ulema dediğimizde zâten tarikat erbabı ve reisleri ulemâların ülemâsıdırlar. Ulemâ dendi diye hepisi de tarikat dışı değildir. Ulemâ ki onlar enbiya mirasçılarıdırlar. Rasüllerin emniyetçileridirler. Onun için hali hazır Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmetinin ulemâları geçmiş ümmetlerin nebilerinin gördükleri vazifelerle ayni vazifelerden sorumludurlar. Ayni seviyededirler. Ancak istisna olan makamlarıdır. Nebilerin müstesna makamları vardır. Ulemâ ise enbiyayı taklid ederler. Benzerleridirler. Çünkü cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan sonra peygamber olmayınca onların yerine âlimler vazife yapıyorlar. Onun için rastgeleye bir âlime tarikat vermeyin demek değildir. Öyle âlimler vardır ki kendisini tamamen Allahü Zülcelâl'e vermiş O'ndan bile birşey istemeye hazer eder ve utanırlar. Nerde kaldı halkın üzerine külfet olmak?.. Halktan bir şey istemiş olmaları düşünülemez bile... Onlar mübarek ve müstesna kimselerdirler. Tevekkül ehlidirler. Kendisini tamamen Rabbısına bağlamış olan bu kimseler müstesnadırlar. Diğer attal-battal olanlar ise hilafet hevesi vardır başka gayesi vardır vs...

Hülasa hali hazır günümüzde bile carî hadiselere bir bakın. Birisi çıkıyor Almanyada kendisini halife ilân ediyor. O ülkede onların mandası altında yaşarken halifeyim diyor. Bu hususda faydası olur diye Allahü Zülcelâl'in izni ve inâyetiyle bir hadis serdedeceğim:

Hadis-i şerif:

يكون فى آخر الزمان علماء يناهدون الناس فى الدنيا ولا يزهدون ويخوفون ولا يخافون وينهون عن عثيان الولات ولا ينهون ويؤثرون الدنيا على الآخرة ويأكلون الدنيا بئلسنتهم اكلا يقربون الاغنياء ويباعدون الفقراء يتغايرون على العلم كما يتغايرالنساء على الرجال يغضب احدهم على جليسه اذا جالس غيره ذالك حظهم من اعلم

Hadis-i şerifi Imam-ı Ebu Talibi Mekkf Ku'tü'i Külûb sahibi beyân eder. İmam-ı Ali (ra), Abdullah İbn-i Abbas (ra) ve Kab'ü'l Ahbar (ra) olmak üzere üç kişiden merfu'en ve mevkuten rivayet eder. Hadisi buraya kadar üçüde beraberce rivayet edib yürütürler bundan sonra İmam-ı Ali (ra) ilâve olarak:

علمائهم شر الخليقة منهم بدت الفتنة وفيهم تغود

Abdullah Ibn-i Abbas (ra) ise ilâve olarak şunu da rivayet ediyor

اولئك هم الجبارون اعداء الرحمن

Hadis meali: Cenabı Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem)'ın mûcizelerindendir ki bu hadis-i şerifinde ahir zamanda ulema-i sûi nin (kötü olan ulema) ne hallerde olacaklarını beyân etmiştir. Şöyleki:

 

Birincisi: Milleti zühde, zahid olmaya davet eder ve onların mallarını ve paralarını oldukça harcatır fakat kendisi zühde asla uymaz. Halbuysa Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem)'ın şöyle bir hadisi vardır:

من ازداد علماً ولم يزدد زهدا لم ينال من الله الابعداً

: Kiminki ilmi çoğalır da zühdü de ilmine nisbetle dahada çoğalıp aşmazsa bu ilminden Allahü Zülcelâle yaklaşmasını değil de bilakis uzaklaşmasını elde eder.

 

İkincisi: Halkı Allah korkusuna Havfullaha davet eder ve her zaman “re'sü'l hikmeti mehafetullah: Her hikmetin başı Allah korkusudur” der. Allah korkusu, kıyamet günü ve bilhassa cehennemi âlet ederek milleti oldukça korkutur ve tehdit eder. Fakat kendisi hiç te korkmaz. Halbuysa Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

انما يجشى الله من عباده العلماء

: Hakikaten âlim ise üzerinde Allah korkusu diğerlerinden çok daha fazla ve üstün olması lâzımdır. Bu âyet-i celile isbat ediyor.

 

Üçüncüsü: Milleti âmir ümeraya fazla yaklaşmaktan men eder ve tenbih eder ki asla bunlarla fazlaca muaşeret, ittifak ve irtibat kurmayınız.. Fakat kendisi ise buna çok hevesli olup onlarla birlikte yaşamayı da çok çok ister. Halbuysa bununda çok fitne konusu olacağı evvelce beyân etmişizdir.

Bunlar dünyayı ahirete tercih ederler. Muhabbetleri dünyayı karşı fazlaca artışlıdır. Halbuki Cenab-ı Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: “Hubbü'd dünya re'sietün külli hatietin: Bütün hataların başı dünya sevgisidir.” Bunu anlatmışızdır. Bunlar ayni zamanda hal ve ilimleriyle değilde dilleriyle geliştirmeye çalışırlar. Çok güzel lügat parçalarlar. Bu hususda çokda hünerlidirler. Zira Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

يتعلمون الصرف الكلام

: Ahir zamanda ilimden daha fazla kelâm tasrifi öğrenirler. İşte bu misilli kimselerde bu şekilde dilleriyle halkı mal etmeye çalışırlar. Ayni zamanda zenginleri yaklaştırırlar fakirleri uzaklaştırırlar. Zenginlere çok tabasbüsleri (yaltaklanmaları) vardır. O sebeble Rasulullah (Saliallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

من تواضع لغنى نغنائه ذهب ثلث دينه

: Bir kimse zenginlere karşı yaltakçılık yaparsa bilsin ki dininin üçte birini kaybetmiştir. Halbuysa böylesi alim geçinenlerin zenginlere çok meyilleri vardır. Ve zenginleri ikna etmekte hünerleri ve kabiliyetleri çoktur. Fakirlere ise asla önem verip ihtimam etmezler. Hiçte rağbet etmezler.

Bunlar; kendi ilimlerinin üstünede çok düşkündürler ve çokta gayretkeşlikleri vardır. Ayni misâli Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) veriyor: Nasıl ki evli bir kadın erkeğinin başka bir kadına gitmesine razı değil ve gayretkeşlik gösterirse bunlarında ilimlerinin hazzı böyledir. Hatta bir kimse yanlarnına gelmiş bir kerre meclislerine oturmuş ise sonra da başka bir meclise gittiği duyulursa o kimseye söylenir kahırlanır hoşlanaz ve çehresini değiştirirler.

Hülasa; Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki: Bunların ilim öğrenişleri ve ilimden hazları böyledir. Gayeleri esasen kendilerinin benzeri ilim sahihleri bulunmasın benzeri cemaat bulunmasın. Etraflarına topladıkları kimseler artık asla başkalarına gitmesinler. Yâni, dünyanın varını yoğunu kendilerine mal etmeye çalışırlar.

Hadis-i şerif buraya kadar üç kişinin rivayetidir ve berabercedir. Bundan sonra İmam-ı Ali (ra) ilâveten: bunlar mahlukatın şerli olanlarından bir tanesidirler. Ayni zamanda da fitne kendilerinden doğar ve sonunda yine kendilerine döner ve avdet eder.

Abdullah İbn-i Abbas (ra) ise ilâveten: Bunlar cebabiredirler, Âlim değilde cebabirelerdir (zorbalar). Ve Rahmanın (Celle Celaluhu) düşmanlarındandırlar.

Hadis-i Şerif:

عن رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم: قال يخرج فى اخر الزمان رجال يختلسون الدنيا بالدين يلبسون للناس جلود الضأن من اللين

Hadis meali: Ahir zamanda bir kısım kimseler (rical) peydah olup zuhur eder ve dünyalarını din yoluyla celbine ve cem'ine çalışırlar. Bunların giyinişleri insanları kendilerine celbetmek için kuzu postuna bürünürler. Kuzu demekten gaye biliyorsunuz kuzu sevilir ve kuzudan bir zarar gelmez. Dolayısıyla halkta bunların görüntülerine bakarda kuzu gibi zarar gelmez diye aldanıp kanarlar. Bunlar bundan dolayı bu giyimlere başvururlar Halbu ise hadisin devamında:

السنتهم احلى من العسل وقلوبهم قلوب الذءب

Dillerini dinlesen baldan tatlıdır, fakat kalbleri kurt kalbine bürünmüş ve o vasıfla vasıflandırılmışlardır. Biliyorsunuz ki kurtlar çok haris ve haindirler. Asla aza kanaat etmezler ve her zaman hıyanet düşünürler.

Hülasa Allahü Zülcelâl hadis-i kudsî'sinde şöyle buyuruyor:

ابى تفترؤن ام على تجترؤن فبى الأ بعثن على اولئك

Hadis-i kudsi meali: Bana iftira mi ediyorsunuz? Ben böyle mi istedim? Yoksa bu cüretinizden mi ileri geliyor? Zâtımla sıfatımla yemin ederim ki; onların üzerine öyle fitneler gönderirim ki en halim selim olan kimseleri bile hayrette bırakırım.

Candan kardeşlerimiz okuduğunuz hususlar bir terazi mesabesindedir. Yarar ve zarar...  Kendiniz kendi vicdanlarınızda tartınız. Bu ortamda Allahü Zülcelâl'in inayetine sığınıyoruz...

اللهم ربنا هيئ لنا من امرنا رشدا واجعل معونتك العظمى لنامدداً ولا تكلنا الى تدبير انفسنا فان عبادك الفقراء عاجزين عن اصلاح مافسدا اللهم وفقنا لما فيه الخير والرضاء آمن

وصلى الله  وسلم على سيدنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم تسليما كثيرا آمين سبحان ربك رب العزة عما يصفون وسلام على المرسلين والحمدلله رب العالمين

 

 

 

 

 

اعوذباالله من الشيطان الرجيم

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمدلله رب العالمين وبه نستعين

والصلاة والسلام على خير خلقه محمد وعلى آله وصحبه اجمعين

 

ŞEYH ALAADDİN'İN (K.S.) TAVİLA ZİYARETİ

 

Aziz Kardeşlerim;

Bu bölümde başta Şeyhimiz Mevlana Alaaddin (ks) ve pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin (ks) olmak üzere mensubu olduğumuz saadat-ı kiramın; tasavvufî inanç tez ve yollarını ve uygulamadaki hassasiyetlerini hayatları boyunca süren ihlâs ve titizliklerini beyan edeceğiz. Gerçek tasavvufun anlaşılması ve yaşanması hususunda Allahü Zülcelâlin izniyle gayret edeceğiz.

Sizleri şimdiye kadar nâdirattan olup da duymadığınız bir sohbeti dinlemeye davet ediyoruz.Bu sohbet, Mübarek ve mükemmel bir mürşid ile müridi arasında câri olan hadiseler ve konuşmaları ihtiva etmektedir.

Bu mürşid, tarifi kabil olmayan ve:

مر ادالمريدين برهان السالكين وخلاصة الو اصلين وزبدة العارفين

diye tarif edilen böylesine bir zât. Hatta daha da yüce ve Mübarek bir şahsiyet, bir mürşidi kâmil... Şeyh Alaaddin (ks). Mürid ise, mürşidi böylesine mübarek ve muhterem bir zât olmasına rağmen kendisi ne ulemâ, ne de tasavvuf erbabından. Hem ilim, hem tasavvuf edebi yönünden çok zayıf. Buna rağmen Allahü Zülcelâl, kendisine ikram ve ihsanda bulunmuş çok şanslı birisi. Bu zâtın ismi de Hacı Hüsnü'dür.

Rabbimizin kerem ve ihsanına nail olmuş ve böylesine yüce bir mürşid ile karşı karşıya gelmiş. Aralarında şefkat ve ra'fet yönüyle âdeta bir dede torun münasebeti şeklinde bir sohbet cereyan ediyor. Hacı Hüsnü, bu Mübarek zâtın sesini almak için bir teyp hazırlayıp mikrofonu kendisine uzatıyor ve sert bir şekilde, yüksek bir sesle, tamamen avam lûgatıyla sualler soruyor. O Mübarek de onun seviyesine inerek, onun anlayabileceği bir lisanla, her zaman ki mütevâzi haliyle Hacı Hüsnü'nün suallerine cevab veriyor. Mübarek de onun seviyesine inerek, onun anlayabileceği bir lisanla her zamanki mütevâzi haliyle Hacı Hüsnü'nün suallerine cevab veriyor.

Aslında Mübarek şeyhimizin bu mütevâzi hali ibret alınacak bir haldir. Hacı Hüsnü de bu Mübarek zâtı çok sevmiş ve kendisi de sevilmiştir. Bundan dolayı çok bahtiyardır. Allahü Zülcelâl cümlemize böyle bir muhabbet, böyle bir irtibat ve böyle bir ciddiyet nasib etsin... Âmin.

Hacı Hüsnü, mübarek şeyhimiz Şeyh Alaaddin hazretlerinin Tavîla'da bulunan Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin Hazretlerinin, ki aynı zamanda kendi şeyhidir, ziyareti ve o ziyaret esnasında vuku bulan harikalıkları ve şeyhimize o muazzam icazetnamenin verilişini ve şeyhimizin o ihtişamlı uğurlanışını duyduğundan ve o ziyaret hakkında az da olsa malûmat sahibi olduğundan suallerine bu Tavîla ziyareti ve orada vuku bulan hadiseleri sorarak mevzuya giriyor:

- Efendim, Tavîla'ya gittiniz, bu Tavîla ziyaretiniz nasıl geçti? Tavîla nasıldı? Hoş muydu?

- Evet, evet, çok hoş, çok hoştu. Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin ile ilk karşı karşıya gelmemiz bana çok haz verdi. O anda kendimden geçmişim. Hemen duvara yaslandım. Mübarek beni görür görmez bize büyük bir iltifatla taltif ederek: “Ey gözümün nuru, halin nicedir?” diyerek iki defa bu şekilde tekrarladı. O esnada ben kendimden geçmişim. Ancak şu kadarını söyleyebildim: “Elhamdülillah...” Mübarek Pirin kelâmı çok hoş idi, mest oldum.

- Efendim, Pirimiz sizi çok seviyordu.

- Bizi sevmesinin sebebi, biz fakir kimseleriz, haddimizi bilen kimseleriz, haddimizi aşmayız. Öyle coşkunluk hallerimiz yok, istikâmet üzerine yürümekteyiz. Aczimizi i'tiraf eder, fakriyyat içerisinde, acziyet içerisinde oluruz. Dolayısıyla Mübarek, bu missilli kimseleri severdi.

Bir de sonradan Mübarek Pirimizin yanına girme meselesi var. Mübarek Pirimiz bir gün iki odalı bir yerde idi. Ben gittiğimde Seyyid Kadri, mübareğin yanından çıktı. Ben de fırsat olunca içeri, pirimizin yanına girdim. İçeri girince Mübarek bambaşka bir taltifle: “Buyur, buyur, elhamdülillah, sizler başka kimseler gibi değilsiniz” dediler ve devam ettiler:

“Elhamdülillah, sizler başkalarına benzemiyorsunuz. Siz müstesna bir şahsiyetsiniz. Siz necibsiniz, hatta sizler nücebasınız.” (Yani aile olarak. Çünkü, babasını da kasdediyor.)

Mübarek bunun üzerine o kadar dua etti ki... Pirimiz, Allahümme…. (Artık ne buyurdu ise Şeyhimiz bunları gizli tutuyor.) Ancak: “İnşallah sizler salihsiniz, inşallah sizler salihsiniz” buyuruyor.

Velhasıl, salih demek; salâh yönünden irşada ve bu tarikata elverişlisiniz, sizin salâh yönünüz vardır, imkânınız olacaktır, diyerek bu şekilde taltifte bulundu ve tekrar: Sizler başkalarına benzemiyorsunuz, dedi.

Elhamdülillah, Rabbimize şükürler olsun. Fehmedildi ki, bize karşı iltifatı ve sevgisi daha fazladır. Memnuniyetini izhar etti. Diğerlerinin, yemek içmek hususunda külfet veren yönleri çok idi, coşkun ve taşkın halleri çok idi. Ama biz fakir kimseyiz, bizim bu gibi hallerimiz olmadığından bize karşı olan memnuniyetini izhar ettiği açıktı.

Hülâsa bu haller ziyaretin birinci devresinde vuku buldu. Bu ziyaretin bir de ikinci devresi var. O da icazeti alıp ayrılacağı devresidir. İcazeti alacağı devreye girince bir taleb ve dileği olanlar, bir kâğıda yazarlar ve Pirimize verirlerdi. Mübarek Pirimiz de onları alır, oturduğu döşeğin altına koyardı. Mübarek; şeyhimize biraz da ısrarlı bir şekilde, bir talebinin olup olmadığını sorar. Şeyhimizin verdiği, isteğinin yazılı olduğu pusulayı Pirimiz alınca, diğerlerinin ki gibi döşeğin değil de Mübarek kendi iç cebine koyar. Bu da gösteriyordu ki Şeyhimizin, Hz. Pirin yanında, böylesine istisnai bir durumu var, bu ziyaret esnasında Şeyhimizin yanında Hacı Bilâl da vardı.

Mübarek Şeyhimiz, Pirimizden Hacı Bilâl'e bir duası ve himmeti olmasını dilemiş. Pirimiz, Hacı Bilâl'e bakarak: “Bu kişiyi çok sevdim, çok sevilen bir şahsiyettir. Madem ki size hizmet etmiştir, size hizmet, bize hizmettir. Ben bunu hem dünyada, hem ahirette kardeş olarak kabul ediyorum,” diyerek ismini sormuş. “İsmi Bilâl'dır” deyince:

“A… Bilâl, Bilâl-Habeşî, Bilâl-i Habeşî'yi sevmiyen mi var? Bilâl-i Habeşî'yi (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) gördüğü zaman: Ya Bilâl, ben seni görünce rahatlıyorum. Sen ezanınla beni rahata kavuşturuyorsun. Ezan okuyuşunla namaza davet ediyorsun ve namaz ile de huzur bulabiliyorum, buyururdu,” diyerek tekrar tekrar “Bilâl, Bilâl-i Hebeşî'yi sevmiyen mi vardı?” diye buyurdu.

Mübarek Şeyhimiz buyurdu ki:

- Pirimiz bu isme karşı çok ihtimam gösterir, yani Bilâl ismi üzerinde çok dururdu. Bunun ismini de Bilâl'e benzeterek bu şekilde sevdi ve aynı zamanda dünya ve ahiret kardeşliğine de kabul buyurdu. Tabi bu duruma biz de sevindik. Buradan ayrılacağımız zaman da Mübarek Pirimiz böylesine lütfukârâne şefkat ve merhamet dolu olarak öyle bir nazar etti, öyle bir inceden inceye süzdü ki, o anda bundan aldığım lezzeti ve zevki tarif etmek kabil değildir.

Mübarek Hz. Pir öyle bir derya idi ki, emsali bulunmayan bu nazarlar karşısında kalbimden neler geçti ise, neler temenni olundu ise tümünü keşfen gözler önüne seriyordu. Dolayısıyla onun bu halini tarif etmek kabil değildir. Allahü Zülcelâl cümlemize bu Mübarek zâtların hayrat ve bereketlerinden faydalandırsın. Âmin.

İşte, bundan sonra Şeyhimizin oradan bu ayrılışı ve uğurlanışı; Pirimizin kendisinden razı olduğunun ve memnun olduğunun izhârı olmuştur. Ben de o zaman inandım. Böylece ayrılışı devresindeki bu görüntü karşısında hiç kimse kalmadı, hepsi uğurlamaya koştular. Bahusus Seyyid Tâhâ dahi kilometrelerce yol katederek bizzat kendisi uğurladı. Sanıyorum ki o güne kadar hiçbir halifeye bu şekilde bir uğurlama vaki olmamıştır.

 

SIRRI AZİZ

Kardeşlerimiz;

Cenabı Rasulullah Aleyhissalatu vesselamdan intikal eden bir SIR vardır. Bu SIR, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan Hz. Sıddık (ra)'a intikal etmiş ve ondan bu yana SÂDÂT-I KİRAM Hazerâtına peyderpey aktarma olunmaktadır. Ama, bu zevatın hepsine de bu sırra sahib olmak nâsib olmaz. Hepsinin bu sırrı kaldırmaya güçleri olmayabilir. Dolayısıyla misal olarak Hz. Şahı Nakşibend (ks), şeyhi Seyyid Emir Külâl olmasına rağmen bu sırrı Hace Abdulhâlik Gücdüvâni'den almıştır. Bir emânet olarak onda duruyordu. Ondan Şahi Nakşibend'e intikal etmiştir. Arada beş kişi olmasına rağmen. Dolayısıyla bu sır erbabı ve ehli olan zâtlar müstesna şahsiyetlerdir. Diğer bir misal de Hz. Mevlâna Hâlid Ziyaeddin, Şeyh Abdullahi Dehlevi'den izin aldıktan sonra emânet kendisinde olmadığı için emâneti ehlinden, yani yerinden alması için emir vermiştir. O zaman Pirimiz Hz.leri henüz hayatta değilken bu sır Pirimizin ruhaniyetinde bir emânet olarak duruyordu. Hz. Mevlâna Hâlid bu emaneti Pirimizin ruhaniyetinden almıştır. Bu emâneti azimeyi yedi sene Mevlâna Hâlid taşımıştır. Ondan sonra Hz. Şeyh Osman Sıraceddin'e aktarılmıştır.

Hatta bu hususta Şeyhul Hazinin bir sözü var: “Yedi yaşımda iken Mevlâna Hâlid'in hil'atini giydim” buyuruyor. Bu sözü, bu emanetin kendisine de geleceğine bir işaret olarak. Çünkü Şeyhül Hazin Hz. Mevlâna Halid'in vefatında 7 yaşında idi. Zira Şeyh Osman Hz.leri dahi Şeyhul Hazin'i kendi yanında seyru sülük yaparken dahi hiçbir işte çalıştırmayıp: “Sen bunun için yaratılmadın ya Şeyh Muhammed” derdi. Şeyh Osman, Şeyh Muhammedül Hazin'i kendisine, hiçbir hizmete koşturmadı. Böylece bu emanet kendisine intikal etmiştir. Sonradan Şeyhul Hazin Hz.leri de 1308 Hicrî senesinde Muhammed Ali Hüsameddin'e takriben otuz yaşlarına doğru bu emaneti intikal ettirmiştir. Şeyhul Hazin Hz.lerinin ğavsiyyet makamında olduğundan en küçük bir şüphemiz yoktur. Gavsiyyeti güneş gibi açıktır. Hatta “Şahı Nakşibend'in kuvvetine sahibtir” diye de buyurulmuştur.

Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin'e gelince... Dedesi Şeyh Osman tarafından ve diğer zevat tarafından, bilhassa Şeyhimiz tarafından Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in derece bakımından hepsinden üstün olduğu kesin olarak bildirilmiştir. Dolayısıyla Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin kendisinde bu anlatılan sır, tecelliyâtı zâtiyedir. Tecelliyâtı zâtiye sahibi olan zât şühud ehlidir. Bu makam da ihsan makamıdır.

الإحسان ان تعبدالله كأنك تراه

 

 

İHSAN MAKAMI

Allahü Zülcelâle ibadet yaparken, Allah'ı görürcesine ibadet yapmaktır. Bu hal şühûd halidir. Tecelliyâtı Zât her ferde nasib olmaz. Ancak ğavsiyyet makamında olan bir zâta nâsib olabilir. Hatta (bu makamda) Şeyh Osman Hz.lerinin kalbi büzülmüştür, yanık bir hale gelmiştir. (Bu hususu, Şeyh Osman'ın hal tercümesi bölümünde izah edeceğiz.)

Şeyhul Hazin Hz.lerinin ise akvâlinden ve ahvâliden ğavsiyyet makamına sahib olduğu kesindir. Mevlâna Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerine gelince; Mübarek şühûd ehlidir. Bundan hiç şüphemiz yoktur. Çünkü Hz. Pirin namaz halinde farz namazını kıldıktan sonra başka birşey kılmaya gücü yetmezdi. Demek ki tecelliyâtı zâtiye'nin öylesine te'siri, öylesine yakıcılığı vardı ki, farz namazından sonra başka bir nafile ile meşgul olacak gücü kendisinde bulamıyordu. Hatta Cenabı Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi bu hal karşısında farz namazından sonra Hz. Aişe'ye: “Ya Aişe, beni (dünyalık ile) meşgul et,” diye emrederdi. Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin de namazı kıldıktan sonra hemen kendisini dışarı atar, herhangi bir işle meşgul olmaya çalışırdı. Bu hal sahibi olan zâtlarla alâkalı en açık bilgiyi veren İmamı Rabbani Hz.ler şöyle buyuruyor: Farz namazı kılarken emir Allah'ındır, hüküm Allah'ındır. O anda vâki olan Tecelliyâtı Zâtiyyenin hiçbir benzeri olamaz. (Yani, şühûd ehli olan zevat, farz namazları kılarken Tecelliyâtı Zâtiye karşısında aldığı hazzı, zevki, feyzi, hiçbir şeyden alamaz.) Nitekim, farzlardan sonra sünnetleri kılmaya başlayınca bu zevat farzlardaki o zevki alamıyor. Dolayısıyla envarı ilahiyyenin fazlalığı, fazlaca yakıcı bir hal alırsa, o zaman başka bir şeyle meşgul olmaya kabiliyyet ve imkânı kalmıyor.

Hülasa: Farzlardaki tecelliyât, Tecelliyâtı Zâtiyedir. Sünnetlerdeki tecelliyât ise Tecelliyâtı Sıfatiyedir. Farzları kılarken alınan o manevî zevk sünnetlerden alınamıyor. Şühûd erbabının, özellikle Muhammed Ali Hüsameddin gibi zâtların makam ve mevkiini tam ve hakikî yönüyle anlatmamıza ve anlayabilmemize imkân yoktur. Allahü Zülcelâlin Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerine vermiş olduğu makamı tam olarak anlatmaktan aciziz. Ancak bu hususta şu kadarını söyleyebiliriz. Mevlâna Muhammed Ali Hüsameddin'in, Şeyh Osman'dan ve Şeyhul Hazin'den üstünlüğü kesindir. Aynı zamanda Şeyh Osman ve Şeyhul Hazin'in de ğavsiyyet makamında oldukları da kesindir. Bu iki muhterem Zâtın ğavsiyyet makamında oldukları, hal tercümeleri anlatılırken, tamamen ilmî olarak anlatılacaktır. Hiç şüphe yoktur.

Binaenaleyh Pirimiz Hz.leri böylesine bir makam sahibi olmasına rağmen, böylesine bir yücelik karşısında dahi Mübarek Şeyhimiz Şeyh Alaaddin'e verdiği önem ve ona karşı olan sevgisi, ona olan iltifatı icazetnamede de görüleceği gibi calibi dikkattir. Nitekim icazet verildiğinde kullanmış olduğu cümleler, ifadeler istikbalde onun nasıl bir şahsiyyet olacağını gayet açık bir şekilde ortaya koyuyor.

 

İCAZETNAME

 

 

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمدلله الذى اشرق انوار الهداية على قلوب العاشقين والزمهم كلمة التقوى والدين وجاهدو بأموالهم وانفسهم حتى اتاهم اليقين ثمه الصلاة والسلام على سيد المرسلين اما بعد حامل العريظة جناب مستطاب الفاضل الكامل المحترم حضرت شيخ علاءِالدين المكرم قدسلك عندناكم مدة و جاهد قلبا وقالبا ليلاونهارا حتى  استحق القبول عندالله ورسوله وسادات الكرام النقشبندية والقادرية وانااذنتهو بموجب الامر بتلقين الطريقتين العليتين الى اخواننا الطالبين بأداب الشريعة لطريقه سيد المرسلين والصلاة والسلام على خاتم النبيين

خادم الفقراء على

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Elhamdülillahillezi eşrake envârelhidayeti alâ kulûbil âşıkin ve elzemehüm kelimetüttekvâ veddin ve câhedû bi emvâlihim ve enfusihim hattâ etahümül yakîn. Sümmes Selâtü vesselamu alâ seyyidül mürselîne.

Emme ba'du hamilul arizati Cenabı müstetab elfadıl elkâmil el muhterem Hazreti Şeyh Alaaddinil mükerrem Kad seleke indenâ kem müddetin ve câhede kalben ve kâliben leylen ve nehâren hattâ  istehakkâl kubule indellahi ve rasulihi ve sâdâtil kirâmi en nakşibendiyyeti vel kâdiriyyeti ve ene ezentühü bimucibil emri bitelkinittarikateynil aliyyeteyni ila ihvânina ettabilin bi âdâbişşeriati litarikihi seyyidil murselin.

Vessalâtu vesselâmu alâ hâteminnebiyyin.

  

 Hâdimül Fukara  Ali

       İmza - Mühür

 

Şöyle buyuruyor: “Cenabı müstetab el fâdıl el kâmil el muhterem Hazreti Şeyh Alaaddinil mûkerrem seyr-i sülûkûnu bizde bitirdi. Kalben ve kaliben, leylen ve neharen buyurduktan sonra istihakkâl kubul yani istihakı kesbetmiştir. Nasıl kesbetmiş? İndeallahi ve inde Rasulullahi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve inde saadatil aliyyetil Nakşibendiyyetil ve Kadiriyyeti... ve ene ezentuhu bi mucibil emri, ben ise emir mucibince veriyorum. Çünkü istihkak kesbetmiş. Hak etmiş. Hem Allah nezdinde hem Rasulullah nezdinde hem de saadati Nakşibendiyye ve Kadiriyye nezdinde. Ben ise kendiliğimden değil de emir mucibince veriyorum.”

 

Kardeşlerim;

Biz bunları anarken anlatırken herhangi bir davet veya teşvik yönünden söylemiyoruz. Allahü Zülcelâlin ni'meti azimesine teşekkür bakımından ni'meti tezekkür yönünden söylüyoruz. [1]

İşte, buraya kadar böylesine mübarek bir mürşid ile müridi arasında tevazu bakımından, şefkat ve merhamet yönünden herkese bir misal teşkil edecek bu konuşmayı sizlere aktarmayı uygun gördük.

Böyle bir müşahede, böyle bir duygu her yerde ve her mürşidde olmaz. Fakat, Rabbimizin lütfü, kerem ve ihsanı olarak böyle bir mürşid ile bizi karşılaştırdığı için Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun. Ne mutlu o kimseye ki, o da şeyhinin böylesine sevgisini kazanmış, karşısına oturmuş ve aralarında böylesine sohbetler cereyan etmiştir.

Hülâsa; Mübarek Şeyh Alaaddin ile Hacı Hüsnü arasındaki konuşma Arapça olduğundan Hacı Hüsnü'nün daha iyi anlayabilmesi için tamamen avam lügatini kullanarak, onun seviyesine inerek sorularına cevab veriyor. Onun kullandığı lisanı kullanarak cevablıyor.

Dolayısıyla son taraflarında biz de birkaç kelimeyi dile getirmeye çalıştık. Fakat bazı noktaları biraz daha şerh etmek, anlatmak faydadan hali değildir. Çünkü, orada çok kısadan geçmişti. Biz de bir iki noktayı bildiğimiz kadarıyla biraz açmak istiyoruz. Zâten Şeyhimiz ile Hacı Hüsnü arasında geçen sohbetin başlangıcında, henüz soru sormadan aralarında bazı konuşmaların geçtiği anlaşılıyor. Seyyid Kadri mevzuu geçmiş ki Şeyhimiz, Seyyid Kadri ile alâkalı şöyle buyuruyor: “Oldukça kendi şeyhini methediyordu. Söyledikleri şeyler, hep kendi şeyhi üzerine idi” buyurdu. Ondan sonra Hacı Hüsnü Tâvila ziyaretini soruyor. Efendim Tavila nasıl idi? Tavila ziyaretiniz nasıl geçti?

 

TÂVİLA

Tâvila, biliyorsunuz ki, Mübarek Pirimizin dedesinin şöhret olduğu bir beldedir. Yani, şöhreti ile ilgili Şeyh Osmanı Tâvila denilen bir yerdir. Dolayısıyla Şeyhimiz, babası Şeyhul Hazin'in ahdini yenilemek kastı ve gayesiyle Tâvila'ya gitmiş. Tabi mürşid, mürşidi kâmil olunca, insanı, insanı kâmil haline getirir. Fakat mürşid, nakıs ise, ona teslim olan kişi de yetersiz yetişir.

Bu husus çok önemlidir. İnsan her duyduğuna “mürşidi kâmil” diye kendisini teslim etmemelidir. Nasıl ki bir doktor, doktorlukta tam bir ihtisas sahibidir, menfaati, kesin tedavi yöntemleri vardır. Çok kimselere faydası olmuştur. (Doktorluğunu her haliyle isbat etmiştir, hekimlik icazeti vardır.) İşte bu doktor, hastaların tedavisini yapabilir. Dolayısıyla böyle ehil doktorlara, insan kendisini rahatlıkla teslim eder. Yoksa doktorlukla yakından uzaktan alâkası olmayan, kulaktan dolma bilgilerle kendisini doktormuş gibi gösteren, bir iki kitab okumakla doktor olduğunu sanan ve cazibesine kapılarak böyle bir yola başvuran kimseler, bedene fayda vermek şöyle dursun, ancak ve ancak zarar verirler.

Mürşidler de böyledir. Ehil olmayan doktor bedene nasıl zarar verirse, nakıs mürşid de dine zarar verir. Onun için mürşidlik çok mühimdir. Maneviyat esasen kişi ile Allahü Zülcelâl arasındaki rabıtadır. (Öyle hafife alınacak bir olay değildir.) Nakıs ve ehil olmayan doktor, nasıl ki hastasını perişan ederse, nakıs ve ehil olmayan Şeyh de müridini Allah'a kavuşturmak şöyle dursun çok kötü durumlara düşürür.

Hülâsa, Şeyhimiz Tâvila'ya vardığı zaman, Mübarek Pirimiz çok ferasetli olduğundan, Şeyhimizi diğerleri gibi HÂNİKÂH'a[2] değil, özel olarak Mübarek Seyyid Tâhâ'nın himayesine veriyor. Âdeta, çok kıymetli bir emânet gibi kıymet ve değerini takdir ederek, Seyyid Tâhâ'ya teslim ediyor.

Seyyid Tâhâ, bildiğiniz gibi Pirimizin hemen hemen her işini yapar, döndürürdü. Umumi işleri yürütürdü. Teveccüh olsun, hatmi hacegâh olsun Pirimiz bunlara asla girmezdi. Bunlara Seyyid Taha girerdi. Ve umumi işleri hep Seyyid Taha yürütürdü.

Seyyid Tâhâ işte böylesine bir Zât. Şeyhimizin de en çok bahsettiği ve daima takdir ettiği zât Seyyid Tâhâ'dır. Seyyid Tâhâ'nın dışında öyle herhangi bir kimse üzerinde durmazdı.

Hatta meşhur Şeyh Saidi Meczub ve diğer Cizreli zevatın bazıları hakkında da şöyle buyururdu: “Bunların bir kazan veya bir havuz gibi fazlayı taşırma durumları vardır. Taşırınca üzerine başka ne koyacak ki... Geleni taşıracak olursa ne koyacak ki? Ama kardeşim Seyyid Tâhâ her geleni zaptediyor. Her geleni yutuyor. En ufak bir taşkınlık ve taşırma yok, derya gibi her geleni içine alır” diyerek Seyyid Tâhâ'ya karşı olan sevgisini izhar ederdi.

İşte Muhammed Ali Hüsameddin, Şeyhimizi bu Seyyid Tâhâ'ya teslim etmişti. Böyle olmasına rağmen Şeyhimizin aklına şöyle bir düşünce gelir: “Acaba Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in böylesine yüce oluşu ecdadından, baba ve dedesinden şöhret alarak mıdır? Yoksa kendisinde bir istiklâllik durumu var da bu şöhretinin sahibi bizatihi kendisi midir?” Şeyhimiz Şeyh Alaaddin bu gibi şeyleri aklından geçirince Seyyid Tâhâ'ya teslim edilmiş bir emânet durumunda olduğu halde hemen emir gelmiş ki ferman Pirimiz Hazretlerinden:

- “Alaaddin musarrahtır, gidebilir” diyor.

Burada Hz. Pir hakkında bir tereddüd, bir şüpheye kapılınca, aklından “acaba” diye geçirince o zaman kendisine serbestlik verilmiştir, gidebilirsin diyor.

İşte, Mübarek Şeyhimiz o anda tarifi imkânsız bir üzüntüye gark olur ve o geceyi sabaha kadar ağlayarak geçirir. Seyyid Tâhâ her ne kadar teselli etmeye çalışsa da bu tesellisi onu pek etkilemez. Çünkü, bu durum Şeyh Alaaddin'e çok ağır gelir. Sabahleyin abdest almaya çıktığında orada bir samralık (gübre) vardır. O samralığa bakarak: “Keşke bu samranın yerinde ben olsaydım da bu duruma düşen biri olmasaydım diyerek dünyaya geldiğine bin pişman, üzüntüsünden kahrolacak bir halde artık ben neye yararım ki...” diyerek o derin üzüntüsünü izhâr eder. Mübarek Şeyhimiz keşke o samralık olsaydım dediği anda, Mübarek kendisini o hale indirince o samralık âdeta dalgalanan bir nur gölü haline gelir. İşte bu hal karşısında tefekkür halinde iken hiç umulmadık bir anda, Hz. Şah karşısında var olur, zuhur eder. Tabiki o anda ne haller geçirdiğini Allah bilir. Mübarek, Hz. Şah ile karşı karşıya gelmekten dahi çekinir bir halde duvara yaslanır. Hz. Pir karşısına gelince Şeyh Alaaddin'in üzerindeki o hali gidermek ve o teslimiyyet ve tefvizi umurinin[3] bu şekilde inmesi karşısında o hali giderecek şekilde Şeyhimizin kesinlikle hoşnut olabileceği bir tarzda:

كيف حالك يانورعيني

“Ey gözümün nuru nasılsın, ne haldesin, halin nicedir?” diye sorar...

İşte Hacı Hüsnü'nün sorduğu ve Şeyh Alaaddin'in (ks) Pirimiz karşısında verdiği cevabı bu andan itibaren anlatıyor. Diğer kısımlarını ise anlatmadan saklı tutuyor. Ancak Şeyhimizin, Pirimiz hakkında “bu Mübarek, bu Mübarek” diyerek anlattığı ve o ana kadar geçirmiş olduğu devreyi âdeta bir film şeridi gibi göz önünden geçirmiş ki artık teslimiyyeti külli durumunda kalmış ve kendisinden de memnun olduğunu görünce, bilhassa bu şekilde taltifini görünce çok daha mestu hayran olmuş ve o anda duvara yaslanarak kendisini zaptedebilmiş ve karşısında verebildiği cevab sadece ve sadece “ELHAMDÜLİLLAH” olmuş.

 

SEYYİD TÂHÂ İLE ŞEYH ALAADDİN'İN HZ. PİR'E İNTİSAP ŞEKİLLERİ

Şeyhimiz Şeyh Alaaddin'in (ks) Hz. Ali Hüsameddin'e intisabları, Hz. Ebubekri Sıddık'ın (ra) Peygamberimizi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tasdikine tıpatıp uyuyor. Seyyid Tâhâ'nın durumu ise Hz. Ömer'in Peygamberimize gelişi ve kabullenişinin aynısı.

Şöyle ki Hz. Peygambere vahiy gelip ve Rasulullah da peygamberliğini ilân ettiğinde onu ilk kabul edenlerden Hz. Ebubekir İslâm'a davet edildiğinde “Ya Muhammed! Sana karşı olan güvenim, itimadım sonsuzdur. Bunu sende biliyorsun. Yalnız davet ettiğin Risâlete delilin nedir?” diye sordu. Peygamberimiz de: “Ya Ebubekir! Şam'da görmüş olduğun rüyadır” diye buyurunca Hz. Ebubekir Peygamberimizi kucaklayıp iki gözünün arasını öptü ve “ben şehadet ederim ki: Sen Allah'ın Rasulüsün!” diyerek risaletini kabul etti ve Müslüman oldu.

 

Hz. EBUBEKİR'İN RÜYASI

Hz. Ebubekir (ra) Şam'da ticaret yaptığı sırada rüyasında bir ay'ın, Mekke'ye indiğini, sonra Mekke'nin bütün evlerine dağıldığını ve her eve, O'ndan bir parça girdiğini, sonra da kendi evinde toplu bir hâle gelmiş gibi olduğunu görüp, ehli kitap bilginlerinden bazısına, meselâ Rahip Bahira'ya anlatmış.

Rahip Bahira: “Sen nereden geldin, kimlerdensin, ne işle meşgulsün?” diye sordu. Hz. Ebubekirde Mekke'den geldiğini, ticaretle meşgul olduğunu ve Kureyş kabilesinden olduğunu söyleyince... Rahip Bahira: “Allah rüyanı doğru çıkarırsa, kavminden bir peygamber gönderecek, sen de sağlığında onun vezir'i, vefatından sonra da halifesi olacaksın!” demişti.

İşte, buna benzer bi şekilde Şeyhimizin de, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin hakkında, onun yüceliği hususunda en ufak bir tereddütleri yok. Fakat bu yüceliği, böylesine üstün meziyetlere sahip oluşu, akıllara durgunluk verecek kadar müstesna bir şahsiyet oluşu nerden kaynaklanıyor? Bu vasıflara sahip oluşu acaba baba-dedesinden, böylesine bir aileye mensubiyetinden mi ileri geliyor? Yoksa, kendisinde bir istiklâllik durumu var da bu hâl kendisinden mi kaynaklanıyor? diye düşünmesi, böyle bir tereddüt geçirmesi, Hz. Pir'in de Alaaddin gidebilir, demesi; Hz. Peygamberin karşısında Sıddıki Ekber'in kayıtsız şartsız teslimi gibi, Şeyhimizin de bu durumdan sonra teslimiyyeti kül ile bağlanmış ve Hz. Pir'in hali ve durumu hakkında kalbi mutmain olmuştur.

 

Hz. Seyyid Tâhâ'ya gelince:

Hz. Ömer'in, Cenabı Rasulullaha gelişi Müslüman olmak niyeti ile değil de ona haddini bildirmek için yola çıkmıştır. Tamamen bir ferman okumadır geliş gayesi. Fakat Hz. Peygamberle karşılaştıktan sonra Müslüman olmanın, İslâmı kabul etmenin dışında seçeneği kalmamış ve Müslüman olmuştur. İşte, Seyyid Tâhâ da buna benzer bir şekilde intisap etmek niyetiyle değil de, tamamen kendi ilmine ve şöhretine güvenerek işlerini yapmaktan amcasını alıkoyan bu kişiye, yani Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerine haddini bildirmek için gelir. Geliş gayesi tamamen bir ferman okumadır. Fakat Hz. Muhammed Ali Hüsameddin ile karşı karşıya geldiğinde dünyası tamamen değişir. Hz. Ömer misali geliş o geliştir. Bir daha geri dönmez.

 

HÜLÂSA: Hz., Rasulullah için Sıddıkı Ekber ile Hz. Ömer'in durumları ne ise, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin için de Şeyh Alaaddin ile Seyyid Tâhâ'nın durumları aynı mesabededir. İşte meşrebimizin SIDDIKİ meşreb oluşu da bundan dolayıdır.

 

Hülâsa; Hacı Hüsnü ikinci olarak soruyor:

- “Efendim, Hz. Pir'in size karşı sevgisi vardı, çok seviyordu sizi.” Karşısında Mübareğin verdiği cevab:

- “Biz fakir kimseleriz, aciz, miskin durumumuz vardır. Böyle taşırma hallerimiz yoktur, coşma yoktur. Sakin bir durumumuz vardır. Haddimizi bilen kimseleriz. Dolayısıyla Mübarek Pirimiz böyle kimseleri severdi” buyurdu.

Nitekim Hz. Şahı Nakşibend (ks) şöyle buyuruyor: “Bu yolun sâliki olan bir kimse bu meskeneti, zilleti, acziyyeti, fakriyyeti -bu yönleri- ele alıp da bu yoldan yürümedikçe asla vuslat bulamaz. Zira bu fakire, bu kapıdan giriş yaptırdılar ve böylece muvaffak olabildi. Başkaları daha başka kapılarda dururken biz iki yüz kişi idik, ne bulduysak bu yöntemlerle bulduk, Allah'a şükürler olsun.” diyor.

İşte, Şeyhimiz de bu yönünü tercih ederdi. Hatta talebelik devresinde dahi Şeyh Halef Camisinde Şeyh Mahmud'un yanında okurken, zira tahsilini orada yapardı, talebeler arasında hiçbir benzeri yoktu. Öteden beri çok sakin ve tefekkürlü bir hâli vardı. Çocukluk devresinde iken bile onların hareketlerinden âri, bari bir durumu vardı. Sükûnet içerisinde daima tefekkürlü ve müsteğrak bir hali vardı.

Rahmetli babam, Şeyhimizin gençlik ve talebelik devresini böyle anlatırdı.

Hatta Şeyhimiz, ağabeyi Şeyh Fahreddin hakkında bile, Şeyh Halef Camisi'nde va'z ederken Abimin anlattığına göre şöyle buyurmuş: “Kardeşim Şeyh Fahreddin halk arasında va'z ederdi. Halk sanırdı ki tamamen varlığı, meşguliyeti onlarladır. Fakat, kalbi Hak ile kalıbı halk ile idi.” Halbuki Mübarek o dönemde talebe idi.

Talebelik devresinde dahi ağabeyinin o hal ve durumunu keşfediyordu. Keşfiyatı var idi.

Bu acayibliklerine bakınız ki, Şeyhul Hazin'in en büyük evlâtlarından kademe olarak en yüksek olanı ve en büyüğü Şeyh Fahreddin'dir. Ve Şeyh Mahmud da onun halifesidir.

Yani Şeyhimizin, tedrisat yönünden hocası olan Şeyh Mahmut hakkında da şöyle buyurur: “Ayağının baş parmağından başına kadar yani tepeden tırnağa bir nur parçası idi” diyor. Bunun yanında bulunduğu devre ve talebelik devresinde dahi ağabeyinin durumuna keşfiyatı ve vukufu vardı. Bu minval üzere, Şeyhimizin öteden beri geliş tarzı böyledir. Vakarlı, istikrarlı, sakin, kendisinin mahviyattan başka bir hali yoktu. Var, yok içinde... Hani bir usul vardır. Tarikati aliyenin sâdatlarının verdiği bir karar vardır; “ölmeden önce ölmek” düsturu varya...

موتوا قبل ان تموتوا

Yani, “ölmezden evvel ölmek” şöyle ki, bu ölmek vücudan değil, aslında nefsin enaniyetini[4] ve bu gibi nahoş halleri, ahlâkı zemimeleri[5] tamamen yok etmesidir. Bunu öldürürse, işte o zaman Allahü Zülcelâl kendisine bir hayat verir.

 

Aziz Kardeşlerim,

Artık fazlaca zihninizi yormak istemiyorum. Diğer bölümlerde az çok bir işaret verilmiştir. Ancak, en fazla muğlâk gördüğümüz Mübarek Şeyh Osman (ks), Şeyhul Hazin (ks) ve Hz. Pirimizin (ks) bu tecelliyât yönünden geliş tarzı, yani bu sır hususunda biraz malûmat vermek yerinde olur.

Bilhassa Şeyh Osman (ks) ile alâkalı, kalbinin büzülmesini söylerken, tabi bunun mahiyetini anlatmak faideden hâli değildir.

 

HZ. ŞEYH OSMAN ETTAVİLİ (K.S.) (Doğumu: 1781 (H. 1195) - Vefatı: 1867 (H. 1283))

Hz. Şeyh Osman (ks) çok dirayetli ve:

منبع الاسرار ومظهر انوار الرحمن صباح درياءلامكان حضرة سراج الملة والدين

قمرالعرفان وشمسى اليقين شيخ المشايخ سيدنا الشيخ عثمان الشهير باالكشف والبيان

diye tabir edilen böylesine bir kabadayı... Rabbımızın yiğitlik meydanındaki zatlardan bir tanesi... Pirimizin dedesi olup pirimizin geleceğini pek âlâ anlatan bir zattır. Bunlar birbirlerini çok iyi bilirler. Nitekim pirimizde dedesinden ayni şekilde diye tabir edilen menakıbler anlatırdı. Herhangi bir zattan şöyle keşfiyatı vardı, şöyle malumat sahibi idi, şöyle halleri vardı denildiğinde dedesi Şeyh Osman hakkında aynı seviyededir veya daha üstündür diye anlatırdı. Şeyh Osman Hazretlerinin yanındada herhangi bir zat anılsa “Bizim Ali bunu aşar” buyururdu.

Hülasa bu Şeyh Osman Hz.leri Mevlâna Hâlid (ks) gibi müstesna bir zâtın âyân halifelerinden olup en akdemidir. Yani akdemul hulefa diye tabir edilen en kıdemli, derece bakımından da en yüce halifesidir. Mevlâna Hâlid (ks), Şeyh Abdullahi Dehlevi'den gelerek Irak'a teşrif ettiğinde ilk irtibata geçtiği Zât, Şeyh Osman Hz.leridir.

Aslında Mevlâna Hâlid ve Şeyh Osman her ikisi de Irak'lıdır. Mevlâna Hâlid şehrü'z zûrî'lidir. Şeyh Osman ise Tâvila'lıdır. Bu beldelerin ikisi de Irak beldelerindendir.

Bu şekilde mübarek teşrif ederken oldukça Şeyh Osman ile irtibat kurmuştur. Şeyh Osman'da çok dirayetli bir zattır. Tabi bunlar birbirlerini iyi anlar, iyi bilirler. Nitekim Mevlâna Hâlid Hz. Peygamberden intikal eden bu sırrı azizi Şeyh Osman'ın torunu olan Hz. Ali Hüsameddin'in (ks) ruhaniyyetinden almıştır. Mevlâna Hâlid'in rihlesini okuyan bir çok kimse Şeyh Abdullahi Dehlevi'den dönüşünde Şeyh Abdullahi Dehlevi'nin: (Evlât, falan mahalle varasın, şol yere safiyyetle giresin, oradan hükmünü ve emrini alırsın, diye O emaneti almaya göndermesi.) İşte, bu konu muğlak kalmış, bunu kimden almış, nasıl almış, bu bilinmiyor. Bu hususu, Hz. Pir hakkında malûmat verirken inşallah daha geniş izah edeceğiz.

 

VECD HALİ, KALB ve FÜAD

Şimdi mevzumuz olan Şeyh Osman Hz.lerine gelelim.

Şeyh Osman Hz.leri çok ileri kademeye varmış, Mevlâna Hâlid'in halifeleri arasında en üstün dereceye varan bir Zât idi. Zira onun hâli Şühûd hâli idi. Şühûd hali çok acayip bir devreye gelmiş. Tabiki insan zikri yaparken evvela gafleti gidermek için yapar. Sonrada gafleti giderip cevarihlerini tamamen istilâ edecek hale getirince de kalbine yerleştirir. Kalbin ise bir dış kısmı olmakla beraber bir de iç kısmında FÜAD vardır. Kalbteki muhabbettir. Füad'da ise aşk vardır. Yani muhabbet kalb ile alâkalı, aşk ise Füad ile alâkalıdır. Aşkın daha ötesinde de bir sır vardır. Sır esasen VECD hali demektir. VECD ise istediğini, aradığını bulmak demektir. Bu hâl ise Tecelliyâtı Zât halidir. Tecelliyâtı Zât aslında her fertte aynı değildir. Aynı seviyede olmaz. Çünkü görür-görmez, hicablı-hicabsızdır. Aynı seviyede değil ve çeşitli yönleri vardır. Ancak bu hususları daha iyi anlayabilmek ve anlatabilmek için İmamı Rabbani'nin (ks) Mektubât'ına ve benzeri zevatın eserlerine müracaat etmek lâzımdır. Bu mevzu çok geniş olduğu için buraya sığmaz.

Evet, Şeyh Osman öyle bir hâle gelmişti ki lafza'i celâli zikrederken öylesine yakıcı bir te'sirat hâli var idi ki bu hâlin tarifi imkânsızdır. Artık ne hal oluyorsa Allah bilir.

Gaye şu: Mevlâna Hâlid devresinde diğer tarikatlara bağlı olanların bunları çekememezlikleri oldu. Bir de aralarında nahoş haller oluyordu. Hatta bir defasında Mevlâna Hâlid camiden çıkarken onu dövmek dahi istediler. Bu arzularını yerine getirmek için toplu bir halde Cami'nin önünde bekliyorlardı. Mevlâna Hâlid'e karşı çok hasım halleri vardı. Mevlâna Hâlid Camiden çıktıktan sonra, ki geç çıktığından dolayı, etrafında kimse kalmamıştı. Mevlâna caminin çıkışında karşısında bu topluluğu o halde görünce ve niyyetlerini anlayınca Mübarek O celalli nazarlarını topluluğa çevirip onlara celalli bir şekilde bakınca, topluluk neye uğradığını şaşırdı. Çoklarının kendilerine medarları kalmadı elbiselerini yırtıp çöllere çıktılar. İçlerinde kimileri de Mübarek Mevlâna'nın eline ayağına kapanıp af dilediler.Hülasa: O nazar karşısında kendilerini zor toparlayabildiler.

 

HAVF - RECA , KABZ - BAST, ÜNS ve HEYBET HALLERİ

Kardeşlerim; Biz avam sınıfı olarak Allah Zülcelâle karşı Havf-ü Recâ içinde yaşamamız lazım. Allanın rahmetinden umudumuzu kesmemek lazım. Daima rahmetini umud ederiz. Daha üstün kademeli zâtların ise kabz ve bast halleri vardır. Bast hali beşaşetli ve yaygındır. Kabz hali ise büzülen, sıkılan ve bir şey yok iken ağırlık hali gelmesidir. Bunlarında üstünde ise meselâ Şeyh Osman gibi şahsiyetlerde Üns ve Heybet halleri vardır.

Yâni; Şeyh Osman Hz. leri gibi yüce şahsiyyetlerde bu hal ÜNS ve HEYBET halidir.
Heybet Celâlidir. Üns ise cemâlîdir.

Eğer tecelliyât, celâl yönünden vâki olursa insanı anında bir hiç hükmüne getirir. Hatta o hal vâki olan zât tamamen şehid olur.

Nitekim İmamı Rabban Hz.lerinin oğlu Şeyh Muhammed Masum (ks) mektubunda şu hadisi Kudsiyi zikrederek der ki:

من قتلته فانا ديته

 “Herhangi bir kimse benim aşkımdan ölürse, onun diyeti ancak cemâlimdir.” buyuruyor. Onun için şühedâya öldüğünde cennet va'dedilmiştir. Ama, Allah şehidi olan, Allah aşkıyla şehid olan kimseye Cemaullah va'dedilmiştir. Karşılığı cemalullahdır.

Şeyh Osman (ks) Hazretleri bu minval üzere bir tarikat imtihan sahnesine girmişler, yani Kadiri tarikatının tezlerinin gereklerini yapmış. Bu sefer Nakşı tarikatının tezlerini öğrenmek ve görmek istemiş. İşte o zaman Mevlâna Hâlid'in “Diz çök, rabıta halini al, rabıtaya gir ya Şeyh Osman” emri ile önünde diz çökerek rabıtaya girer ve üç defa üst üste Allah der. Üçüncü defa Allah deyişinde bütün vücûdu benek benek olarak yanık bir hale gelir. Bilhassa kalb karşısında vücud büyük bir tesir görür ve o anda kalbi yanık, delinmiş ve büzülmüş br hale geliyor. O zaman kendinde medarı kalmıyor, tamamen mecalsiz bir halde Mevlâna Hâlid'e: “Lokmanımsın, Hekimimsin” diyerek kendinden geçiyor.

Mevlâna Hâlid (ks) Hazretleri de gereken himmeti yapar ve vücudunun üzerindeki yanık izlerini, benekleri giderir. Fakat o büzülü olan kalb o halde kalır.

Bu durum karşısında Hızır Aleyhisselâm kendisine: “Sen Allah yolunda gazi oldun ve bu şekilde gazilik unvanını kazandın.” der. Çünkü, henüz eceli gelmediğinden şehid olma zamanı gelmemiş, amma gazilik unvanını hak etmiş ve bu ünvânı taşımıştır.

İşte bu Şeyh Osman (ks) Hazretlerinin kalbinin büzülmesi halinden Şeyhül Hazin (ks) Hazretleri bahsediyor. Yani Şeyh Osman (ks) Hazretlerinden icazet aldığı zaman Şeyh Osman'ın “Ya Şeyh Muhammed; bu, Mevlâna Hâlid'in bir hil'atıdır, bir hediyesidir. O devrede bu hâl vâki' oldu, dolayısıyla bu SIRRI AZİZİ size emânet ediyorum, bu emânet EMANETULLAH'dır. Siz de buna sahib olun.” buyurup gereğinin yapılmasına itina edilmesi taleb ve temennisinde bulunmuştur.

 

ŞEYH MUHAMMED-EL-HAZİN (ks) (Doğumu: 1235 - Vefatı: 1308)

Hazretleri oradan vedalaşarak Siirt'e gelir. Siirt'te 12-14 km. mesafedeki Fersaf köyüne gelir. Fakat, Fersaf a geldiğinde kalacak bir evi dahi yoktur. Bu yola revân olunca ilim arkasından koşarken, bu hale gelinceye kadar dünyalık hiçbir şeye sahib olamamış. Oraya geldiğinde, kerpiçten mâ'mul, eve benzer birşey yapar. Ancak burası halkı toplamaya müsait bir yer olmadığından Siirt yolu üzerinde bir çardak yapıp geleni gideni irşada başlar.

Ancak; orayı gören, oraya uğrayan bir daha ayrılmıyor, ayrılamıyor. Ve Şeyhül Hazin (ks) Hazretlerinin ünü her tarafta çok yaygın bir şekilde duyulur.

Böyle olunca Mübarek Şeyh Alaaddin (ks) Hazretleri Şeyhül Hazin hakkında: “Şahı Nakşıbend kuvvetindedir.” diye buyurmuştur.

Tillo Şeyhleri de aynı Cizreli Şeyhler gibi çok atılgan ve tezgâhtardırlar. Şeyhül Hazin'in bu durumu yavaş yavaş kendilerine tesir ediyor. Bazı kimseler oralarda halife olmalarına rağmen: “Gidelim, bu Şeyhi caydıralım. Hatta gerekirse haddini bildirelim.” diyerek gelenler, bir daha geri dönmezler. Şeyhül Hazinden duydukları harikalıklara hayran-û-mest oluyorlar.

Çünkü, hiç kimseden görmedikleri ve duymadıkları harikalıkları görüyor ve duyuyorlar. Çünkü Şeyhül Hazin (ks) Hazretlerinin çok cazib bir tezi, görüşü ve nazarı vardır. Allahü Zülcelâl kendi fazlü kereminden bolca ihsan etmiştir.

Dolayısıyla Şeyhül Hazin (ks) Hazretleri ile alâkalı olan akvâl hafsalaya sığmaz, herkes de bunun fehmine kabil değildir.

Ancak, Şeyhül Hazin'in durumunu, hâlini birazcık olsun fehmedebilmemiz için bazi hâl ve akvâlini nakletmek yerinde olur.

Kendisi şöyle buyuruyor:

فقت جميع الأقران {} بحق سرالقرأن

Yani, “Kendi zamanında ve gününde bütün akranları arasında akranlarının tamamının üstünde olduğunu Kur'an sırrı hakkı için.” diye yeminle ifâde ediyor. İşte bu da ğavsiyyet makamında olduğunun en açık delilidir. Başka bir sözünde de şöyle buyuruyor:

لاعاشق لاسكران : من الانسى من الجان

يوازن فى العرفان : بنبى آخر الزمان

Yâni: “Cenabı Rasulullaha sevgi ve aşk hususuna gelince, hiçbir âşık ve hiçbir sekir ehlinden benimle teraziye girecek hiç bir fert yoktur. Benimle hiç kimse Rasulullah'a sevgi ve aşk yönünden teraziye konamaz.” diyor.

Hatta bir gün Şeyhül Hazin Hazretleri çok acayib bir kelime harcar ve der ki:

الابذكرالله تزدادالذنوب وتنعكسى البصانـر والقلوب

 “Allah'ı zikretmek günahları çoğaltır, basiret ve kalbi hedefinden sapıtır.” Bu söz karşısında ilim ehli Şeyhül Hazin'e itiraz eder ve: “Ne demek oluyor bu? Böyle şey olur mu? Allah'ın zikri nasıl olurda zünübü çoğaltır, nasıl olurda kalbi hedefinden saptırır? Ne demek bu!.. Bu söz şeriata muhaliftir. Zira Cenabı Hak Kur'an'da:

الابذكرالله تطمـن القلوب

“Kalbler ancak Allah'ı zikirle mutain olur.” buyuruyor” derler.

Şeyhül Hazin bu Ayeti Kerime ve onların tutumları karşısında şu cevabı verir: Hikem-ûl Ata'da da mevcud olan hadis-i şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

من ذكرلم يشهد و من شهدلم يذكر

Yani, “Bir kimse zikrediyorsa, henüz müşahede hali yoktur. (Şühud ehli değildir.) Amma, müşahede hali vaki' olduysa, zikir durur” buyuruyor. Onun için kendi dönemindeki Ulema buna itiraz ettiler. Hatta bu itiraz eden âlimlerden biri de sonradan Şeyhül Hazin'in damadı oldu.

Şeyhül Hazinin, Hacı Yasin isminde bir yakını vardı. Onu buldular ve dediler ki: “Senin Şeyhin bu şekilde bazı kelimeler kullanmış, buna ne dersiniz?” derler.

Hacı Yasinde “olur” demiş. Bu itiraz edenler birbirlerinden ayrıldıktan sonra, onlardan biri olan Molla Ömeri çağırmış ve “Molla Ömer!” demiş. O da “Efendim!” demiş. Tekrar aynı soru ve cevab tekerrür etmiş. Üçüncü defa Hacı Yasin: “Molla Ömer!” deyince Molla Ömer de:

- “Ha, fehmettim, tamam tamam,” demiş. Ve bu Molla Ömer sonradan Şeyhül Hazinin damadı olmuştur.

İşte bu hal şühûd halidir.

Anlattığımız gibi insanlar önce esma ile ibret alıyorlar. Ama Allah'ın gazabından, ama rahmetinden. Bu hal havf ve reca haldir. Rica ve havfları vardır.

İkinci kısım keşif ehlidirler ve bunlar da; sıfatın tecelliyâtı, sıfatın cereyanı, hükümler nasıl cereyan ediyor, bunları görürler. Levhi mahfuzu görürler. Bunlar da bir an için KABZ halindedirler ve korkar durumları vardır. Bir an için BAST yani geniş bir tarzda emelleri vardır. Ne zaman ki tecelliyâtı Zâtiyye vaki olursa. Zâten tecelliyâtı Zâtiyenin iki vasfı vardır. Bu da ya celâli, ya da cemâlidir. Bunun karşısında eğer, hicab nasıl bir hale geliyorsa, ne zaman ki kendisi ile Allah'ı arasında “Hu” dediğinde yani “Allah” derken, Onu anarken, “Hu” diyerek karara bağlayan bu kişi, o anda nasıl zikir etsin? Bunun zikre mecali kalır mı?

 

EVLİYA MAKAMLARI

Ariflerin buyurduklarına göre; evliya makamları dört kısımdır:

1) Nübüvvet hilafetidir: Yani nübüvvetin mirasçıları: Bunlar ulemâdır.

2) Risaletin mirasçıları: Bunlar ebdâllardır.

3) Ululazim olan hilâfet makamının mirasçıları: Bunlar Evtadlardır.

4) İstifaiyye hilâfetinin mirasçıları: Bunlar da aktablardır.

İşte, ğavsiyyet makamının bu yönden olması bu şartlara haiz ve istiklâl sahibi olması lâzımdır.

İstifa ehli bunlardır.

 

Kardeşlerim, buraya kadar Şeyhul Hazin'den bir nebzecik olsun anlattık. Geliş tarzı ve intisabları sırrı aziz-i Şeyh Osman Sıraceddin'den aldığını ve memleketine geldiğinde olan hadiseleri biraz olsun anlatmağa gayret ettik. Fakat burada bu müstesna şahsiyetlerden olan Şeyhül Hazin (ks) Hazretlerine Allahü Zülcelâlln ikram ve ihsanından biraz daha bahsetmek istiyoruz ve buna gerek de duyuyoruz.

Şeyhül Hazin (ks), Şeyh Osman (ks)'dan dönüşünde Musul'dan geçerken Hz. Yunus (as)'ın çilesine girmek azmi ve arzusu vardır. Kırk gün süre ile kendisine günde bir ekmek getirmesi için ücretini vererek bir kimseyi tutar. O da günde bir ekmek götürmek sureti ile kırk gün sürecek bu çileyi bitirir.

Bu çilenin kırkıncı günü bitiminde Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile bir emel umuyor. İşte o gün Hz. Yunus (as)'un eli merkadından arkasından çıkarak, Şeyhül Hazin Hazretlerinin sırtını sıvazlayarak:

أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

(Yunus /62)

Ayeti Celilesini okur.

İcazetinin ikinci kısmını da Yunus (as)'dan alır. Oradan kalkarak memleketine gelir.

Hülasa, Şeyh Osman Hazretleri, Şeyhül Hazin'in memleketine irşad için gönderilirken şu tembihatta bulunur:

“Şeyh Muhammed, seni o muhite irşad için gönderiyoruz. Fakat, giderken geçeceğin yerlerde Şeyh Salihi Subki Hz. var. Oradan geçerken kendisine şu hadiseyi bildir ve oranın irşadı için benim tarafımdan gönderildiğini söyle. Tabiki bir saygı gerekir. Çünkü, bu tarikatın ana temeli edebdir. Senin oraya irşada gönderilmeni hoş görmesini dileriz.” der.

Şeyhül Hazin Hz. oradan geçerken bu zâtı ziyaret eder. Ve Şeyh Salih'in yanına gelince onu bir sedirin, ranzanın üzerinde oturuyor halde buluyor. Ve kendisine hâdiseyi anlattığı zaman, Şeyh Salih-i Subki ayaklarını yerden kaldırarak, bastığı yeri gösterip; “Ya Şeyh Muhammed, şu benim bastığım yer de senin hükmün altındadır.” der.

Zira bunların hepsi ipek gibi şahsiyetlerdir. Böylesine teslimiyet halleri vardır. “Düstûr senindir” diyerek memnuniyetini izhar eder ve Şeyhül Hazin'i memleketine uğurlar.

Belki bu Hz. Yunus (as) hadisesini hafsalasına sığdıramayanlar olabilir. Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

“Enbiyanın cesedini, toprak çürütemez.” Zira bunların mayaları cennettendir. Çünkü, bir peygamberin kabrinden ses duyarsanız hem ceseden, hem de ruhendir. Bu hâl ancak enbiyaya aittir. Evliya ise böyle değildir. Evliyadan gelen ses onun ruhundandır.

Buraya kadar Şeyhül Hazin Hz.lerinin memlekete gelişi, irşad durumu hakkında az çok malûmat vermeye çalıştık. Allahü Zülcelâl kendisine çok kabiliyet ve istidat vermiştir. Akvâli çoktur. Yani akâid yönünden, münâcaat yönünden bilhassa nimeti tahdis [6] yönünden. Çünkü, Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ

(Duhâ/11)

“Rabbinin nimetlerinden söyleyebilirsin.”

İşte, bu gibi evliyanın bazılarıda Allahü Zülcelâlin emri ile konuşurlar, asla kendi ihtiyarları ile konuşmazlar. Bir evliyanın Allahü Zülcelâl karşısında bir ihtiyari yoktur. Hâşâ.

Onun için konuşması emirle olunca söylediğinden sorumlu değildir. Fakat, bu konuşma emirsiz olunca icabında velayetten dahi silinebilir. Allahü Zülcelâl bu velayeti istediğine verir. Ki bu gibi zâtların konuşmaları, gayri ihtiyarîdir ve emrivaki ile söylerler. Olabilir ki söyledikleri bu gibi sözler bir çoklarının hafsalasına sığmayabilir ve sığmaz da. Allahü Zülcelâl, öylesine harikalıklar vermiştir ki bu zâtlara. Amma denilebilir ki niçin böyle konuşurlar, böyle konuşmalarındaki sebeb nedir? Tabi Allahü Zülcelâl öyle emretmiştir ve o da böyle söylemiştir. Bu söylediklerini illâ umum kabul edecek ve inanacak diye bir şart yoktur. Yalnız bu harikaları da akla sığmıyor diyerek ketmetmek gerekmez. Çünkü, bunun da ehli vardır. Bundan da menfaatlanacak şahsiyetler vardır. Dolayısıyla Cenabı Rabbül izze celle celâluhu Habibini ilmin bir tanesini tebliğ etmeğe mecbur tutmuş, bir tanesini de tebliğde muhayyerlik vermiştir. Yani, ehline tebliğden sakınmamak. Ehli olmayana da illâ öğretmek diye bir şart yoktur. Buna mecbur da değildir. İşte, aynen bunun gibi bu Zâtların bazısı bu ilimden fehmedecek, menfaatlanacak şahsiyetler olduğundan dolayı Allahü Zülcelâlin vermiş olduğu ihsan ve keremi yaymaları tahdîs-i ni'met kabilindedir. Yani şükran lillâhi tealâdır. Binaenaleyh Şeyhül Hazin'in kendi devresinde dahi bu gibi sözlere aklı ermeyen, bunları hafsalasına sığdıramayan, mantıki kabul etmeyen, bunları anlamaya aklı yetmeyenler, hatta belki karşılaştıklarında inkâra kalkışanlar olur diye bunlar hakkında kendisi şöyle buyuruyor:

“Ey âlimler, ey iman ehli, Allahü Zülcelâl her şeye kadirdir. Allahü Zülcelâl'in kudretine karşı olmayınız. Zira bu iş kişinin kendi elindeki iş değildir. Gayri ihtiyarî olarak söylemektedir. Fakat, kudret Allah'ın kudretidir.” Allahü Zülcelâl bir kuluna ihsan ve keremini esirgemeden verdi ise ve bu kişi de Allahü Zülcelâlin ihsan ve keremi ile bunları söyledi ise, bunu inkâra kalkışmak onun kendisine değil de, Allahü Zülcelâl'in kudretinedir. Zira Allahü Zülcelâl'in kudreti tahdidsizdir. Birşeye “ol” dediğinde olur. Allahü Zülcelâl için, hâşâ, hiçbir şeyin olmasında zorluk yoktur.

 

Aziz Kardeşlerim;

Aslında bu hususta söylenecek çok şey var. Fakat biliyorsunuz ki Allahü Zülcelâl herkesin aklını eşit yaratmamıştır. Akıl standart değildir. Kimisinin akıl seviyesi düşük, kimisinin orta veya daha üstündedir. Kimisinin akıl seviyesi ise sınırsızdır.

Meselâ: Cenabı Rasulullah'ın aklı hiçbir akıl ile mukayese edilemez. Hatta bütün akıllar bir araya getirilse Rasulullah'ın aklının bir bölümü bile olamaz.

Onun için bunu, Mübarek Şeyhül Hazin yüz küsur sene evvel anlatıyor. Hele bu günümüzde olmuş olsa, ki bu gün hem tasavvufa karşı olan çoktur, fehmedemediklerinden inkâra kalkışırlar, tasavvufun yokluğundan bahsederler, bazıları da buna gerek duymadıklarını söylerler.

Bazıları da tasavvufu tamamen taklitçiliğe dönüştürürler. Özünden uzaklaşıp tamamen taklidî yönüne dönüp taklitçi olurlar. Böyle olunca da fehimlerine, akıllarına, hafsalalarına bu gibi şeyler sığmayabilir. Çünkü, bunların fehimleri kısırdır. Tasavvuf tamamen taklitçiliğe indirilerek oyuncak haline getirilirse, bu gibi kimseler bunları nasıl idrak edebilir?

Allahü Zülcelâl bu gibilerin üzerinden ferasetini çekince bunu ne ile idrak edebilecekler? Çünkü, feraset Allahü Zülcelâl'in nurundan bir nurdur. Bu nuru alınca hangi nur ile bunu idrak edebilirler? Dolayısıyla Allahü Zülcelâl bizleri bu gibi hallere düşmekten muhafaza etsin, inkarcılardan eylemesin. Daima Hakkı Hak bilip Hakka tâbi olanlardan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinab eden kullarından eylesin.

Hülâsa, bu Mübarek zâtın ğavsiyyet makamında olduğu birçok sözlerinde gayet açıktır. Fakat, üzerinde daha teferruatlı bir şekilde durmuyoruz. Çünkü, inkâra sebebiyyet verecek bir hal olmasın. Böyle bir hale gelmesin diye üzerinde daha fazla durmuyoruz.

 

HAZİN LAKABI'NIN VERİLMESİ

Kendisine Hazin lakabının verilmesine gelince, hac devresinde Cenab-ı Rasullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ziyaretine giderken, Cenab-ı Rasullullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) huzuruna varmazdan evvel, o gece orada (Ravza-i Mutahhara'da) delil olan zâtın kendisine Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

“Şu şu misilli, evsaflı bir zât gelirse, merğublardandır. İçeri alınız.” Bu hadise Hicrî 1300 yıllarında vuku buluyor.

Şeyh Muhammed, Medine'yi Münevvereye teşrif edip de Rasulullah'ı (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ziyaret etmek azminde olunca, zâten içeri alınması hususunda tenbihde olunca içeri alınır. Fakat, o zaman bile Osmanlı Devletinin başındaki Padişah, bir zâta intisab edeceğinde oradaki delil olan zât tenbihlidir. Herhangi bir zâta Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından içeri girmeye izin veriliyorsa, o delil olan zât padişaha bunu bildiriyor ve padişah da bu zâta intisab ediyordu.

Çünkü bu misilli zâtlar merğubtur (istenilen, sevilen, beğenilen) ve geçerlidir. İşte bu sebebledir ki Sultan Abdülhamid dahi kendilerinin mensubları idi.

İşte, Şeyhül Hazin (ks) Ravza-i Mutahhara'da Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yanına girince, bu delil olan zât da kulak verir dinler, bakar ki Salavât-ı Şerife okunuyor. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) huzurunda on iki beyt olan Salavat-ı Şerifeyi okuyor.

Diyebilirim ki bu salavatın tanzimi ve kullanış tarzı, elfaz (sözler) ve adedi bakımından bu Salavata benzer hiçbir Salavat yoktur. Hatta yetmiş Salavat muadili olduğu da söylenmiştir.

Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) huzurunda bu Salavatı okuyunca Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve Hulefa-Raşidîn Hazeratının çok hoşuna gider ve kendisinden çok memnun olurlar. Bundan dolayı bizzat Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından kendilerine bir mükâfaat olarak HAZİN lâkabı verilir. Cenab-ı Rasulullah bizatihi mükafaat olarak vermiştir. Bu bir taltiftir. Hazin Lâkabı başkaları tarafından uydurulan, kendisine lâyık görülen bir lâkab değildir. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizzat vermiş olduğu bir künyedir.

Şeyhül Hazin (ks) oradan geldikten sonra bir gün oğlu Şeyh Abdullah sorar ve der ki:

- Baba beraberinde olan kimseler bu hâdiseyi anlattılar ve zaman zaman anlatıyorlar. Fakat, ben bizzat senden duymak ve öğrenmek istiyorum. (Bu Şeyh Abdullah'ın çok güzel sesi olduğundan babasına müezzinlik yapardı. Çok temiz bir şahsiyet idi. Onunla konuşma yönleri var idi.) Bundan dolayı diyor ki:

- Rasulullah'ın yanında Rasulullah ile şereflendiğinde acaba görüş tarzın ve duyman baş duyularınla mı oldu, yoksa kalbî duyularınla mı gördün ve duydun?

- Evlâdım, her ikisi ilede müşerref olduk. Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun.

- Peki ikram ve ihsanda bulundular mı?

- Elhamdülillah. Rabbimizin fazlu kereminden buna da müyesser ve muvaffak olduk, nail olduk. Şeref bulduk.

- Peki daha başka ne gibi haller geçti? deyince,

- Evladım

من لم يذق لم يعلم

tatmayan bilmez,” diyerek fazla inceliklerden, sırlardan bahsetmeyerek konuyu böylece kapatıyor.

İşte, Şeyhül Hazin (ks) hakkında bu künye ile şöyle buyrulur:

 

ذالنور الصافى والعهد الوافى و الارشاد الكافى :

المداورامراضى قلوب المريدين باالدواءالشافى سيدناو مولانا محمد فرصافى الشهير باالحزين

Yani Şeyhül Hazin (ks) 13. asrın başında o asrın reisi ve bülbülü idi, Mübarek. O devrede onun seviyesinde, kesinlikle ona eşit olabilecek hiç bir zât yoktur. Çünkü kasemle ifâde ediyor.

Akranları arasında onun üstünde hiçbir fert yoktur. Çünkü her ğavs kendi zamanının kaptanı veya zamanının en üst rütbeli kumandanıdır. Dönemin serdar-ı velisidir.

Zira aynı devirde iki ğavs bulunmaz, ğavs tekdir ve evliyanın en yücesidir. Çünkü ki baş bir takkeye girmez. İki baştan ihtilaf doğar.

Onun için ğavsiyyet makamında olan bir zât kesinlikle tek başınadır. Ferdî bir makam sahibidir. Onun için Şeyhül Hazin (ks) onüçüncü asrın müceddididir.

 

ŞEYHÜL HAZİN'İN KASİDESİ

Mübarek Şeyhül Hazin (ks) ile ilgili buyurmuş olduğu şu sözleri de söylemeden geçemiyoruz. Rabbimiz bizleri affetsin. Umarız ki bunu da elbette fehmedecek şahsiyetler de vardır. Şöyle buyuruyor:

والقصيدة المباركةهىهذه

قبةجسمى بنيان                    تجلى فيهاالرحمن

مدكوكا صارصعقان                  كموسىابن عمران

فقت جميع الاقران                    بحق سرالقرأن

جنب يمينى عينان                     باالوصف نضاختان

جنب يسارى بحران                   بينهمابرخ لايبغيان

ميدان صدرى بستان                  اعلامن جنت عدنان

طيورى لهم جناحان                   من نور سر القرأن

سراً لهم طيران                         الى لقاء الديان

تنفذ من قطرالامكان                  تجول فى لا مكان

بحجة و سلطان                       بمن فضل المنان

لاعاشق لاسكران                    من الا نسى من الجان         

يوازينى فى العرفان                          بنبىاخر الزمان          

عليه صلاة الحنان                     والخلق حتى الغلمان        

عد ذرات الامكان                    مدى الدهور و الازمان        

يازا ـرين الاخوان                     طوبى لكم باالريحان      

يامنكرين الزمان                      حسرة لكم باالخسرا

İşte Mübarek; Şeyhül Hazin (ks) bu sözleri bitirdikten sonra son mısralarında (gayet açık olarak) diyor ki: İster inkâr edin, ister kabul. Kabul edenlere (Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun) Rahatı Rahmandan temenni etmiştir.

Fakat inkâr edenlerin de maalesef hasret ve hüsran içerisinde olacaklarını belirtmiştir.

Allahü Zülcelâl cümlemizi (münkirlerden olmaktan) korusun. Yani, Mübarek hem söylemiş, hem de sonunda karara bağlamış.

İşte Şeyhül Hazin (ks) böylesine bir zâttır.

 

 

HZ. PİR MUHAMMED ALİ HÜSAMEDDİN (KSA)

Aziz Kardeşlerimiz; Şimdi ise, Azizimiz olan Mübarek Hz. Muhammed Ali Hüsameddin’in babası Muhammed Bahaeddin, Ceddi de Şeyh Osman Hz. leridir. Bu minval üzere Ceddi Hicrî 380 küsur senesinde vefat etmiştir. Hz. Pir Ceddinin vefatında altı yaşında idi. Babası Muhammed Bahaeddin ise Hicrî 390 küsur senesinde vefat etmiştir. Aralarında on senelik bir zaman vardır. O zaman kendisi de bulûğ çağına yaklaşmış, yani o yaşlarda idi.

Şeyhül Hazin (ks) 1308 senesinde vefat edinceye kadar olan devre böylece geçmiştir. Amcası Şeyh Ömer ile Hz. Pir arasında biraz ihtilâflar vardı. Şeyh Ömer bir ağabey yerinde, aynı zamanda bir amca olarak sıranın kendisinde olduğunu ve vazifenin kendi hakkı olduğunu söylerdi.

Böyle demesi bir taraftan haklı görülebilir. Ancak; Muhammed Ali Hüsameddin (ks) herhangi bir kimsenin kabzası, terbiyesi ve hükmü altına girmeyecek bir şahsiyettir. Çünkü, dedesi öyle buyurmuştur...

Ali Hüsameddin'in hiçbir şeyhe minneti yoktur. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendi terbiyesi altında yetişecek bir şahsiyettir.

Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin (ks) feraseti açık ve çok geniş olan bir zâttır. Rabbimizin verdiğine az veya çok demez.

Üzerinde harika haller mevcuddur. O devrede bile çok etrafı olmuştur. Bu etrafındakiler babadan intikalen de olduğu gibi kendisini de seven sayan çok idi ki o dönemdeki halk iki kısım haline gelmişlerdi.

1- Şeyh Ömer taraftarları,

2- Muhammed Ali Hüsameddin taraftarları.

Şeyh Ömer taraftarları az veya çok bazen zarara uğruyorlar, ama, Hz. Ali Hüsameddin taraftarları daima revaçta idi. İşte, bu hal böylece devam ederken 1308 senesinde Şeyhül Hazin'den emanet-i sırrı aziz kendisine intikal ettikten sonra Şeyh Ömer kendi müşahedesi ile görüyor ki Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın huzurunda, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ali Hüsameddin'i karşısına alıp emir ve kumandayı kendisine veriyor.

Bu müşahedesinden sonra Ali Hüsameddin'e teslim olmuyorsa da ona karşı gelmemesi için vaktin geldiğini gösteren bir hal olduğunu anlıyor. Dolayısıyla Şeyh Ömer bu hali görünce hiçbir zaman Ali Hüsameddin'e karşı olmamıştır.

Tabi bunlar tarik ehlidir, edep sahibidirler ki bu şekilde Şeyh Ömer'in kendisinde de bir istiklâliyet hali vardı. Ve halifeleri de mevcuddu. Bu hali babadan gelmedir. Fakat, kendisinde de bir varlık olup, Mübarek bir zâttır.

Hz. Pir ile tezleri ayrıdır. Şeyh Ömer kendi tezi üzerine yürüyor. Fakat, Pirimize de karşı değil, yalnız himayesine girmemiş. Nitekim Şeyh Ömer'in oğlu Şeyh Alaaddin, Pirimizin amcasının oğlu, o da aynı şekilde kendi tezi üzere yürümekte ve aynı halde Pirimize karşı da değil, himayesine de girmiyor. Şeyh Alaaddin'in oğlu Şeyh Osman da aynı tez üzere gitmektedir.

Hülasa, her ikisinin yolu, tezi ayrı ayrıdır. Ama hepsi de dededen gelmedir. Fakat, Muhammed Ali Hüsameddin (ks) bir istiklâliyet sahibidir. Bu çok mühim bir meseledir.

Hz. Pir istiklâl sahibi, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'tan alma bir izin sahibidir. Zahirde Muhammed Ali Hüsameddin'in hükmüne girmemişler. Fakat, Muhammed Ali Hüsameddin Hz. Hicrî 1308 senesinden itibaren vefat edinceye (Alman harbinden evvel) kadar hiçbir fert onun hükmü dışında değildir. Zira, ğavsiyet makamında olan bir zâtın hükmü dışında yaşayan hiçbir veli yoktur.

Ancak, illâ ve illâ hepsi bunu bulacaklar ve buna iltica edecekler diye bir kayıt da yoktur. Bu hususta böyle bir şart da yoktur.

Herkes kendi varlığı ile var oluyor; o ondan almış, öbürü ötekinden almış vs...

Fakat, manevî olarak ğavsiyet hükmü altında hiçbir ferdin müstakiliyeti yoktur. Mutlaka bâb-ul Hak olan ğavsdır. Hakka varan bir dua dahi onun kapısından geçmedikçe hakka ulaşamaz.

Bu ğavsiyet makamı böyledir.

Hattaki; bir gün şöyle sormuşlar:

- Efendim sizde bir ğavsiyyet var mıdır, biz mutlaka böyle inanıyoruz. Cevaben buyurmuş ki:

- “Magribde böyle bir ğavsiyyet makamı görüntüsünde (iddiasında) olan bir kimse vardır. Ancak eğer bu fakir nazarını onun üzerinden kaldırsa olduğu yerde söner,” buyuruyor mübarek Pirimiz.

 

ĞAVSİYETİN ÇEŞİTLİLİĞİ VE HİLAFET MAKAMI

Denilebilir ki ğavsiyet makamının çeşitliliği mi var? Evet ğavsiyet makamı çeşitlidir.

Çünkü, Ehl-i istifa' kutbiyyet makâmındadırlar. Fakat, Ale kademi Musa AS. mı, Ale kadem İsa AS.mı, Ale kademi İbrahim AS.mı, ya da Nuh AS.mı, veyahut herhangi birisinin kademi üzerine midir? Evet bunlar Ğavs olabilir.

Muhammedül Velâye olan ve Cenabı Rasulullah'ın kademi üzerine yürüyen bir ğavsiyet makamı, bu ğavsiyet makamı üzerinde bir de hilâfet makamı vardır. Bu hilâfet makamı acayib bir haldir. Yani, geçmiş enbiyânın ne kadar mucizeleri varsa ve onların bu mucizeleri Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da belirdiği gibi, geçmiş bütün evliyanın kerametleri de Muhammedül Velâye olan bir ğavs da belirir. Böylesine bir ğavs bu kerametlerin tamamına haiz ve faiktir. Bu kerametleri göstermesi mümkündür.

Allah'ın izni ve inayeti ile böyle bir zâta halifelik unvanı verilir. Bu makama da hilâfet makamı denir.

Nitekim Hz. Muhammed Ali Hüsameddini (ks) hatmi hâcegân yapılırken şöyle vasıflandırırlardı.

المتخلق با خلاق المصطفوية لابسى الخلعة الولاية الدنية سلطان الأولياء برهان الاصفياء  خليفة رسول سيد الا نبياء امام الواصلين محى السنة والشريعة والحقيقة والدين سيدنا و مولانا الشاه محمد على الملقب بحصام الدين

İşte Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in künyesi, meziyeti ve rütbesi bununla bağlantılıdır. Bunu inceden inceye düşündüğümüz zaman kıymet ve değerinin ne derecede olduğunu fehmetmiş oluruz.

 

KUTBİYYET (KUTUP)

Nitekim, Gavsul Azam Hz.lerine birgün sormuşlar. “Efendim, sizin kutbiyyet makamında olduğunuza inanıyoruz, buna ne buyuruyorsunuz?” Mübarek şöyle buyuruyor:

“Kutub, benim muavinim ve hâdimimdir.” bu şekilde beyân eder.

Kutbiyyet makamının evsâfı iki türlüdür:

1- Kutbu İrşad

2- Kutbu Medar

Şeyh Muhiddini Arabi'ye göre: Kutbu Medar esasen ğavsiyet makamında olan şahsiyettir.

İmamı Rabbaniye göre:

Kutbul irşad ve kutbul medar, bunlar ğavsın himayesinde olan iki zâttır. Bilhassa Kutbul Medar ğavsın muavinidir. Yani ğavsın muavini durumundadır.

Kutbul Medar ve Kutbul İrşat makamında olan zâtlar ğavsın yardımcıları mesabesindedir. Dolayısıyla Gavsul Âzam'ın “kutub benim muâvinimdir” sözü karşısında kutbiyyetin üzerindeki ğavsiyyet makamında mıdır, ğavsiyyeti bu minval üzere midir, yoksa ğavsiyyetin üzerinde olan bir hilafet makamı vardır, hilafet ğavsiyyetinde üzerindedir, üstündedir. Hilafette bir başkalık var. Ğavsiyyeti bu minval üzere midir, onu bilemiyorum.

 

GAVSİYYETİN DERECELERİ

Bu ğavsiyet makamında olan zâtların bulunmuş oldukları kademde de derece olarak bir farklılık vardır. Zira hilâfet makamının, ğavsiyetin üstünde bir makam olduğunu söylemiştik. Onun için umumiyetle Hz. Musa kademi üzere olan bir veli, herhangi bir kadem attı ise de, bu makamda olan zâtların hepsi eşit değildir. Çünkü, bu makamların da bidayeti var, nihayeti var.

Hz. İsa kademi üzere olan zâtlar da böyledir.

Umumiyetle bidayet ve nihayet olarak Hz. İbrahim kademi üzere olan zât da aynıdır.

Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hilâfeti makamında da Alâ kademi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) olan bir veli, bu makamların hepsini aşacak da ondan sonra Rasulullah'ın kademi üzerine varacak. Bu makam bu minval üzeredir.

Bundan dolayı bu hilâfet makamı, makamların en üstünüdür.

Bu makamın da yine aynı şekilde bidayeti var, nihayeti var. Yani, velayette tahammül edebileceği yere kadar gider, yükselir.

 

VELAYETİN SINIRI VE VELİNİN TAHAMMÜL GÜCÜ

Hz. Sıddıkda (ra) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in yetiştirdiği bir velidir. Nebi değildir. Aradaki fark budur. Bundan dolayı bu makam yani hilâfet makamı gerçekten ğavsiyetin üstünde bir makamdır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın vekilliğini ve mirascılığını yapan Ale kademi Rasul olan bir velinin üstünde (Velayet bakımından) başka bir kimse yoktur. Ancak asırda bir kişi bulunsa dahi o da hâtemül evliyadır. Böylesine zâtlar çok nâdirattandır. Ancak bunlar dahi aynı seviyede, aynı mertebede, aynı noktada değildirler.

Bidâye ile nihâye arasında farklı durumları vardır.

Hz. Sıddık (ra) dan daha geriye doğru tahammül nisbetine göre yükselebilecek şahsiyetler vardır. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) bu yönden hilâfet makamında olduğu kesindir. Bunda hiç şüphe yoktur. Ğavsiyetin üstünde hilâfet makamında olduğunun isbat ve delili:

Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın izni ve hükmü olmadan yerden bir çöp dahi kaldırmaz oluşunu beyan etmeleri ve her an Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmü altında oluşudur.

Yani “Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Seilem)'ın hükmü olmadan yerdeki bir çöpün dahi yerini değiştirmem” ifadeleri bunun en güzel isbatıdır.

Hiçbir zaman Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmünün dışına çıkmamıştır. Her an Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmü altında yürümekte iken böylesine bir zât acaba Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hilâfet makamında olmayıp hangi makamda olacak?

Bir diğer isbatı da:

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ahlâkı ile muhallak (ahlâklanmış), Sünneti Seniyyelerine riayet, şeriatın, tarikatın ve hakikatin hakikatına hayat veren bir şahsiyet olmasına rağmen ve böylece bir padişahlık seviyesinde güçlü, etrafı ve her şeyi mevcud iken arpa ekmeği ve ayrandan çıkmamıştır. Bu bile Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın yakınlığının en bariz delilidir. Çünkü, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hayatı bu şekilde geçtiğinden onun yanında istediği yemeği dahi yiyemiyor. Arif olanlara bu isbat ve delil yeterlidir.

Daha önceki bölümlerde Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in namazla alâkalı vasıflarını anlatmıştık. Şimdi bu vasıflarını bir nebzecik olsun açmak istiyoruz.

Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mir'aca teşrif ederken ki mi'raç halinin vasfı (hakkıyla izaha) kabil değildir, kimse ne görmüş, ne tadmış, ne de müşahede etmiştir. Onun için bunu hakkıyla anlatmaya kimsenin gücü yetmez.

Ancak, Rasulullahın Aleyhisselatü vesselam üzerindeki câri' halleri, Rabbimizin ikram ve ihsanı, Rabbimizin Cemâli ile müşerref oluş tarzı, artık nasıl olduysa (Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın) geriye dönmeye arzusu olmuyordu. O halden ayrılıp tekrar yeryüzüne dönmek istemiyordu. Fakat Allahü Zülcelâl haliyle habibini orası için yaratmamıştır. Tabiki yine kullarına gelecek ve hizmet edecek, bu risalet işini yürütecek. Takdiri İlâhi bu. Ancak hoşnut olması için habibine müjdeler vermiştir. Bu dünya halinde, namaz devrelerinde bu zevklerden bir nebzecik bir şeyler tadarsın diye vaad etmiştir. Onun için Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

“Namaz, Mü'minin miracı ve münâcâtıdır.” Namaz halinde iken uruç yani (yükselmek) böyle terakkiyât olur ve münâcâta kadar yükselebilir. Yani Rabbisiyle münâcât edecek dereceye gelir. Rasulullahın hali böyle idi. Ve bundan dolayı namazdan çok haz duyardı. Hatta Hz. Bilâl'e: “Ezanla bizi rahatlat ya Bilâl.” derdi. Zira ezan demek, namaza davet demektir. Namaz hali de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın en çok zevk aldığı hal idi. En zevkli safha, namaz safhası idi. Fakat, öyle bir hale gelirdi ki, Hz. Aişe'ye namazdan çıkar çıkmaz kendisini meşgul etmesini söylerdi.

Yani, namazdaki teceiliyâttan öylesine haz alırdı ki âdeta kendinden geçerdi. O halden çıkmak için Hz. Aişe'ye: “Beni dünya ile ve başka şeylerle meşgul et.” ikazında bulunurdu.

İşte, Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri değil mi ki bu hilâfet makamında bulunuyor, bir nebzecik dahi olsa bundan bir hazzı olacaktır. Ve böylece aynen kendisi namaz kılarken yine tahammül edemeyecek bir hale gelince, namaz biter bitmez üzerindeki bu halden çıkmak için çareler arardı. Bir şeyle meşgul olmaya gayret ederdi.

Zira bu halden çıkmak kendisi için büyük bir lütuftur. Başkaları için gaflet sayarlar da fakat, bu hâle düşen bir zâtın bu halden çıkması lâzım. Çıkmaz ise kendileri için tehlike arz eder, icabında ruhunu da teslim eder. Bu gibi halleri ancak bu hal sahihleri anlayabilirler. Ancak biz aciz olarak anlatmış oluyoruz.

 

ARİFLERİN NAMAZI

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Namaz bahsi, çok geniş bir bahistir. Zira Salât aslında Silâ demektir. Yani vuslat aleti demektir. Allahü Zülcelâl ile kul arasında vuslatı bulduran bir âlettir. Rabbimiz kerem ve ihsanı ile kullarına namazın kılınmasını emretmiştir. Ancak, namaz dediğimiz zaman bilindiği üzere Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu namazı kılmıştır. Saniyen Sıddıkı Ekber ve ondan bu yana Sahabeyi Kiram, Tabiin, tebei tabiin, arifler, alimler ve bütün müslümanlar, günümüze gelinceye kadar bunların tamamı bu namazı kılmışlardır. Çok çeşitli vasıf, derece ve mertebelerde olan zevat, keşif erbabı, şühûd erbabı bu namazı kıldığı gibi bizim gibi avam sınıfı da bu namazı kılmıştır. Daha ötesi efdal-ül-halk olan kainatın seyyidi ve ekmeli ve efhâri olan Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da kılmıştır.

Tabi, bu zevatın hepsi aynı namazı kılıyor ve hepimiz aynı namazı kılıyoruz. “Allahüekber” diyerek aynı tekbiri alıyoruz. Aynı Fatiha'yı okuyor ve her Fatiha okurken de Rabbimize karşı;

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Âlemin Rabbı olan Allahü Zülcelâl'e hamd ediyoruz.

الرَّحْمـنِ الرَّحِيمِ

diye sena ediyoruz.

مَـلِكِ يَوْمِ الدِّينِ

diyerek de temcid (ta'zim, ululamak) ediyoruz ve böylece

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

diyerek yaptığımız ibadetin, kulluğun kendisine has olduğunu ilân ediyoruz. Hem de نعبد diyerek نعبد deyince اعبد değil, yani نعبد biz ibadet ederiz diyerek (bizden kasıt) bütün cevahirimizle, kalbimizle ve her yanımızla.

Kimi, bedeni ile başbaşa kalıyor heykel gibidir, kimi kalbi ile, kimi de ruhu ile birleşerek, kimisi de sırrı ile birleşerek, kimi de Hafi ve Ahfa durumunda kılabiliyor.

Dolayısiyle bu şekilde

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

yani ariflerin, kendi enaniyetimizle yaparız değilde, Allah'dan inayet isteyerek, O'nun inaniyetine dayanarak, O'ndan güç isteyerek, kolaylaştırmasını isteyerek, fazlu ihsanından esirgememesini isteyerek ve gücü ondan alarak yani

إِيَّاكَ نَعْبُدُ

biz ancak ve ancak hassaten sana ibadet ederiz, başkasına değil. İbadete lâyık olan sensin ve

وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

yalnız senden inayet diliyoruz. İnayetine dayanarak söylüyoruz. Çünkü, Rabbimizin inayeti ve tevfikatı behemahal şarttır.

Rabbimize ibadet yaptığımız zaman, biz yaptık değil; Allahü Zülcelâlin tevfikatı, inayeti bize bunu kılmaya muvaffak kılan ve inayeti yetişip de bize kılmak için güç verip kılma imkanı veren Allah'ımıza karşı minnettarız ve teşekkür ederiz demektir. Bunu da yaptıktan sonra hemen arkasından:

اهدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ

Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tutun da bizlere varıncaya kadar hepimiz aynı istekte bulunuyor, aynı duayı okuyor, doğru yola bizi hidayet eyle, diyoruz. Acaba Rabbimizden dilediğimiz bu doğru yol nasıl bir yoldur? Bildiğimiz cadde yolu mu?

Tabi bu yol herkesin kendi derecesi, mertebesine ve çapına göredir. Yani kendi keşfiyat ve şühûduna göredir. Bu yol, öyle bir yoldur ki:

صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ

Yani, o nimetlerinle müşerref olan kimselerin yolu olsun, böyle bir yol olsun. Peki Rabbimizin nimetleri nedir ve eşit midir? Aslında kimin nimeti yemek, içmek, giyinmek ve yaşamak sanıyor. Keşif ve şühûd halinde olanlar ise; daha ötesini ve daha fevkalâde olanını arıyor.

Keşif ehli görebildiği nisbetine göre nimetini arıyor. Daha ötesi de şühûduna göre nimet istiyor ve arıyor. Tabi şühûd ehli, hali ile Allahü Zülcelâl'in cemâlinin dışında herhangi bir şeye talib değillerdir. Yani, muhakkak nimetleri ile müşerref kıldığı kimselerin davası ve talebi onların arasında şüphesiz böyledir. Tabi şühûd ehli de eşit değildir. Şühûd hicablıdır. Sonradan hicablar kalkar ve neticede herkesin mertebesine, rütbesine göredir şühûd hali. Ondan sonra:

غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ

Yani, gadabına uğrayan, dalâlete girmiş, düşmüş olan kimselerden olunmamasını Allah'tan taleb eder. Nitekim Hadisi Kudside bu husus çok açık olarak belirtilmiştir. Şöyle buyuruyor Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

قال الله عز و جل قسمت الصلاة بيني و بين عبدى نصفين و لعبد ى ما سئل

فاذاقال العبد الحمدلله رب العالمين قال الله حمدنى عبدى.

فاذا قال الرحمن الرحيم قال الله عز وجل اثنى على عبدى.

فاذا قال مالك يوم الدين قال الله مجدنى عبدى. فاذا قال

اياك نعبد و اياك نستعين قال هذا بينى و بين عبدى ولعبدى ماسـل

فاذا قال اهدناالصراط المستقيم صراط الذين انعمت عليهم

غير المغضوب عليهم  ولاالضالين قال هذا لعبدى و لعبدى ماسئـل

Dikkat edilecek olursa, kulun namazını Rabbimiz kendisi ile kulu arasında iki bölüme ayırmıştır. Bir bölümü benim için, bir bölümü kulum içindir. Ve kulumun dilediğini veririm. Yani, bir kulum kalkar, tekbir alırken ellerini kaldırır ve elleri ile dünyayı ve dünyalığı arkasına atar ve böylece niyet eder de namaza durursa... Bu hal öyle bir huzur halidir ki, Ebayezidi Bestami; bu tahrim tekbiri, iftitah tekbiri ile yalnız dünyayı değil, masivayı (Allah'tan başka her şeyi) dahi haram kılar buyuruyor.

Ariflerin namaz kılışlarına göre: Allahü Zülcelâl ile aralarında hicab haline getirebilecek nesne her ne olursa olsun, değil Kabe, cennet dahi olsa bu zâtlar bunu hicab olarak görürler. Bundan dolayı sehiv secdesi yaparlar. Onun için bunlar esasen iftitah tekbiri alırken, “Allahüekber” derken mâsivâ Allanın Ekberiyyeti karşısında yok olur.

Eba Yezid “Allahüekber” dediği zaman mafsalları birbirinden ayrılacak derecede titrerdi.

Hz. Şahı Nakşibend buyuruyor ki: “Salât, Salâtı Ekberiyyedir.” Yani bu namaza Ekberiyye diye tabir ederler. Şahı Nakşibend (ks) buyurduğuna göre: Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) namaz halinde iken Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) EZÎZ sesi gelirdi. Eziz demek bir kazan kaynamazdan evvel bir sesler çıkarır. İşte bu sese EZİZ denir. Allahü Zülcelâl'in huzuruna kalktığında kimbilir nasıl bir halden bir hale geçiyor ki kaynar bir hali, bir dereceye geliyor. Hülâsa bu gibi incelikleri anlatarak zihninizi yormak istemiyoruz.

Namaz kılan kişi ve

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

bölümünde: Namaz kılan kişi iftitah tekbirini alıp mâsivâyı yok eder ve sübhanekeyi bazıları da inni veccehtü'yü okuyarak Allahü Zülcelâl'e sena eder. Bu namaz kılan kişi, o anda öyle bir hale geliyor ki şühûd erbabı Elhamdülillehi Rabbilalemin dediği zaman Allahü Zülcelâl'i sena, hamd ve temcid eder.

Şu üç ayet:

الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ۞ الرَّحْمـنِ الرَّحِيمِ۞مَـلِكِ يَوْمِ الدِّينِ

yani, “Elhamdülillahi Rabbilalemin ۞ Errahmanirrahim ۞ Maliki yevmiddin.” Bu üç ayet Allahü Zülcelâl'in kendisine aittir. Bu üç ayeti kendisine has kılmıştır. Namazdaki bölümün bir tanesi budur.

Bundan sonraki bölümü

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

kendisi ile kulu arasında olan bölümüdür. Bu bölüm kul ile Allah (Celle Celaluhu) arasındadır. Yani kul “iyyakena'budu - iyyakenestain” gerçeği nedir? Kalıbı ile midir? Kalbi ile midir? Ruhu ile midir? Sırrı ile midir? Hafisi mi? Ahfası mıdır? Kulun halini Allahü Zülcelâl bilir. Takdiri de O yapar. Bu zâtların ve ümmeti Muhammedin bunda müşterek halleri vardır. “İyye kenabüdü ve iyyeke'nestein” dediğinde bu anda Allahu Teâlanın “Hazâ beyni ve beyne abdi” dediğinde yani bu benimle kulum arasındadır, buyurduğunda o kulun halini Allah bilir. O anda kulun hali ne derecede ise onu Allah (Celle Celaluhu) kendisi takdir edecek. Peki o anda bir taraftan “iyyake na bu ve iyyake nestein” deyip diğer taraftan da dünya meseleleri ile meşgul iseler, o zaman Allahü Zülcelâl كذبت عبدى “Kezebte abdi = Ey kulum yalan söyledin.” buyurur. Allahü Zülcelâl böyle buyurunca bütün melekler de كذبت “Kezzebte” derler. Peki ne olacak böyle namaz? Böyle kılınan namazı, aslında yüce Rabbimizin kalben değil de kalıptan mütevellid olan böyle bir ameli hoş görmez. Çünkü, Allahü Zülcelâl'den dilerken, kalbten dilememiz lâzımdır. Zira Allahü Zülcelâl, amelleri yaparken bizim kalıbımıza değil, kalbimize nazar eder. Bir kimse kalb meselesini ortaya koyarsa, kalbi ile birlikte derse ve yaparsa o kimseye de Allahü Zülcelâl صدقت عبدى “Sadakte abdi = Doğru söyledin kulum” der ve bütün melekler de صدقت “Sadakte” derler.

Ancak bu şekilde hitabı, o hal sahibi olan kimse Allahü Zülcelâl'den değil de meleklerden duyabilir.

Ne zaman ki ruhu ile birlikte söylerse, meleklerden yine aynı şekilde duyabilir. Ancak Allahü Zülcelâl'den duyabilmesi için behemehal SIR kısmına atlaması lâzımdır. Çünkü sır ilâhîdir. Sır yolu ile müşahede olabilir. Allahü Zülcelâl'den duyabilir. Yoksa kalb ve ruh, Allahü Zülcelâl'den duyabilmesi için yetersizdir. Bu haller keşif ehlinin işidir.

 

Hülâsa;

Sır-Hafi-Ahfa derecesine göre, bunlarla beraber ise, Rabbinin Cemalini (Celle Celaluhu) âdeta müşahede edercesine gerçekten yapılan ibadetin kendisine has kılarak, inaniyetine sığınarak yapmıştır. Tevfikâtına dayanarak söylemiş ve yapmış ise hep beraber o zaman cevab Allahü Zülcelâl'den gelir ve “Sadakte ya abdi” der. Melekler de hep beraber “Sadakte” derler. İşte insan ne olacaksa o anda oluyor. Çok acayib bir şekilde etkileniyor. Çünkü Rabbülizze'den duyma meselesi vardır. Şühûd ehlinin hali böyledir. O zaman Allahü Zülcelâl:

هذا بينى و بين عبدى ولعبدىماسئل

“İşte bu benimle kulum arasındadır. Eğer kılınan namaz bu minval üzere olursa, kulumun dilediğini veririm” buyuruyor. “Ne isterse, ne taleb ederse vermeye hazırım” buyuruyor. Çünkü liyâkat görmüştür. Yerine getirmiştir.

Artık ikram ve ihsan devresine müstehak olmuştur ki, arkasından o zaman taleb ediyor ve diyor ki:

اهدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيم ۞ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ

işte, bu daha evvel anlattığımız “Doğru yol ve nimetleri ile mükafatlandırdığın, kerem ve ihsanına muvaffak kıldığın kimselerin nimetlerinden, yani, o yöndeki nimetlerden bizi nimetlendir.” derler. Tabi bunu kendileri bilirler, kendilerinin taleb durumları vardır. O anda madem ki إِيَّاكَ نَعْبُدُ 'daki imtihan güzel geçti ise, o zaman öteki istek ve taleblerini vereceğine dair Allahü Zülcelâl'in vaadi vardır. Ve ondan sonrası kula aittir. Allahü Zülcelâl kulun talebini karşılayacaktır.

Hülâsa, işte namazda okuduğumuz Fatiha böyle bir Fatihadır, namaz da böyle bir namazdır.

Ariflerin namazı, şühûd hali ne halde cereyan ediyorsa, Allah kelâmını huzurunda müşahede ederek okuyorlarsa, karşılığını da Rabbül İzzeden cevaben alabiliyorlarsa, bu gibi zâtların vücûdu buna nasıl tahammül edebilir? Bu kimse nasıl kendisinden geçip, düşmesin? Nasıl namazdan ayrıldığında bu halden çıkmak için birşeyler aramasın?

Hz. Caferi Sadık; Namaz halinde iken, yığılır kalırdı. Uzun müddet kendini derleyip toparlayamazdı. Buna benzer halleri olan zevat çoktur. Hatta bazıları da o halden çıkamadıkları için can vermişlerdir.

Yukarıda da değindiğimiz gibi namazı, bizim gibi avam ile Cenab-ı Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) varıncaya kadar bütün zevat aynı namaz kılmaktadır.

Bundan dolayı herkesin haline, gücüne, keşfiyat ve şühûduna göre (bu namaz bahsi) çok geniş bir bahistir. Anlatmakla bitmez. Binaenaleyh bunları anlatmamızın tek sebebi Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) namaz kılışı ile alâkalı bir söz söyledik. Bunun isbatına gayret ettik. İnşeallah Rabbimiz fehmimize göre anlamamızı nasib eder.

 

HZ. PİR M. ALİ HÜSAMEDDİN'İN BAZI KERAMETLERİ

Buradan sonra ise asıl mevzuumuza geçebiliriz.

Gayemiz Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) bazı kerametlerini bir nebzecik de olsa anlatmaya gayret etmektir. Velinimetimiz olan Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) devresine denk getiren Rabbimize, tevfikâtıyla ilâhiyeye muvaffak kılıp da aynı an ve aynı zamanda gelişimizden dolayı binlerce şükürler olsun.

Bilhassa bu ahiruzzamanda, her tarafın fitne ile büründüğü bir devrede ve kendisinin bulunduğu ve yaşadığı bir zamanda bulunduk, Elhamdülillah. O devrede bu yola girdik. Ve ondan sonra da Allah'a şükürler olsun, en âyân halifesinin (Şeyh Alaaddin (ks) himayesine girdik. Ve bu ana kadar geldik.

Aslında Muhammed Ali Hüsameddin (ks) gibi zâtları bilhassa Ale kademi Rasül ve aynı zamanda hilâfet makamında olan bir zâtı hakkıyla anlatmaktan bizler gerçekten aciziz.

Çünkü bu hilâfet makamının üstünde başka bir makam yoktur. Ancak bizler bunları anlamakla şereflenmek istiyoruz ve bu bizim için de bir şereftir. Okuyanlarda faydalanmış olurlar. Zira:

عند ذكر الصالحين تنذل الرحمن

Yani, “sülehanın anıldığı yere rahmet, yağmur gibi yağar.”

Hatta İmam-ı Şafiî Rahmetullahi Aleyh şöyle buyuruyor:

و الله لولا صحبة الأخيار و منا جاة الحق باالا صحارما طلبنا البقاء فى هذاالدار

 “Vallahi Allah'ın salih kullarının sohbeti olmasa ve seher vaktinde Hakka münacaatı olmasa -her ikisinden de zevk duyuyor demek ki, bu şekilde söylüyor- vallahi bu dünyada bekâ (kalmayı) asla taleb etmezdik.”

Rabbimiz cümlemize bu gibi zâtları sevmeyi nâsib ve müyesser eylesin.

Zira Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdukları gibi:

المرؤ مع من احبه

Yani, “kişi sevdiği ile beraber olacaktır.”

Bu maiyete girmek için sevgi lâzım. Bu beraberliği sevgi sayesinde bulabiliriz. Zira tarikatımızın ana temeli budur. Yani sevgidir, muhabbettir. Bizler için bu Hadis-i Şeriften daha üstün bir müjde yoktur. Ve bu Hadis-i Şerifte tevâtüren sabittir. Abdullah ibni Mes'ud, Enes Bin Malik, Muaz Bin Cebel'in en çok sevindikleri an, bu hadisi duydukları an olmuştur.

Çünkü herkesin rütbesi, makamı, mevkii ve derecesi aynı değil, değişiktir. Bundan dolayı ahirette birbirlerini bulmalarına imkân yoktur. Ama, “Kişi sevdiği ile beraber olacaktır.” denildiği zaman bu beraberliği, bu maiyette girebilmenin muhabbete bağlı olduğunu duydukları an, rahatlamış ve sevinmişlerdir. Bu beraberlik tamamen muhabbete bağlıdır. Rabbımız (Celle Celaluhu) bu sevgiyi verdiği zamanda Allahü Zülcelâlin inayeti ile onları bulma, onlarla beraber olma imkânı olacaktır.

Zira Hadis-i Kudside de bu husus anlatılırken hem (hakkat), hem (vecebet) kelimeleri vardır. Yani her iki şekilde de geçmektedir Hadiste. Şöyle ki:

حقت محبتى على المتحا بين فى حقت محبتى على المتزاورين فى حقت محبتى على المتجالسين فى حقت محبتى على المتبازرين ف

Hadis-i Kudsi'nin metninde hakkat kelimesi yerine vecebet diye de geçer.

Yani “Benim rızam için, hoşnutluğum için, nurum ve cemâlim için, cemâlime mazhar olmak için, bu gaye ile muhabbet, başka şey için ve değişik isteklerin husuli için olan muhabbet değil.” Sadece ve sadece safiyane Allah (Celle Celaluhu) için muhabbet. Böyle bir muhabbet olunca Rabbimiz hiç bir şeyi esirgemez. Cemâline varıncaya kadar ikram ve ihsanından hiç esirgemez ve bezi eder. Zira, Allahü Zülcelâl'in buğz ettiği bir nesne ile muhabbeti nasıl celbedilir? Tasavvur etmek bile abestir. İki zıttırlar bunlar.

Zira Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

حب الدنيا رأسى كل خطيـة

 “Hataların başı dünya muhabbetidir.” buyuruyor.

Hataların başı bu olduğuna göre nasıl olur da dünya muhabbeti sebebi ile Allahü Zülcelâl'in muhabbeti celbedilebilir? Bu mümkün müdür? Esasen bu mantıksızlıktır. Hâşâ Rabbimizin muhabbeti sevmediği bir şey ile birleşemez. Bu iki zıt, hiçbir zaman hiçbir şekilde cem olmaz. Zira birinin olduğu yerde diğeri yoktur ve olamaz da. Sâdâtı Kiram hazeratı Allah yolunu, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yolunun sadatlarının yolunun nasıl bir yol olduğunu ve Allahü Zülcelâlin muhabbetinin nasıl celbedebileceğini bu hadis ile tayin etmiş, teşvik ve terğib etmişlerdir. Zira bu yola, muhabbetullahın dışında bir muhabbetin karıştırılmasına rıza gösterilmez. Çünkü, Cenabı Hak kendisi bunu Hadis-i Kudsi ile ilân ediyor ve buyuruyor ki:

قال الله تعالى المتحابون لجلالى لهم منابر من نوريخبتهم النبيون و الشهداء

(Ravahuttirmizi an Muaz ibni Cebel Seneduhu ceyyidun ve hasenun ve ravahu ettabarani)

Bu Hadisi Kutside Rabbimiz muhabbetin hangi yönünü taleb ediyor, nasıl olacağını bize bildiriyor. Ve diyor ki: “Celâlim için taleb eden, birbirlerini severken Celâlim için sevenler. Allanın Cemali için sevenler, rızası için sevenler.” diyerek bunu ilân ediyor.

Rabbimiz (Celle Celaluhu) Gayyürdür. Onun için çeşitli fırıldaklarla kendi muhabbetinin başka muhabbetlerle karıştırılmasını asla sevmez, karıştırılması aynı zamanda çarpıcı olur, Allah korusun. Onun için bu nezih ve pâk olan yolu mülevves etmeyelim, kirletmeyelim. Allahü Zülcelâl cümlemize şuur versin. Hakkı Hak bilip Hakka tâbi olanlardan, bâtılı bâtıl bilip, bâtıldan içtinap eden kullarından eylesin. Âmin...

Şimdi bu Hadisi Kudsisinde ne buyurmuş:

المتحابون لجلالى

Celâlim için birbirlerini sevenlere ve bu sevgilerine karşılık

لهم منا بر من نور

Mahşer âleminde onlar için nurdan minberler vardır.

يغبتهم النبيون و الشهداء

Enbiya ve şüheda dahi onlara gıbta ederler.

Zira Kadı Beydâvi ve diğer zevat diyorlar ki: Ümmeti Muhammedin çok değişik ibadetleri vardır. Her ferdin ibadetinde bir artış, bir fazlalık olabilir. Bu Muhabbetullah için olunca Allahü Zelcelâl ikram ve ihsanı esirgemez. Bu ikram ve ihsanı da fazla olur. Hatta ki Nebiler ve şehidler dahi bu ikram ve ihsan karşısında gıbta edip Meleklere sorarlar:

- Bunlar Nebiler midir?

- Hayır, bunlar Ümmeti Muhammeddir derler.

Allahü Zülcelâl cümlemizi halisane ve sadıkane bir muhabbet sahibi kılıp, bu Hadis-i Kudside zikredilen minber sahihlerinden olmaktan bizleri mahrum etmesin. Böylesine bir muhabbete muvaffak kılıp fadlen ve keremen bize de müyesser eylesin.

ربنا اتنامن لدنك رحمة وهيئى لنا من امر نا رشدا واجعل معونتك العظمى لنا مدداً ولا تكلناالى تد بير انفسنا  فان عبادك الفقراء عا جز ين عن اصلاح ما فسد اللهم وفقنا لما فيه الخير والر ضا ا مين يا معين

 

Aziz Kardeşlerim;

Buradan itibaren Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) ile alâkalı Şeyhimizden duyduğumuz bazı yönlerini nakletmeyi uygun görüyoruz. Çünkü bundan daha üstün nakil olmaz.

Mübarek Şeyh Alaaddin'in (ks) kendi şeyhine olan bağlılığını, saygısını, muhabbetini Necib Şeyhimiz diye ifade ederdi. Gerçekten de necib idi. O kadar minnettar idi ki evvelâ şöyle buyururdu:

“Allahü Zülcelâl bizi ümmeti Muhammedin mensubu ve iman ehli kılmış, bu nimeti azimeden sonra ikinci nimeti azime olarak şu Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerine denk getiren ve karşılaştıran Allahü Zülcelâle şükürler olsun,” derdi. Ve imandan sonra en büyük nimet olarak kabul ederdi. Şeyhimizin tezi böyle idi. Şeyhine karşı muazzam bir sevgisi ve saygısı vardı. Onu anarken halden hale girerdi. Aynı zamanda bulunduğu muhit içinde şöyle buyuyurdu. Oranın ismi BAĞAKÖK'dür. Tâvila ve Halepçe değil, müstakil, kendisine ait bir yerdir. Geniş bir çiftliktir. Orada bulunan ağaçların çoğunu kendi eliyle dikmiştir. Şu kadar mesafelidir, diye buyururdu. Oranın yollarını yapmak, sulamak ve diğer işlerinin görülmesinde müridân ile birlikte uğraşır ve çalışırdı. Müridleri mâlâyani ile meşgul olmasınlar diye, onlarla beraber olurdu. Mübareğin tezi böyle idi, derdi.

Hz. Pirin nazarı Kibrit-i Ahmer idi. Oldukça tesirli idi. Sanki kimya gibi çok tesirli idi. Âdeta Şahı Nakşıbend'in buyurduğu gibi:

طريقنا طريق الاصحاب

 “Bizim yolumuz sahabe yoludur.” Tabi Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) terbiye metodu seyri sülük hususunda öyle uzun uzadıya değildi. İşte Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın kademi üzere olup ve onun halifesi olunca da bu tezi kullanırdı.

Dolayısıyla Şeyhimiz defalarca buyurdular ki oradaki müridler ve onlardaki varlık âdeta Hacı Yasin gibi idiler. Hepsi keşif ehli idi ve meşhurdurlar. Hacı Yasin Şeyhül Hazin (ks)'in yanında kıymetli, değerli ve keşif ehli olan bir şahsiyetti. Bizim anlayabilmemiz için bu şekilde anlatırdı. Yani oradakilerin hepsi oldukça keşif ehlidirler, derdi.

Hatta Hacı Bilalin, Allah rahmet eylesin, o kadar keşif halleri vardı ki... İşte, Hz. Pirin ruhâniyyeti falan kimseye gitti, falana, falana gitti, diye bu şekilde Hz. Şahın Ruhâniyyetininin nereye ve kime gittiğini tamamen keşfederdi. Hareket durumunu belirlerdi.

Hacı Bilal Şeyhimize “illâ Gavsul Âzamin ziyaretine gidelim” diye teklif edince duyduklarına hayret ettiler. Şöyle ki:

“Sizin burada bulacağınız şahsiyetleri orada yerinde dahi bulamazsınız,” diye söylerlerdi. Yani anlattığımız gibi bulunduğu yerde yüzbin Ervah (ruhlar) cem olunca orası o an için tercihli idi. Yani kendi bulunduğu devre, toplanılan bir mahal haline gelmişti.

Bir harika daha:

Bir gün çalışma sahasında iken bir dinlenme devresinde oradan gariban bir derviş geçer. Hz. Pir müridlerine der ki: “Bu geçen Hızır (as)'dır. Bir murad ve talebiniz varsa, kendisine başvurunuz,” der. Buna rağmen hiçbiri Hızır'a başvurmaz. (O kadar bağlılıkları var ki) “Efendim bizim Hızırımız da sensin, hazırımızda sensin. Biz muradımızı Allaha şükürler olsun senden buluyoruz. Ona ihtiyacımız yok,” derler. Müridlerinden bir tanesi dahi Hızırın arkasına düşüp de birşey sorma ihtiyacı duymaz.

 

ŞEYH ALAADDİN (KS) HZ. PİRİ ANLATIYOR

 

Aziz Kardeşlerimiz,

Şeyhimiz Hz. lerinden, Hz. Pir Muhammed Ali Hüsameddin ile alâkalı anlatmış olduğu bazı mevzuları ve harikalıkları anlatmaya çalışacağız. Bu anlattığımız hususlar olan vakıalar, ifrat ve tefrite düşmeden Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile müsbet ne ise onu anlatmaya gayret edeceğiz.

Daha önce anlattığımız gibi Hz. Pir bir toplantı halinde iken oradan geçmekte olan Hızır Aleyhissselâmı göstererek, “Bir muradı olan varsa Hızır'dan dileyebilir” demesine rağmen hiç bir tanesinin Hızır'a iltifat etmediğini söylemiştik. Dolayısıyla böylesine bir ciddiyet ve sadâkat, insanın şeyhine karşı olan hele bilhassa şeyhi de hakiki bir mürşidi kâmil olduğu takdirde bağlanışı ve sadâkati böyle olmalıdır. Hedefini saptırmadan, tek bir hedefe yönelmelidir. Emel ve gayesi bu olmalıdır.

Nitekim Hz. Gavsul Âzam devresinde mübarek, sadakatli bir müridi veya halifesi dergâhı temizliyor, süpürüyor ve bu şekilde meşgul olurken oraya gariban bir derviş gelir. Kendisi ile selâmlaştıktan sonra sohbet etmek ister, onunla konuşmaya çalışır. Fakat o mürid der ki: “Efendim beni temizliğimden alıkoyup meşgul etme, benim bu işi yapma sorumluluğum vardır. Beni oyalama.” diyerek münasib bir şekilde söyler. O derviş bakar ki mürid kendisine hiç iltifat etmiyor ve müride diyor ki: “Sen beni tanımadın mı? Ben Hızır'ım.” Mürid: “Biliyorum efendim. Allah razı olsun.” Hızır (as): “Benden talebin yok mu, benimle sohbet etmek istemiyor musun?” Mürid: “Efendim başım gözüm üstüne geldin, fakat mensub olduğumuz bu zât Elhamdülillah hiçbir ihtiyaç bırakmamıştır. Bizim Hızırımız da o, murad kapımız da o” diyerek Hızırla fazla meşgul olmamış. Hızır'dır diye kendisine gereken hürmeti gösterip böylece ayrılırlar.

Nitekim buna benzer bir olay da Hz. Şahı Nakşibend'in döneminde oluyor. Hz. Şahı Nakşıbendin bir müridi vardı. Bazen onu bir yerlere bazı işleri görmeye gönderirdi. O mürid de o işi görmeye gittiğinde karşısına birisi gelir, kim olduğunu bilmiyerek o işi ona havale eder, o kişide o işi hemen yapar, yerine getirirdi. Fakat o mürid çok çabuk gider, çok çabuk da geri gelirdi. Tabir yerinde ise gitmesi ile gelmesi bir olurdu. Bu hadise birkaç defa cereyan eder. Hz. Şahı Nakşibend bir defasında bu müridine: “Evlâdım ben seni bir yere gönderdiğim zaman biraz gayret göstermek sureti ile özenerek, üşenmeden, şeyhinin muradını yerine getirerek başkasına havale etmeyerek, başkasıyla irtibat kurmadan Şeyhinin emrini aynen harfiyyen yerine getirmeni istiyorum. Başkasına havale ederek o işi başkasına havale etmeni asla kabul etmem. Senin karşına çıkan ve o işi kestirmeden hemen götürüp getirenin kim olduğunu biliyor musun?”

- “Hayır efendim.”

- “O Hızır (a.s.) dır. Ona dahi ihtiyaç duyma, kimseye havale etmeden kendin gitmen lâzım. Sen ise her gittiğinde karşına çıkan ve çok çabuk giden ve gelen birine havale ediyor ve ona yaptırtıyorsun. Onun kim olduğunu biliyor musun?” der. O da: “Hayır efendim” der. Hazret: “İşte o Hızır Aleyhisselâm'dır” diyor. Sen kendi göreceğin işi ona havale ediyorsun ben ise bunu kabul etmem diyor.

İşte bu bir denetlemedir. İnsanın şeyhine karşı olan imtihanıdır. Şeyhine bağlılığı bu şekilde olacak. Demek ki bazı hadiseler ve işleri Hızır'a dahi havale etmemek lâzım. Velev ki Hızır dahi olsa ona bağlanmamak lâzım. Çünkü, Şeyhinin emrini harfiyyen ve büyük bir itina ile, başkasına havale etmeden, bizzat kendisinin yapması gerekir. Şeyhinin hedefini saptırmamak lazımdır. Nitekim, filhakika Hızır (as) yüce bir zâttır. Bazı rivayetlere göre nebi, bazı rivayetlere göre de velidir. Bu yönü ihtilaflı olsa da neticede büyük bir zâttır. Sahih olan kavilde Nebi olduğudur.

Allahü Zülcelâl cümlemizi bu gibi büyük zâtların himmetinden ayırmasın. Ancak Ümmeti Muhammedin mensublarının başka peygamberlere, Beni İsrail Peygamberlerine ihtiyaç duymaması lâzımdır. Neden? Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın gücü yeterlidir. Müstağnidir, kimseye ihtiyaç duymaz. Velev ki evliyası olsa. Çünkü evliya, mensub oldukları nebinin gücüne bağlıdır.

Cenab-ı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) evliyası, başka nebilerin evliyasına benzemez. Nitekim diğer enbiyânın velilerinin tamamı bir araya gelse Hz. Sıddık'ın (ra) yerini tutamaz. Nasıl ki diğer nebilerin ümmetleri Ümmeti Muhammedin yerini tutamıyorsa, velileri de Ümmeti Muhammedin velilerinin yerini tutamaz. Zira bu velilerin böylesine yetişmesi tarzı vardır. Hülâsa: “Ümmetimin alimleri enbiya mirasçılarıdır” buyurması bu yöndendir.

 

HZ. İSA (AS)'NIN MÜCTEHİDLİK DURUMU

Nitekim Hz. İsa (Ale Nebiyyine Aleyhisselâtü vesselam) kıyametin kopması yaklaştığı devrede teşrif ettiğinde âdeta Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ümmetinden bir ümmet durumundadır. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yasasını, tezini yürütecektir. Kur'an'ı azimüşşanı, şeriat ahkâmını, Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sünneti seniyyesini işletecektir. Hz. İsa (as) kendisinden bir şey getirmeyecek, yani İncil ile veya başka bir şeyle, kendi varlığı ile değil de Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hükmü altında olacak. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) getirdiği yasa ne ise, Şeriat-ı Ğarrayı aynen ve harfiyyen tatbik edecek. Âdeta bir müctehid, hatta müctehidlerin müctehidi olacak. Çünkü Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) alma kabiliyetleri vardır. Kendisinde de bir keşfiyat ve şühûd hali vardır. Bundan dolayı bir müctehidden çok daha isabetli hüküm verir. Müctehidlerin daha evvel verdikleri hükümler değişmeyecek. Ancak, aradaki fark, bu hükümlerde en sahih olanını, en müsbet olanını ve doğruluk yönü ağır basanını ve ahsenini işletecek. Buna kabiliyeti vardır. Hz. İsa'nın (as) durumu böyle olacak. Fakat ayrıca Hz. İsa (as) bir rasüldür. Rasüller arasında dördüncüdür. Hz. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Hz. İbrahim (as), Hz. Musa (as) ve dördüncüsü de Hz. İsa'dır (as). Bu rasüllük yönü ayrı bir mertebedir. Kendi istiklâl durumu böyledir. Fakat, bu şekilde gelip Şeriat-ı Ğarrayı işletirken olan mensubiyeti Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir ümmeti durumundadır. Hatta mahşerde dahi Hz. İsa'nın (as) iki yönü vardır.

1- Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile birlikte Ümmeti Muhammed ile yürümek,

2- Kendi ümmeti ile kendisine inanan ve intisab eden Havariyyun ve benzeri ile olan muamelâtıdır.

Bu hususu burada noktalayarak, Mübarek Şeyhimizin Hz. Şahla alâkalı anlattıklarına dönelim.

Hz. Şeyhimizin bir harikalığı daha var. Şöyle buyuruyor: Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) dergâhının adı Hânikâh'dır. Bu Hânikâh çok geniş ve çok büyüktür. Bu dergâhta toplantılar olsun, Hatmi Hacegân olsun, Teveccüh olsun burada yapılırdı. Bu işler genellikle Seyyid Tâhâ tarafından yaptırılırdı. Fakat bazen Muhammed Ali Hüsameddin (ks) bulunduğu devrelerde Hânikâh'da olan vakıayı anlatırken Şeyhimiz şöyle buyuruyor:

“Hânikâh pire Kubara ciye ruhe sed Hezara

- Yaredi Pek bare meni bi hilâfe me Kâbeye”

Yani Hânikâhı meth ederken Hânika'yı kasd ederek şöyle anlatıyor:

O öyle bir Hânikâh'dır ki, yüzbin Pirani azizanın büyük zatların ervahının cem olduğu bir yerdir. Yüz bin büyük pirlerin ervahının toplandığı yerdir. Orası öyle bir yerdir ki bizim için öyle anlar geliyor ki adeta kâbe gibidir diye tabir eder, pirânıazizânın toplandığı bir yerdir. Hepsi oraya hücum ederler. Çünkü, Rasulullah Aleyhisselâtü vesselamın Ruhaniyyetine hücumdur bu. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Ruhaniyyeti Hz. Pir ile beraber olunca onun üzerine geliyorlar. Tabi zamanın da ğavsı. Hatta bazı gelip geçen yani vefat eden zâtlar kendi mensublarına bazı isteklerde bulunuyorlar. Tabiki bunlar tasarruf sahibi olan zâtlardır. İşte Hânikâh böylesine bir zâtın bulunduğu yerin adıdır. Cenabı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ruhaniyyeti de olunca Hz. Ali Hüsameddin'in (ks) Kalbine karşı zamanın ğavsı ve lideri olarak hatta halifelik unvanını alan ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mirasçısı olan zât ile karşı karşıya gelip kalbten kalbe muvacehe yapılırken burada o andaki füzüyâtı ilâhî ve envarı ilâhî ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ruhaniyyetinden, hayrat ve bereketinden hasıl olan faideler karşısında, Şeyhimizin bu hal çok hoşuna gittiğinden bir kelime ilâvesi yaparak diyor ki: “Bi hilâfe me Kâbeyi = Hilafsız olarak bizim için bir kâbedir,” diyor.

Yani orada o kadar faide görüyor ki, bundan dolayı bizim için âdeta Kâbe mesabesinde hatta, Kabe'den daha elzem ve daha fâidelidir diyerek dile getiriyor. Zira bilindiği üzere Sahabeyi Kiram da aynı şekilde muvacehe ile Rasulullah'la (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) karşı karşıya geldiklerinde aldıkları hazzı, fâideleri Kabe'nin karşısında alamazlardı. Hâşâ, diyeceksiniz ki, O Rasulullah'tı (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), O başkadır. Evet doğru, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) başka, fakat bu zâtlar da Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) mirasçılarıdır. Ve aynı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sistemini, tezini kullanıyorlar. Kabiliyet ve istidad olduktan sonra, muvacehe ile karşı karşıya gelince envâri ilâhiye kalbi öyle bir hale getiriyor ki:

بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ

(Enbiyâ/18)

Hak bâtıl ile karşı karşıya gelince, bâtılın eserini bile bırakmaz. Kalbi saf bir hale getirir. Hiçbir kir pas bırakmaz, bütün perdeleri kaldırır, yırtar, yok eder.

İşte Şahı Nakşıbend'in (ks): “Yolumuz Eshab yoludur” demesi bundan dolayıdır. Tabiki Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yetiştirdiği sahabedir. Şu bir gerçektir ki sahabenin derece bakımından en ednâ olanı, tabiin en hayırlısı olan Üveysül Karani'nin derecesinin üstündedir. Yani Üveysin mertebesinin zirvesi, mertebesi en düşük olan sahâbinin derecesinin bidayeti bile değildir. Daha aşağısıdır. Sahabe ile kıyası kabil değildir. Buna böylece inanıyor ve itiraf ediyoruz.

Ancak zamanın Kutbu ve Ferdi (bir tanesi) olan zâtın tezi aynı bu şekildedir. Bilhassa Nakşibendiyye tarikatının esas üslûbu ve tezi budur. Terbiye tezi Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tezinin metodunun aynısıdır. Kalb müvacehesidir. Onun için kalb kalbe karşı gelince yetiştirecek olan zât karşısındakini yetiştirir. Eğer, o kabiliyet var ise, hakiki bir mürşidi kâmil kabiliyetine sahibse, karşısındaki talib de aynı şekilde kabiliyetli ise, inanın ki Kâbede bulamadığı fevkâledeliği kat be kat burada bulur. İşte Mübarek Şeyhimiz buna dayanarak böyle söylüyor. İşte, Ebul Abbasil Mursi Hz. leh de bundan dolayı diyor ki: “Şeriata muhalif olmasaydı kutba karşı muvacehe kılmayı, Kâbeye muvacehe kılmaktan üstün olduğunu söylerdim.” Fayda ve yarar bakımından. Yine, “namaz kılarken Esselâmü Aleyke Eyyühennebiyyü dediğinizde ne duyarsınız?” diye sorduğunda, “bir şey duymuyoruz efendim” dediklerinde: “Vallahi “Esselâmü Aleyke Eyyühennebiyyü” dediğim zaman selâmın karşısında cevabını alamaz isem, kendimi insan sınıfından saymam” diyor.

Pirimiz Hz. Muhammed Ali Hüsameddin de (ks), Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Ruhaniyyeti her an kendisi ile beraber olduğundan “Esselâmü Aleyke Eyyühennebiyyü” dediğinde hiç şüphesiz selâmın karşılığını Rasulullah'tan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) alırdı. Ayrıca kalb muvacehesi esnasında, tabi Mübarek şühûd ehlidir. Şühûd ehli olan bir zâtın üzerinde olan tecelliyât, Tecelliyât-ı Zâtiyyedir.

Böylesine tecelliyâtı ilâhiyyeye mazhar olan, kalbinde envârı ilâhiyyeyi taşıyan bir zât ile karşı karşıya gelen bir kimse, o andaki feyzi, zevki Kabe'de bile alamaz, bulamaz. Çünkü Kabe'deki tecelliyât, tecelliyâtı sıfatiyyedir. Zâti tecelli yok orada. Kabe, zâti tecelliyeye kabil değildir. Kabe şöyle dursun, hatta arşu âlâ dahi tecelliyâtı sıfatiyyenin merkezidir. Onun için Allahü Zülcelâl'in insan oğluna vermiş olduğu cihazlar, hiç bir nesne de yoktur.

 

Kardeşlerim,

Şeyhimizin kullanmış olduğu bu tâbirin, bu cümlenin isbatına gerek duymuyoruz. Zira kendimiz ve mensubu olanlar, Şeyhimizin hiç bir şekilde ifrat ve tefritinin olmadığını yakından bilirler. Ve kendisinin daima gizli bir sır sahibi olup, böyle şeyleri anlatmayan bir şahsiyet olduğunu da bilirler. Fakat, Şeyhine karşı olan aşkı ve muhabbetinden dolayı böyle bir cümle kullanılmıştır. Şeyhimizin bu tabirini, onu tanımayanlar okur da bunu çok görür ve yerinde olmadığına kanaat getirir diye, bu ifadesinin üzerinde durmak ve izah getmek gereğini duyuyoruz.

 

Kardeşlerim, Kâbei Muazzama, Allahü Zülcelâl'in yaratmış olduğu kul vasfı ile mevsuf olan kimselerin tamamen kendisine bu nimeti azimler karşısında ilâhımızdır diye secdeye varmak için kulun ilâhi, Hâliki ve Rabbi karşısında secde etme ihtiyacından dolayı yaptırmış olduğu bir mahaldir. Tezellül bakımından bu gereklidir ve bir vazifedir.

Nitekim Melekler dahi aynı şekil üzeredirler. Tabi bu bir cephe tayinidir. Secde yapılabilmesi için bir cepheye ihtiyaç vardır. Hâşâ, Allahü Zülcelâl cepheden münezzehtir. Onun için beytim diyerek secde edebilmesi için bir cephe, yani Kâbeyi Muazzamayı tayin etmiştir. Beytullahtan kasıt budur. Şer'an hepimiz bunu kabul etmişiz ve farz olarak görmüşüzdür. Fakat, biz Kâbeye karşı döndüğümüzde sadece cephe tayin ediyoruz. Amma Kâbeyi müşahede edemiyoruz. Fakat, bazı daha üst kademede, derecede olan zevat yani kalb erbabı Kâbeyi müşahede eder, görür. Hatta daha ötesini de görür. Şeyhimizin âşıklarından meczûb Sûfî Numan Kâbeyi anlatırken her zaman Beytül Mamuru vasıflandırırdı.

Hülâsa; beşeriyetin kademe ve terakkiyâtına göre görüntü başkadır. Kimi önünde bir duvar görür, kimi daha ötesini ve öteleri görür. Çünkü, Kabe ile Arş arasında göklerde de Kâbeler vardır. Sefer tasları gibi.

 

BEYTUL İZZE VE BEYTUL MAMUR

Kabe ile Arş arasındaki Kâbeler, meselâ: Beytül İzze ve Beytül Ma'mur ve daha ötesi de Kurs ve Arşdır. Arşa kadar kalbimizle ve ruhumuzla alâkalı, bu minval üzere arşa kadar bu işlemler yapılır.

Herkes kendi istidad ve kabiliyetine göre görür ve bilir. Kimi doğrudan doğruya Kabe değil de Arşi Âlâyı müşahede ederek namazını kılar. Zira Arş, Tecelliyâtı Sıfatiyyenîn bir merkezidir. Esasen Kabe üst üste aynı merkezden alarak ve böylece envârı İlâhiye, Tecelliyâtı Sıfatiyye merkezinden Kâbeye, bu şekilde anında gelir. Bu hal her ferdin gücüne göre ve kabiliyetine göredir. Amma bu Tecelliyâtı Sıfatiyye ile daha ötesine geçmiş olan bir zât, tabi bu zâtların ruhun üzerine SIR-HAFİ-AHFA durumları vardır. Bunlar arşa falan razı olmazlar. Arşın arada bulunması dahi onlar için bir mâsivâdır, bir haildir. Mania ve engeldir. Bu sebeble bu zâtlar, Âlemül Emr yani arşın ötesindeki Âleme müteveccih olarak namaz kılarlar. Âlemül Emr; arşın daha üstünde ve ötesinde olan bir âlemdir. Bu âlem Âlemül Halktır. Bu âlemin ötesi Âlemül Emr'dir. Arşa kadar olan âlem, Âlemül Asğar'dır. Arştan ötesi Âlemül Ekber'dir.

Hülâsa:

Âlemül Ekber'i aşan zâtlar nereye bakıyor? Kıblesi kim ve neresidir? Nasıldır?.. Bunu anlamakta ve anlatmakta aciz kalıyoruz. Nasıl anlatalım ki?..

Onun için Tecelliyâtı Zâtiyye sahibi olan zevat meselâ Muhammed Ali Hüsameddin (ks) ve benzerleri. Bunlar çok aciyib zâtlardır. Dereceleri çok yüksektir. Bu zevat Allahü Zülcelâl ile aralarında hiç bir perdeyi, masivâyı kabul etmezler. Buna mutmain olmazlar.

 

BEYTULLAH VE ABDULLAH

 

Kardeşlerimiz;

Bu tecelliyât merkezlerinden birisi Beytullah diğerisi de Abdullah'tır. Hangisinin daha üstün ve istidatlı olduğuna gelince: Abdullah İbni Ömer'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

المؤمن عند الله اعز من الكعبة

Mü'min Allah indinde (katında) Kâbe'den daha azizdir. Onun için biri Abdullah biri de beytullahdır. Aslında Beytullah Abdullah'a müştak ve âşıktır. Nitekim İmam-ı Rabbani'nin oğlu Muhammed Masum Hz. leri şöyle buyuruyor:

رأيت الكعبة المعظمة تعانقنى وتقبلنى بإشتياق تام

 “Kâbeyi Muazzamanın tam bir iştiyakla beni öptüğünü ve muanaka (birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma) yaptığını gördüm,” diyor. Gavsul Azam Hazetleri ise, “bazı kutubları görüyorum ki Kâbenin etrafında yedi dönerken, Kâbe benim hiyamımın (çadırlarımın) etrafında tavaf eder” buyuruyor. Bunun gibi bir çok zâtlar meselâ İbrahimi Metbuli, hatta İmam-ı Rabbani Hz. lerinin bu yönde öylesine harika sözleri vardır ki bu sözler karşısında insanın aklı durur. Amma bu gibi zâtlara bunu çok görmeyelim.

Binaenaleyh ABDULLAH, BEYTULLAHTAN üstündür. Çünkü, bilindiği üzere Allahü Zülcelâl'in kendisine hilâfetlik yapan (Yeryüzünün halifesi) ABDULLAH'tır. Allahü Zülcelâl'in elçisi olarak gönderdiği yine ABDULLAH'tır. Abdullah'ın gördüğü işleri ve vazifeleri hiçbir nesne göremez ve yapamaz. Onun için Allahü Zülcelâl insan oğluna öylesine harika kalb cihazları vermiştir ki, bunun karşısında idrakten akıl aciz kalır.

Nitekim İmam-ı Ali'nin (ra) buyurduğu gibi:

اى انسان جرمك جرم صغير وفيك انطول عالم الاكبر

 “Ey insan, senin cürmün ufak bir cürümdür. Ama o ufak cirminde Âlemi Ekber mündemiçtir, mündericdir, (bir şeyin içinde bulunan, içine konulmuş, sıkıştırılmış)” buyuruyor.

 

ALEMİ EKBER VE ALEMİ ASĞAR

Âlemi Asğar ve Âlemi Ekber'den kasdedilen: Bu dünya ve ahiret âlemi ittifaken ÂLEMİ ASGAR'dır. Yani Arşu Âlâya kadar olan âleme, Âlemi Asğar denir. Bu âleme aynı zamanda ÂLEMÜN NÂSUT (insanlık âlemi) ve ÂLEMÜL MELEKÜT (Melekler Âlemi) diye de tabir edilir. Bunun her ikisine ÂLEMÜL HALK tabiri ile küçük âlem yani Âlemi Asğar denilir. Şu yaşadığımız âlem âlem-ün-nasut gökte de âlem-ül-meleküt. Bu her ikisi birleşerek âlem-ül halk. Bu âlem-ül halka Arş ve Kursî de dahildir. Alemi asgâr budur. Âlem-i ekbere göre küçük bir âlemdir. Hz. Ali (kv)'nin buyurduğu; Gözümüzün basarıyla nereye kadar görebiliyoruz. Ancak kalb basireti ile gökleri bile rahatlıkla seyredebiliyoruz. Bunun da ötesinde Ruh basireti vardır ki bununla kursîyi de, Arşı da görebiliyor, istiab edebiliyoruz. İşte Arşdan ötesi alem-i emr veya âlem-i ekber başlamıştır. Alem-i Halk bitmiştir. İşte, kalbin terakkiyatı buraya kadardır. Bundan sonra ruh kısmına, SIR-HAFİ-AHFA kısmına geçerse, bunların hepsinin terakkiyatı ÂLEMİ EKBER'dedir. Âlemül Ekber denilen âlemin yanında Âlemi Asğar bir damla mesabesindedir. Arşu Âla'dan ötesi Âlemi Ekber'dir. Dikkat edilecek olursa Âlemi Ekbere bakın ki Allahü Zülcelâlin insan oğluna vermiş olduğu bu harika cihazlarla ve terakkiyât yoluyla o âlemi dahi kat ediyor. Böyle olunca kâmil bir Abdullahın kabiliyet ve istidadına, bir de Kâbenin kabiliyetini düşünün. Kâbeyi muazzama esasen arşdan feyz alır. Ve tecelliyât Tecelliyâtı Sıfâtiyyedir, tecelliyatı zat'a kabil değildir. Hatta arş bileTecelliyâtı Zâtiyyeye kabil değildir. Onun için insan oğlunun yaradılış bakımından bir harikaiığı vardır. Hiçbir nesneye benzemez ve kıyas da kabil değildir. Allahü Teâlânın insan oğluna vermiş olduğu bu cihazların yaptığı görevi idrakten akıl aciz kalır. Alemül Ekber dürülüp bükülüp insanoğlunun içine dere edilmiştir. Hülasa bunu ehillerine bırakmak lazım. Fehmedemediğimiz şeyler karşısında muteriz olmayalım. Çünkü muteriz olmamız zarardan gayri bir şey getirmez. Muteriz olmamız durumunda bu Mübareklerin hayrat ve bereketlerinden faydalanamayız. Peki, Kâbede bu meziyetler ne arasın? Bu mümkün müdür? Muhammed Masum Hz. lerine Kabe muanaka etti demek taş kalkıp gitmiş sarılmış demek değildir. Bunlar mâniyat halleridir. Kabenin maneviyatı Muhammed Masunun maneviyatının hayranıdır. Zira Kabe tecelliyatı sıfatiyedir. Arşdan bu yana bu işlem vardır. Fakat Arşdan ötesi Alemül Ekber olup orada tecelliyat-ı zâtiyyedir. Bakınız insanoğlunun kalbinde neler vardır. Onun için kâbe bu misilli Abdullaha böylesi zâtlara aşıktır ve müştaktır. Ayeti celilesinde Allahü Zülcelâl buyuruyor ki; Âdemoğlunu mükerrem kıldık. Bu sebeble onu karada ve denizde taşıyacak birçok şeyler halkettik. Erzak yönünden de sayılmayacak nice nice ni'metler vermişizdir. Ni'metleri saymaya kalksanız sayamazsınız. Ve oldukça da insanoğlu içindir. Melekler yiyip içmezler. On sekiz bin âlemdeki mahlukat arasında efdal kılınmıştır insanoğlu...

 

Kardeşlerimiz;

Bilindiği gibi Kâbe-i Muazzama'nın üzerine günde yüzyirmi rahmet iner. Bu rahmetin: Altmışı Tavaf edenlere, Kırkı Kâbede namaz kılanlara, Yirmisi de Kâbenin karşısında oturup Kâbeyi seyredenlere'dir.

 

GÜNLÜK ABDULLAH ÜZERİNE İNEN RAHMETİN TAKSİMİ

Peki, Abdullah Beytullah gibi midir?[7]

Şahı Nakşibend Hz. leri mensub ve mahsublarını uyararak buyuruyor ki: Kalbinizi temizleyin, dürüst olun, kalbinizi Tarikatı Aliyyeye uygun hale getirin ve kendinizi de bu âli tarikata yakışır bir hale getirin. (Eğer bu hale gelirseniz) vallahi sabah akşam ve her zaman keremi ilâhiyyeden gelen feyizlerden sizin de nasibiniz olacaktır. Hatta bir arif şarkta veya garpta bulunursa, kendisine Allahü Zülcelâlin kerem ve ihsanından vermiş olduğu füyüzâtı ilâhiyyeden vallahi nasibini hemen alır.

Bu Mübarek sadece Kabe ve Kâbenin etrafından faydalanıyor değil bu ve bunun gibi muhterem zevat dünyânın tamamına (kendilerine mensub ve tabi olanlar ayrı) kendilerine mensub olmayan fakat böylesine zâtlara saygıları ve sevgileri olan, sade bir Müslüman olanlar da nasiblerini alırlar. Yeter ki inkarcı olmasınlar. Bunların da bu feyizinden olan payları ayrı ayrı verilir.

Kâbede nasıl ki böyle bir taksimat varsa Beytullahta olan bu taksimat Abdullahda da aynen vardır.

Zira hakiki Abdullah yeryüzünde FÜYÜZATI İLAHİ'nin dağıtım merkezidir. Dağıtılacak olan kendisidir. İşte ABDULLAH ile BEYTULLAH arasındaki farkı böylece anlatmış oluyoruz.

Beytullah'ta Mescid-i Haramın dahilindedir. Bu rahmetlerin hududu bu kadardır. Ancak Abdullah öyle değildir. Allahü Zülcelâl'in diğer kullarına tamamen bir imdâd merkezidir. Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) nasıl ki âleme rahmet ise, bu dahi bir nebzecik umumadır. Dünyaya tamamen şâmildir. Bundan dolayı Şah-ı Nakşibend (ks) şöyle buyuruyor: “El arifü fi hazihid dünya ma huve linefsihi bel hüvelli gayrihi = Arif, bu dünyada kendi nefsine hizmet etmiyor, diğerlerine hizmet ediyor, tüm ümmeti Muhammed'e.”

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'in gayretkeşliği devam etmektedir. O'nun füyüzatının bu dünyada merkezi kendisidir. Allahü Zülcelâl'in zat ve sıfat tecelliyatına bir merkez durumundadır. Ondan ötesine artık yaygın hale gelir. Nasıl ki kâbeyi “beytimdir” diye merkez ittihaz ettiyse, “Abdimdir, Abdullahdır” diye Onu da merkez ittihaz etmiştir. İşte Abdullah ile kabe arasındaki farkı böylece anlamış oluyoruz. Beytullah Halil yapısı Abdullah Celil (Celle Celaluhu) yapısıdır.

 

*********

Gavsül Azama gelince şöyle bir sözü vardır. Rahmetullahi aleyhi ve radyallahu anh.

كل قطب يطو ف با البيت سبعة وا نا البيت طا ئف بخيامى

Her kutup kâbenin etrafında yedi şavt tavaf ederken, kâbe benim hiyamım (yani çadırım) etrafında tavaf eder. Kâbenin tavaf etmesi kişiye yâni sadece Gavsul Azam has değil. Muhammed Ma'sum İmam-ı Rabbani'nin oğluna ve Seyyid Aliyyil Havvas'ın şeyhi, İbrahim-i Metbuli içinde vâki olmuştur aynı hal. Velhasılı bu birçok zâtlar içinde vâki olmuştur. Çünkü Kâbenin üzerindeki tecelliyat, tecelliyatı sıfatîyedir. Zâtiye değildir. Yâni kabe mü'min gibi zati tecelliye kabil ve imkân sahibi değildir. Kâmil bir mü'minin üzerine olan tecelliyatı, tecelliyatı zâtiyedir. İnanın ki arş dahi tecelliyatı sıfatiyenin merkezidir. Yani arş dahi buna kabil değildir. Onun için Cenab-ı Rasulullah'ın bulunduğu yer kendisi değil, kendisine temas eden toprak dahi arşdan efdaldir Allah nezdinde.

Netekim Ebu'l Abbasi'l Mursî Hazretleri şöyle buyuruyor: Namaz kılarken “Essalamü aleyke eyyühennebiyyü” dediğinizde ne duyarsınız? Bir şey duymuyoruz efendim dediklerinde, Vallahi bu fakir eğer selamın karşılığını alamazsa kendini insan diye addetmez. Onun için Rasulullah'ın selama karşılık verdiği apaçıktır. Zira o kadar yakin ki; Pirimizin de Rasulullahın ruhaniyeti daima beraber olunca, “esselamü aleyke eyyühennebüyyû” dediği zamanda mutlaka karşılığını cevabını Rasulullah'dan alırdı. Bu inancımız kesindir. Bu haa... İşte hem tecelliyat yönünden hem salavat yönünden yani Rasulullah'a bir yakınlığı ve tecelliyatı zâtiye şuhud ehlinin oluşu mutlaka tabi haliyle hakikaten karşı karşıya gelmek Kâbeden üstün fezâil bakımından feraid bakımından yâni faydalanma bakımından, çünkü Kâbede evet Kâbe Rabbımızın umuma şâmil olan bir evi artık koymuş oraya yönelir, ordan yapın, velâkin tabi bu gibi zevatlar müstesnadır. Gene ayni şeriata dayanarak Kâbeyi de hoşgörürler güzel görürler. O yönlerden onların alışları başka çeşit alma bizimki hiç olmazsa Beytullah'a gidiyoruz. Beytine kast edince Rabbımızın mükafatını ihsanını emel ediyoruz. Bu kesindir. Bu hepimizin bize düşen vazife budur. Allahu Zülcelâl mahrum etmesin.

 

Kardeşlerim;

Biliyorsunuz ki hepimizce ma'lum melaike dahi ademoğluna secde etmiştir ve ademoğlu Allahu Zülcelâl'in bir hâlifesidir. Halife olması mümkündür. Halife olması mümkün olan bir şahsiyet, bir beşer, insan-ı kâmildir.

Kâmil bir insan yeryüzünün hâlifesidir. Peki Kâbenin böyle bir vasfı var mı? Nasıl hilafet yapıyor acaba? Kabe'nin hilâfetliği var mıdır? Ademoğlunun ıslahını bu ana kadar irşadını, tevhidini bildiren anlatan insanoğlu değil midir? İnsanın vasıtalığıyla değil midir?

 

Kardaşlarım; insanoğlu kıymetlidir. Çok kıymetlidir. Allahü Zülcelâl'in verdiğinde inanın ki insanın kıymeti üstünde bir kıymet yoktur. Şöyle anlatayım: İmam-ı Ali (ra) bir gün şöyle bir coşkunluğu devresinde Abdullah İbn-i Abbas'a diyor ki: Amucaoğlu sana öyle ilimler söyleye bilirim ki, Cebrail ve Mikail'in dahi bu ilimlerden haberi yok. Aman, amucaoğlu sen ne diyorsun? Cebrail'in, Mikail'in bilemediği ilimden nasıl söylersin? Cebrail (as) Rasulullah'la Mirac'a giderken bir makama geldide: “kıf ya Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)” demedi mi? Dur burda ya Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem) ben burdan ötesine bir adım dahi atamam, yanarım diyor. Bu hal mevcud değil midir? Evet sonra Rasulullah uruc etmedi mi? Evet. Allahü Zülcelâl'le arasında cari hadiseler ve vakıa'lardan Cebrail ve Mikail'in haberi var mı? Bunları biliyor mu? Malumatı var mıdır? Ben bu gibi ilimden bahsedeceğim diyor. Eğer erbabı ve ehli ise fehmedebilecekse anlatılır, zira ilimlerin haddi hududu yoktur. İmam-ı Ali (k.s.) hazretleri daha Cibril ve Mikail'in bilemediği ilimleri anlatacağım diyor. Bu ilimler acaba Kabe de var mı kardeşlerim? Onun için insanın meziyeti çok yücedir, çok yüksektir. Allahu Zülcelâl müstesna bir kabiliyet ve istidad vermiştir. Öyle kalb vermiş ki yeryüzünde Allah'ın kabları mesabesindedir. Kalb pâk olduğu takdirde Allahü Zülcelâl'in envâr-ı ilahisi o kablara girer.
Ama diyeceksiniz ki Muhammed Ma'sum ile Kabe hadisesi belki fikrinize gelirse yahu Kabe yerinden nasıl kalktıda müanaka etti bunu böyle sanmayın. Bu bir mâneviyet yönüdür bir meziyet yönüdür. Birbirinin meziyetleri maneviyatları nurları tecelliyatları birbirine müanaka eder. Çünkü Muhammed Mas'sum şûhûd ehlidir. Kabe ise bu seviyeye yetişmediği için buna aşıktır. Doğru. Bu şekilde kabul edelim, öyle taşlar güya yıkılacak kalkacak değil.

Bu hal maneviyat ve keşfiyat yoluyla cereyan eder. Bunu bu şekilde anlayacağız, bu şekilde kabul edeceğiz, inancımız bu.

Şeyhimiz asla boşa bir kelime söylemez, hatta ki daimi sırrı gizleyen kerametini hiç ifşa etmeyen bu yönde hiç öyle görüntüsü yoktur. Buna rağmen şeyhine karşı olan bu vasfı belirtmiştir, ilan etmiştir. Canla başla kabul etmiştir. Bizde aynen kabullendik. Ayeti celile de teberrüken:

ولقد كرمنا بنى أدم و حملناه فى البر والبحر ورزقناهم من الطيبات وفضلنا هم على كثير ممن خلقنا تفضيلاً

Rabbımızın ademoğluna ikramını, karada ve denizde musahhar kıldığı, nice nimetlere sahib olduğunu, yaratmış olduğu bir çok mahlukatından üstün olduğunu ilan eder. Bu Allahu Zülcelâl'in lütfü ve keremidir. Netekim biraz evvel anlattığımız gibi Rasulullah İmam-ı Ali'ye anlatmış olduğu ilmi Cebrail ve Mikail'in dahi bunlardan malûmatı yoktur. Onun için bu sır var ya sır Hazreti Sıddık yoluyla olsun Hazreti İmam-ı Ali yoluyla gelen olsun bu ilmi ledünnü olan Rasulullah'ın nezdinde olan ilmi, gizli tutmaya sorumlu olan ancak ehli bulduğunda verecek olduğu ilim işte bu nevi ilimlerdir. Bunlar umuma şamil değil yayılmaya da mümkün değildir. Çünkü hafsalaya sığmaz.

Şahı Nakşibend Hz. leride şöyle buyuruyor:

على المرشد ان يعلم احوال المريد فى الاز منة الثلثة الماض والمستقبل والحال حتى يمكنه ان يربيه

Diyor ki Mürşidin sorumluluğunu gerektiren hal şudur. Müridle karşı karşıya geldiklerinde bu müridin halini üç yönünden bilmesi, vukufu olması lazım. Geçmişi geleceği ve o andaki hali bilmesi, bunu keşten bilmesi lazım. Eğer bilmiyorsa o zaman nasıl terbiye edecek. Bunları bilecek ki hattaki terbiyesine geçebilsin. Çünkü yöntem, kullanma tarzını bilmesine bağlıdır. Bir hastanın mahiyetini öğrenmeden anlamadan eğer teşhis edemezsen, hangi tedaviyi kullanacaksın. Onun için diyeceksiniz ki ezeli nasıl bilsin? Evet ezelden biliyor. Esas ervah âleminde kendisine amma ümmet seçimi, amma böyle mürşidin hükmü altına girecek olan muridan seçimi, ezelde yapmıştır. Çünkü orada ayni ruhaniyetler fedakârlık yapmıştır. Sehli't Tusteri Hz.leri şöyle buyuruyor: Vallahi ezelden beri bana bağlanacak olan kimseleri müridanlarımı seçmiş bulunuyorum. Bunların terbiyesine o andan beri devam etmekteyim. İster baba sulbünde ister ana rahminde olsun. Çünkü terbiye ruh yönündendir. Ruh üzerinde yürümektedir terbiye. Mürşidin terbiyesi ruh üzerindedir. Onun için ruh terbiyesi ezelden başlıyor ve her zaman hayattır. Onun için ruh üzerine böyle olmazsa, bir çocuk daha henüz bir işlem yapmadan nasıl oruç tutabiliyor, nasıl çok harikalıklar görebiliyor, nasıl erkenden Kur'an-ı hatmede biliyor? Bunlar esasan ruhun gördüğü terbiyeye bağlıdır. Bu şekilde bunu yapabiliyor. Tamam bulûğ çağına gelmemiş ki hatta fehm de etmiyor icabında. Ama ruh temiz hale gelmiştir. Bazen mürşidi çok kuvvetlidir o gün ruhen terbiye etmiştir, bazı da mürşid yeterli değilse o anda Rasulullah'ın (sallalahü aleyhi ve sellem) ruhaniyeti ile terbiye görmüştür. Hele böyle mürşid onlar fevkalâdeliktir.

Hülasa bu minval üzerinedir. Zira Şah-ı Nakşıbende diyorlar ki: Efendim nasıl görebilsin, neyle görebilecek acaba bu hali? Şöyle buyuruyor. İsbatu bu hadis iledir:

اتقو افر اسةالمؤمن فانه ينظربنورالله تعالى عزوجل

Kâmil bir mü'minin ferasetinden hazer ediniz. Zira Allahü Zülcelâl'in nuruyla nazar eder. Allahü Zülcelâl'in nuru ile nazar eden kimse görmez mi? Tabi bu keşif bu yöndendir. Kalb yönüyle kalb nazarıyladır. Kalb nazarı öyle kapalı değil ki kapalı olsa zaten mürşidliğe elverişli değildir. Netekim yine Şah-ı Nakşibend Hazretleri: “Bir mürşidin gelen bir müridin hallerine vukufu yoksa tasarruf yetkisi yoktur” diyor.

Düşünün kardaşlarım bir mürşid eğer gelen bir müridin istidad durumunu bilmiyorsa, geçmişini geleceğini ne mal olacağını bilmiyorsa, rastgele bir tedavi yöntemi kullansa bir doktorun yaptığı gibi inanın ki zararı menfaatinden fazla olabilir. Onun için mevcud olan müridin istidad durumunu bilmesi lazım. Seyr-i sülük yoluyla mı? Cezbe yoluyla... Nasıl bir yöntem kullanacaksa ona göre bilecek ki terbiyesine girebilsin. Zira İmam-ı Rabbani şöybe buyuruyor:

اذاوقع طالب فىيد نا قص فما ذنب الطريق و ما تقصيرالطالب فان المو صل على الحقيقة هوالمرشد

Yani bir talebe, bir mürid, noksan bir şeyhin eline düşüp tam olarak yetişmediğinde bunda tarikatın hatası nedir, bu müridin hatası ve günahı nedir? Zira müridi yetiştiren mürşiddir. Mürşit esasen noksan olursa, zavallı bu müridin hatası nedir?

***

Mübarek Şeyh Alaaddin kendi şeyhi ile alâkalı bir harikalığı daha vardır. Kendim dinledim. Şöyle buyurdu:

Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) küçüklüğü devresinde emeli, HASANÜL ATTAR'ın tezinin aynısı idi. Bunun tezini arzuluyordu. Hz. Hasanül Attar, Alaaddini Attarın (ks) oğludur. Ve Şahı Nakşibend'in de torunudur.

Hasanül Attar hârika bir hal sahibidir. Bir müride nazar ettiği zaman, re'sen bir nazar ile FENA FİL EF'AL durumuna getirirdi. Halbuki bir müridin Fenafil Efal durumuna gelebilmesi, başka tarikatlarda ne kadar zaman süreceğini Allahü Zülcelâl bilir. Müridin tamamen kabiliyet ve istidadına göredir.

Fena üçtür:

1- Fena fil efal

2- Fena fissıfat

3- Fena fizzât

Mübarek Hasanül Attar Hz. leri bu birinci kademeyi bir nazarda hallederdi. Hz. Şahı Nakşibend, torunu olan Hasanül Attar hakkında: “Melikler dahi torunum Hasan'ın atının özengisini tutar ve izinde yürür,” buyurmuşlar. Zamanla bu hal cereyan etmiştir. Emir Mirza, Mübarek atına binerken atı yürüyor, Emir Mirza'da üzengisini tutarak onunla beraber yürür. Bu halden sonra Hz. Hasanül Attar bineğinden inerek Buhara'ya müvaceheten dedesi Şahı Nakşıbend'e saygı olarak dedesinin bu kerametini Emir Mirza'ye belirtmiştir. İşte Hasanül Attar (ks) böylesine bir zâttır.

Babasına gelince: Şeyh Alaaddini Attar Hz. leri ki, irşad babından çok cazib bir zâttır. Hz. Şahı Nakşibend'in vefatından sonra bütün hulefa ve müridan kendisine kayıtsız şartsız teslim oldular ve bu irşad makamında da kendisinde bir İMÂMİYET MAKAMI durumu vardır. Hz. İmam-ı Rabbani (ks) Alâiyye tarikatından yani bu kola mensubtur. Şeyh Alaaddinil Attar Hz. lerinin Alâiyye Tarikatının (kolunun) imamı olduğunu söylemiştik. Bunu kendi oğlu da beyan ediyor. Aynı zamanda Imam-ı Rabbani de “Kutbul İrşad yollarının baş tutarı olan Muhammed Alaaddinil Attar Hz. lerinin bir imamiyet vasfı vardır,” diyor. Ve bu Alâiyye tarikatının da irşad yönünden, cezb yönünden acayib bir hali vardır.İmamı Rabbani Hz. leh dahi bunu çok meth eder.

 

Hülasa, Ubeydullah Ahrar Hz. leri şöyle buyurur:

Hz. Şahı Nakşibend ahirete intikal ettikten sonra halifelerinin tamamı Alaaddin'e teslim oldular. Çünkü ondaki kabiliyet ve istidadın acayibliğini görüyorlardı.

Nitekim MUHAMMED FÂRİSE Hz. leri rabıta ve murakabe devresinde daima ğaybe düşerdi. Kendisini bilemez bir hali olurdu. Ama Alaaddinil Attar Hz. leri hiç bir zaman ğaybe düşmez, çok istikrarlı ve daima Sahv (ayıklık, aklı başında uyanık olma) hali vardı. İşte böylesine istiklâl ve irşada elverişli ve kabiliyet sahibi idi.

Ubeydullahil Ahrar (ks) tarafından söylenip Hz. Muhammed Fârise'nin kendi hattı, kendi el yazısı ile yazdığı ve anlattığı Alaaddinil Attar'ın şu cümlesi, onun nasıl yüce ve mübarek bir şahsiyet olduğunun ispatıdır. Vefat edeceği devresinde sekerat halinde şöyle söylediğini duydum:

فى مرضى موته : ان لى بعون الله تعالى و ببركة سيدنا شاه نقشبند قوة لوتوجهت الى جميع الخلاءق لجعلتهم من الواصلين

 “Allahü Zülcelâl'in inayeti ile Şahı Nakşibend Hz.lerinin bereketi ile eğer tüm mahlûkata karşı muvacehe kılsak, tamamen vâsılîn (hakka erenler) durumuna getiririz.”

Öteden beri anlattığımız bu mevzuyu burada noktalıyoruz. Ve bunun ispatı için de bunun yeterli olduğuna inanıyoruz.

İşte, bu şekilde Allahü Zülcelâl'in lütfü ve inayeti ile ve Sâdat-ı Kiramın bereketi ile Muhammed Alaaddini Attar (ks) Hz.lerinin vermiş olduğu bu kararı, muvacehe yönünden ne kadar güçlü ve ne kadar tesirli olduğunu, Kâbeye karşı muvacehe ile böyle bir zâta karşı muvacehe arasındaki farkı daha güzel anlamış oluyoruz. Mübarek Şeyhimiz de keşfiyâtı ve müşahedesi ile bu meyanda bu gerçeği söylemiştir. Zira Kâbeye de gitti, -Elhamdülillah yedi-sekiz seferi vardır- ama, denilebilir ki bu hal Alaaddini Attara mahsustur. Hz. Ali Hüsameddin (ks) bu hal sahibi değildir. Cevaben deriz ki: Hayır, kesinlikle. Nasıl ki güneşin varlığından ve ziyasından zerre kadar şüphe etmediğimiz gibi Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) gücü ve kuvveti aynı zamanda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile irtibat durumu ve şühûd ehli oluşu, şühûd hali ile Alaaddini Attar'dan (ks) fazlalığı, üstünlüğü var, noksanlığı yoktur. Allah şahittir. Hz. Alaaddini Attarı çok severim. Hassaten kullandığı bu cümlenin etkisinden senelerdir kurtulamıyorum. Aslında bu mevzuu' Mübarek Şeyhimizle alâkalıdır. İnşeallah ilerde Şeyhimizin hal tercümesini anlatırken, bu senelerce etkisinden kurtulamıyorum dememin sebeb ve gayesini tafsilâtlı olarak anlatırız.

 

KEŞİF VE MÜŞAHEDE EHLİ ZATLARIN

HZ. PİR ALİ HÜSAMEDDİN HAKKINDA SÖYLEDİKLERİ

Kardeşlerimiz;

Yeri gelmişken Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) etrafında olan zevat, bilhassa Hânikah ehlinin çoğunun, keşif ehli olduğunu beyan etmiştik. Şeyhimizin buyurduğuna göre, bu keşif ehli olan zevatın Hz. Şah ile ilgili -amma keşfen, amma müşahedeten veya ayanen- görmüş oldukları bazı harikaları bir kaç kelime ile nazım halinde cümlelemişler. Şöyle buyuruyor ve tanzim etmişler.

يا من يريد طريق الواحد الصمد            كن آخر بطريق شاهنا الامجد

هو العلى الذى عظمه السرمد             هوالحساب الذى ذل له الاسد

هوالذى ذل له الحى والغول من الجبل            ظله الله  على الناسى من الازل

هوالذى ابتلئ من كان ينكره               هوالامين الذى اختاره الاحد

رجال غيب اتواحبا لصحبته                   صارواوليا كذا قطبا بهمته

احى بهمته ميت المكفنة                 صحة برحمته ضال ا لكد المظمنة

هوالذى سخر الجن له علناً                   هوالذى سلم من يعبد الوثن

هوالذى سلب العلم من العلماء       على يديه الهود والنصارى قداسلم

Hülâsa: Beyit halinde Hz. Şahı tavsif etmeleri uzun uzadıya gidiyor. Biz bir bölümünü buraya aldık. Kısaca sonunda şöyle söylerler:

فلا يعد ولايحصى كرامته { فكيف يدرك باالعقل مقامته

İşte bu Mübarek zevat, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) kerametlerini ve bazı vakıalarını bu şekilde dile getirmişlerdir. Ve Muhammed Ali Hüsameddin (ks) hakkında şöyle buyururlar:

Tarikata intisab etmek isteyenlere tergıben ve teşviken davet ederler. Zira kendisinde aranan tarikatla alâkalı bütün vasıfları haiz olduğunu buyururlar. Ve Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) bir nimeti azimeden olduğunu söylerler. Sebebine gelince, zira, Allahü Zülcelâl kendisini aziz kılmıştır. Allahü Zülcelâl aziz kılınca bütün nesneler, bahusus dağlardaki en vahşi hayvanat dahi aslan gibi ejderha gibi hayvanat kendisine karşı tamamen zilletli bir halde, tevazu göstererek kendisini ziyarete gelmişlerdir. Hatta kendisini ziyarete gelen bir ejderhanın başının üstüne ayağını koyduğunu resimlemişler. Bunu dahi gördük. Hz. Pirin diğer meziyetleri ve sahib olduğu o hali ki kim ziyaretine geldi ise, hayrat ve bereketinden faydalanarak ve nimetlerinden -amma Veli, amma Evtad, Ebdal ne olacaksa meziyetlerine göre, istidad ve kabiliyetlerine göre- boş dönmezdi. Bu şekilde Allahü Zülcelâl, Ezel Âleminden kendisine halk üzerinde bir gölge mesabesindedir, diye tabir etmişlerdir. Yani, bu dünyaya gelişinde insan yakıcı bir güneş altında olunca bir gölge insana nasıl ki rahat ve huzur veriyorsa ve bu gölgenin nasıl bir nimet olma özelliği varsa, Hz. Pir için de aynı misali vermişlerdir. Çünkü, ezelden beri Allahü Zülcelâl kendisini bu meziyete sahib kılmıştır. Bu dünyaya gelişinde halk üzerinde âdeta bir gölge mesabesinde olduğunu belirtmişlerdir.

Velhasıl O'nun hakkında şöyle buyururlar:

Kim ki (O'nu) inkâra kalktı ise kesinlikle ziyan etmiştir. Münkirleri tamamen ziyandadır. Neden? Zira (Mübareğin gelişi) Allahü Zülcelâl'in ihtiyarı iledir. Dededen, babadan miras olarak gelmemiştir. Kendiliğinden de olmamıştır. Zira Allahü Zülcelâl kendisine bu liyakati vermiş, tazim etmiştir. Aziz kılmıştır. Dolayısıyla ziyaretine gelen kimseler karşı çıkınca hayır görmüyorlar, ama irtibat kuranlar da büyük nimetlere nail oluyorlar. Tabi Rabbimizin ihtiyarı da olunca Allahü Zülcelâl'in izni ve keremiyle elde etmek istediklerine kavuşuyorlar. Çünkü bir emanet, bir vazife mutlaka ehline verilir.Ehli olmayan birine bu emanet verilez. Zira Cenabı Hak (Celle Celaluhu) buyuruyor ki:

إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَىٰ أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ إِنَّ اللَّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا

(Nisa / 58)

Allahü Zülcelâl emaneti ehline vermeyi emreder. Dolayısiyle emanet ehli olmayanın elinde olunca bundan nasıl faydalanılabilir?

Çünkü, Allahü Zülcelâlin emri yok, tasvibi yok, Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve diğer muhterem zevatın tasvibi yok. Böyle olunca ondan kimseye bir hayır gelmez ve ona yardımcı da olmazlar. Çünkü bu artık saf dışı olmuş durumundadır. Kendi zincirlerinin dahilinde değil, binaenaleyh buna karşı herhangi bir sorumluluk duymazlar. Bu tipte olanlar tamamen kendi başlarınadır. Yani babasını belirtmeyen, babası belli olmayan evlât gibidir. Bu gibilerine sahib çıkan olmaz. Onun için Hânikah'daki bu Mübarek zevat bu sebepten dolayı Onun hakkında böyle söylüyorlar. Yani ihtiyarı Allahü Zülcelâl'in ihtiyarı ile gelince bu gelen bir azizdir. Aziz de olunca Rabbimiz esirgemiyor. Kim iltica ederse, muhakkak istidadına göre faydalanır ve arzusuna kavuşur. Zira Muhammed Ali Hüsameddin (ks) öyle bir şahsiyettir ki; Rabbimiz cinleri kendisine musahhar kılmıştır. Ve onu gören nice putperestler putperestliği bırakmış, müslüman olmuşlar. İlmiyle gururlanan nice âlimler, bu gururlarıyla karşısına dikildiklerinde ilimleri tamamen yok olmuş, cahil ve perişan bir hale düşmüşlerdir. Nice Yahudi ve Nasara onun karşısında dayanamaz, hemen hal olur ve İslâm dinine mensub olurlardı. Nitekim Onun hakkında şöyle buyururlar:

O öyle bir zâttır ki Allahü Zülcelâl onu hayrat ve bereketiyle, himmetiyle vefat eden, kefen içerisinde olan bir ölüyü Allanın izni ve inayeti ile hayat haline dahi getirmiştir.

Şöyle buyururlar:

احى بهمته ميت المكفنة : صحة برحمته ضال الكد المضمنة

Kefenlenmiş bir ölüye hayat vermiştir. Allahü Zülcelâl'in inayeti ile ve bu mübarek zâtın hayrat ve himmeti ile. Ayrıca ne kadar müzmin inkarcı varsa karşısında mutlaka hal olurdu. Karşısında hiç kimse duramazdı. Galib duruma gelemezdi. Çok acayib bir etki sahibi idi. Mutlaka karşısındaki kişiyi etkilerdi. Nazarı çok etkili olduğundan tamamen karşısındakini hallederdi.

 

Hülâsa: Onun kerametlerinden bahsedilirken derler ki: Mübareğin kerametleri ne sayıya, ne de adede girer. Saymakla bitmek tükenmek bilmezdi. İnsanoğlunun aklı onun hal ve durumunu idrakten âcizdi. Onun için kerametleri sayı ve adede vurulamazdı. Şimdi bu anlatmış olduğumuz cinlere teshir babından Şeyhimizden duyduğumuz: Ğavsul Azam Hz.leri şu kadar hasta cinleri faideli olmuştur. Hz. Ali Hüsameddin (ks) ise daha fazlasıyla ilişki halinde olup ve daha fazla cinlere faideli olmuştur. Bunu Şeyhimizden duydum. Hâşâ böyle bir zât yalan söylemez. Çünkü bu halin içinde yaşamışlardır. Dolayısiyle ölü, yani kefenlenmiş birini ihya etmesi hadisesinde artık tafsilatlı bir şekilde izah etme sorumluluğumuz vardır. Bu hususu biraz açmak ve anlatmak gereğini duyuyoruz. Mübarek Şahı Nakşibend'in tarikatı üzerine kendisine taltif edilmiş ve ikramda bulunulmuş. Allahü Zülcelâl'in emri ile Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve Saadatın tasvibi ile gelmiş, bu sâdâtı Nakşibendiyenin himmetleriyle büyük bir rağbet görmüş, Irak muhitini tamamen etkisi altına almıştır. Kendi zamanında Nakşibendiye tarikatı çok revaçtadır. Diğer tarikatlar o denemde biraz zafiyete düşmüş. Bahusus Tarikatı Kadiriyye orada çok meşhur olmasına rağmen o da zafiyete düşmüştür. O zaman Ğavsul Azam Hz. leh kendisi, Cenabı Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) iltica eder ve istirham ederek der ki; “Ya Rasulullah Muhammed Ali Hüsameddin'e emir buyur da benim tarikatı da ele alsın” der ve Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın emri ile Kadiri tarikatını da yürütmeye karar verilir. Ve bu emirle Kadiri tarikatını da yürütmeye devam eder.

 

 

TARİKATLARIN MENŞEİ

 

Aziz Kardeşlerim;

Tarikatı Kadiriyye, İmamı Ali (ra)'den gelmektedir. Nakşi Tarikatı da Hz. Sıddık (ra)'dan gelmektedir. Birçok zevatın bu tarikatlara intisabları vardır. Aynı zamanda her iki tarikattan da icazetlidirler. Meselâ: CAFERİ SADIK HZ. lerinin ZÜLCENAHAYN durumu vardır. İmamlar yolu ile İmamı Aliye hem de Hz. Kasımdan itibaren Nakşibendiyyeye intisabları vardır. Birçok zevatın, her iki tarikata intisabları olduğu gibi Nakşî, Kadirî, Sühreverdî, Çeştî, Kübrevî gibi üç beş tarikata intisabları vardır. Ve bu tarikatlardan icazelidirler. Teberrüken bir çok tarikatların mensubudurlar. Ancak Nakşî tarikatının sâdâtları illâ ve illâ Nakşî tarikatının hem kestirme yönünden, hem harikalığı ve hem de üstünlük yönünden, sadelik bakımından, taklitçiliğe imkânı olmamasından, yani Rabbısı ile kendisi arasında oluşundan, hepsi bundan ve böyle olmasından çok haz duyup buna devam ettirmişlerdir. Zira Nakşîlikte Zikri Hafi esastır. Rabbi ile kendi arasında olduğundan riya ve taklitçiliğe fırsat vermez. Ve bu yolda istikamet aranır. Dışa vurmadan tamamen iç âleme yöneliktir. Allahü Zülcelâl ile başbaşa olduğundan taklitçiliğe mahal yoktur. Bundan dolayı sâdâtların çoğu ekseriyetle tarikatı yürütme yönünden Nakşî tarikatı üzerinde dururlar.

Meselâ: İmam-ı Rabbani'nin iki oğlundan biri olan Muhammed Masum Hazretleri Nakşî Tarikatını yürütmekle, diğer oğlu Muhammed Said de Kadri tarikatını yürütmekle me'murdurlar. Bu şekilde silsile olarak Şeyh Abdullahi Dehlevi Hz.lerine gelinceye kadar.
Daha evvel anlatmış olduğumuz Rasulullah'dan (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) itibaren Sıddıkı Ekber vasıtası ile intikal eden o sırrı aziz, intikal ederken onu üstlenebilecek derecede yetişmiş bir zât olmadığı için bu sırrı azizi emânette kalmıştır. Nitekim Eba Yezid ile Caferi Sadık birbirlerini görmemişlerdir. Eba Yezid ile Ebul Hasan Elharkani de birbirlerini görmemişlerdir. Aralarında bir hayli zaman farkı vardır. Abdul Haliki Gücdüvani ile Şahı Nakşibend de birbirlerini görmedikleri gibi aralarında beş zât vardır. Bunlarda bu sır ruhani yönüyle intikal etmiştir. Ne zaman ki o sırrı aziz'i üstlenebilecek zât meydana geldi ise o emanet kendisine verilmiştir. Hatta Şeyh Abdullahi Dehlevi Hz.leri Kadirî ve diğer tarikatları babasından ve diğer zâtlardan almış ise de Nakşî Tarikatını Habibullah Canı Cânânı Mazhar'dan alınca bundan çok büyük haz almıştır. Ve bu nakşi Tarikatına fazlaca devam etmiş ve bununla daha fazla meşgul olmuştur.

Şeyh Abdullah Dehlevi (ks) şöyle buyuruyor: “Bir gece rüyamda Hz. Gavsul Azam ile Şahı Nakşibend Hz. leri, bu Mübarek zâtların her ikisi de, karşımda bulunuyorlardı. Ben Şahı Nakşibendin yanına gitmek arzuluyordum. İçimdeki istek bu idi. Fakat Ğavsul Azam Hz.lerine karşı da çok derin saygım ve sevgim vardı. Ona karşı hürmetim sonsuzdu. Ben bunu düşünürken Gavsul Azam Hz.leri bana bakarak şöyle dedi:

"- Evladım القصد ھو الله Tarikattan kasıt Allahü Zülcelâldir. Bizimkisi
sen-ben, o-bu davası değil, gaye Allaha varacak yol ve gaye Allanın Rızasını celb etmektir."

O böyle deyince, ben rahatladım ve serbest bir halde Şahı Nakşibend'in yanına gittim,” diyor. Velhasıl Nakşibendi tarikatı her zaman ve her devirde diğer tarikatlardan daha üstün olmuş ve revaçta olma durumunu korumuştur. Diğer tarikatlar pek o kadar yürütülmemiş, çoğu kere emirle yürütülmüştür. Nitekim Mevlâna Hâlid, Şeyh Osman, Şeyhül Hazin ve Hz. Muhammed Ali Hüsaeddin'e gelinceye kadar en üst kademede Nakşî tarikatını yürütmüşlerdir. İcazetli oldukları halde diğer tarikatları yürütmemişlerdir.
Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'e gelince; o dönemde Nakşî tarikatının tam revaç durumu vardı. Irak muhitinde tamamen Nakşilik yaygın hale gelir ve Kadiri tarikatı biraz zafiyet durumuna düşer. Böyle olunca Hz. Geylani Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) başvurur ve Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) kendi tarikatını da yürütmesini söyler. Ve Rasulullah'da (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir emir ile Muhammed Ali Hüsameddinin Kadirî Tarikatına da el atmasını emir buyurur. Ve bu emir ile Kadirî Tarikatını da yürütmekle emrolunur. Böylelikle Tarikatı Kadirîyyeyi yürütürken (Tabi Kadiri Tarikatında bir coşkunluk hali vardır. Zikirler cehridir ve toplu haldedir) bir gün Kadirî zikri yapılırken, bir damda halka durumunda bu zikri yapmaktadırlar. Zikir esnasında coşkulu bir halleri vardır. O esnada cezbe durumunda iken halkadakilerden birisi damdan aşağı düşer. Ve boynu kırılarak vefat eder. Vefatından sonra yıkanır, kefenlenir ve başında da Pirimizin oğlu Muhammed Bahaeddin bulunur. Son anında defin edileceği zaman Hz. Şaha bildirirler, bir emrinin olup olmadığını sorarlar. Mübarek Şah cenazenin başına gelir, cenazeye bir nazar edip, cenazeyi baştan başa sıvazlar. Ve “biiznillahi Teâlâ” deyince, o anda kefenlenmiş olan kişi kefeninde kıpırdamaya başlar ve kalkar. Hz. Şah o zaman şöyle buyurur: “Bunun kalbi durmuştu, yoksa tamamen ölmüş değildi. Onun kalbi durunca siz öldü sandınız” der. O zaman oğlu Muhammed Bahaeddin der ki: “Baba, vallahi ben bu kişinin başında idim. Canlı olduğuna dair en ufak bir alâmet yoktu. Ayrıca senden duyduğum şu cümleyi anlayamadım. Siz: "Ben bu şekilde kabul etmem." dediniz. Sizin "Ben bu şekilde kabul etmem" dediğiniz ne idi? Neyi kabul etmiyorsunuz acaba?” diyerek bunu bizzat kendisine sorar ve ısrar eder. Hz. Şah şöyle buyurur:

“Evlâdım, ben bu Tarikatı Kadiriyyeyi Aliyyeyi kendiliğimden almadım. Cenabı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) emri ile aldım. Fakat bu coşkulu zikir esnasında meydana gelen vakıa ve onun bu şekilde vefat edişi karşısında halk iftiraya kalkar ve yanlış tevil eder. "Bu Ğavsul Azamın bir darbesidir. Çünkü kendisi Kadirî Tarikatını izinsiz ve emirsiz aldığından bu ona Ğavsul Azamın bir darbesi idi" derler diye (bu şekilde ölmesini kabul etmedim)” diyor. “Onun için ben bu Tarikatı kendiliğimden değil, emir ile aldım. Bundan dolayı ben bu kişinin bu şekilde, bu minval üzere gitmesini ve halkın bu şekilde yanlış tevil etmelerini (ve bundan dolayı bu Tarikata zarar gelmesini) kabul edemem ve buna razı olmam,” diyor. “Dolayısiyie Allahü Zülcelâl'in izni ve Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hayrat ve bereketiyle hayata geldi. Ben bu işi kendiliğimden yapmadım. Mesele bu idi” der.

Hz. Şah bir gün hastalığı sebebiyle bir Yahudi doktorunun çağrılmasını emreder.
Yahudi olduğunu bildiği halde, etrafındakiler bunda bir hikmet ve bir sebeb vardır diyerek o Yahudi doktoru çağırırlar. Yahudi doktor gelip Hz. Piri kontrolden geçirirken o Mübarek ve etkili, âdeta Kibrit-i Ahmer olan nazarı doktor üzerinde vâki' olur. Allahü Zülcelâl'in ihsan etmiş olduğu hidayet vakti de gelmiş olduğundan bu Yahudi doktor hemen Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'nin ayaklarına kapanır ve öper. Ve der ki:

- “Efendim, sizde bedenî bir hastalık yok. Sizdeki hastalık başka bir hastalıktır. Sizin mesti hayran bir durumunuz vardır. Sizi bu hale getiren bedenî hastalık değil, maneviyattır” der. Sonradan Müslüman olur ve şöyle der:

“Hastaya doktor davet edilir, meğer doktor kendisi hasta, hasta olan esasen doktordur. Hekimimsin efendim.” diyerek hemen iltica ederek müslüman olur. Rabbül İzze (Celle Celaluhu) her şeye kadirdir. Bu doktor Hz. Pir'in himayesi altında bir müddet durduktan sonra onun nazarları ile öyle bir hale gelir ki halifelik icâzesi verilir. Hem doktorluk yapar, hem de irşad ile vazifelendirilir. Her ikisini de yürütür.

 

*=====

İşte Hz. Pir Muhammed Ali Hüsameddin ile karşılaşan ve yanında bulunanlarda öylesine vasıflar hasıl olurdu ve böylesi hallerde cereyan ederdi. Bir gün Hz. Pir ve etrafındakiler otururlarken o güne kadar pek görülmemiş bir çekirge gelir ve Mübareğin dizine konar. Orada oturanların hepsi bu çekirgenin gelişini ve dizine konduğunu görürler. Biraz durduktan sonra tekrar o çekirge uçar gider. Oturanlar sorarlar:

- “Efendim bu çekirge ne idi? Biz bu güne kadar böyle bir çekirge görmedik, bunun hikmeti nedir? Hz. Şah bu çekirge bir çekirge sürüsünün başı, reisi ve elçisi olarak gelmişti. Bir çekirge sürüsü buralarda konaklayacak ve nasiblenecekler. Dolasıyla “nerede konaklayalım, barınalım?” diye bizden izin istediler. Ben de bunları misafir olarak kabul ettim. Ve benim kendi arazilerimde yayılmalarını emrettim” der. Hakikaten çekirgeler her tarafı kapladılar, hiç kimsenin tarlasına zarar vermeden Mübareğin kendi tarlalarından rızklarını aldılar ve gittiler. Yani hayvanlar dahi ondan izinsiz ve emirsiz bir yere girmezlerdi.

 

***

Bir gün o beldede katırı ile odun çeken biri vardı. Devamlı katırı ile odun çekerdi. Onun işi bu idi. Zamanla katır ihtiyarlıyor. Böyle olmasına rağmen sahibi onun yükünde hafifletme yapmayarak yükün ağırlığını aynen devam ettiriyor. Bir gün o katır Hz. Şah'ın kapısına varır, kafası ile kendi hal lisanı ile işaret verir, gerekeni söyler ve Hz. Şah'a şikayette bulunur.

“Efendim, bu kapıda hizmet etmek çok hoştur ve bir şereftir. Amma ben evvelki güçte değilim, benim takatimden fazla yüklüyor” diyerek sahibini şikayet ediyor. Hz. Pir, katırın şikayetini dinler ve sahibini çağırarak uyarır, “bundan böyle bu hayvana yükü az yükle, bu hayvancağızın yükünü hafiflet” diyerek ikaz eder.

***

 

Mübarek Azizan devamlı nikablı (yüz örtüsü, peçe, yamak) olarak gezerdi. Yüzüne cemaline nurdan bakılamazdı. Böylesine cazib durumu vardı. Nitekim Seyyit Ahmet Bedevi Hz.leri de devamlı nikablı gezerdi. Abdülmecid isimli bir halifesi; “efendim artık dayanamıyorum, cemalinizi bir defa olsun görmek istiyorum” der. O da “evlâdım cemali görmek cana bedeldir” diyor. Halifesi de efendim bir değil bin can feda olsun, der. Ve Seyyid Ahmet Bedevi Hz.leri nikabını açınca halifesi gerçekten can verir, ruhunu teslim eder. Onun için Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin yüzünü bütün açıklığı ile göremezlerdi. Örtüsünü daima biraz fazlaca aşağı indirirdi. Çünkü, karşı karşıya gelindiğinde karşısındakiler her hangi bir hale düşmesinler diye bu halde olurdu. Tabi bu durum bizim fehmedemediğimiz bir tarzda cereyan ederdi.

Zira:

المؤمن مرآت المؤمن

“Mü'min mü'minin aynasıdır.” Karşı karşıya gelen kimsenin kendi kabiliyet nisbetine göre bir görünüşü vardır. O sebele nikab az da olsa hicabtır. Hz. Pir'in yüzünü tam açıklığı ile göremezlerdi. Daima örtülü ve örtüsünü de daima aşağı doğru indirirdi ki her rast gelen karşı karşıya gelipte herhangi bir hale düşmesin. Zira Allahü Zülcelâl'in onun üzerindeki hal durumu nasıldır? Celalli midir, Cemâlli midir bilinemediğinden bakanlara zarar gelebiliyordu..

 

EVLİYADA BULUNAN İKİ NUR

Filhakika Evliyanın iki nuru vardır. Bu nurlardan birisi hoş olmayan şeyleri uzaklaştırıcıdır. İkinci nur ise cezbedicidir. Onun için seven ve saygı duyan, aşkı ve muhabbeti olan kimseler, bunlar celb yönüne mütealliktir. Tabi tahammül edemeyecekleri bir yönde karşılaşılarsa telef olurlar. Başkalarına bir zarar dokunmasın diye bu nikab bir hicap durumundadır. Aynı zamanda bir rahmettir.

Allahü Zülcelâl cümlemizi bu zâtların hayrat ve bereketinden faydalandırsın. Âmin...

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) ile alâkalı mevzuları ve kerametleri anlatmaya devam ediyoruz. Bu kerametleri anlatmamızın sebebi aslında onu medih etmek değil, esasen bunlar vuku bulan hadiselerdir. Allahü Zülcelâl şahittir ki, bunda zerre kadar ifrat ve tefrit yoktur. İfrat ve tefridi de sevmiyoruz. Dolayısıyla duyduğumuz ve kendisini gören zâtlardan duyduklarımızı müşahadeten veya keşfen nasıl oldu ise naklen anlatıyoruz. Çünkü biz, Hz. Pir hayatta iken bu yolun yolcusu idik. Aynı devrede yaşadık. Allaha şükürler olsun. Onun için Hz. Pir'den sadır olan birçok keramet ve meydana gelen hadiseler bize nakleden, ulaştıran ve anlatan bizzat Şeyhimiz Şeyh Alaaddin (ks) Hz.leridir. Biz Mübarek Şeyhimizden duyduğumuz şeyleri anlatıyoruz. Şeyhimiz de zaten bu gibi şeylerden çok uzak idi. Bir şeyi abartmayı alevlendirmeyi sevmez, ifrat ve tefritten de çok uzak dururdu. Kendisini daima gizlerdi. Ancak bu gibi hususları anlatması sadece ve sadece Şeyhine karşı olan saygısı ve sevgisi, aşk ve muhabbetinden dolayı idi. Evet, muhabbetten... Biliyorsunuz ki hepimiz beşeriz. Biraz gaflet, biraz da ihmalkârlığımız vardır. Olabilir, ancak bu gibi zâtları andıkça bu gaflet ve ihmalkârlık kalkar ve muhabbetimiz artar. Onlara karşı aşkımız ve şevkimiz fazlalaşır. Zaten tarikatımızın ana temeli de muhabbettir. Daha önce de söylediğimiz gibi, muhabbet çok ama çok önemlidir.

Zira muhabbet sayesinde birbirimizi bulacağız.

المرء مع من احبه

Hadis-i Şerifine teberrüken “Kişi sevdikleri ile beraber olacaktır” diye buyurulunca en büyük avantajımız budur, yani muhabbettir.

Hülâsa; işte bu saydığımız mübarek zâtların, nazım haline getirip Hz. Pir hakkında söylediklerinden bir tanesi de şudur:

هوالذى سلب العلم من العلماء { على يديه الهود و النصارى قداسلم

Yani, Âlimlerin ilminin selbine kadirdirler. (İlmine güvenip gururlanan alimleri) sıfır haline getirirler. Nitekim Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (ks)'de Şeyh Abdullahi Dehlevî Hz.lerinin dergâhına gittiğinde sokakları temizler, tuvaletleri temizler, kendisini hiç belli etmez, âdeta bir ümmî gibi bir hali var idi. Hiçbir şey bilmez gibi görünürdü. Bir gün bir ilim meclisinde bir mesele ortaya konmuş, oradaki âlimler bir türlü çözemiyorlar. O esnada Mevlânâ Hâlid de kapının arkasında oturuyor. Onlar o meseleyi çözemeyince Mübarek, o meseleyi çözmeye mecbur kalıyor. Ve meselenin nasıl olduğunu, çözümü için fikrini belirtir. Mevlâna Hâlid (ks) meselenin hal şeklini belirtince oradaki âlimlerin çok acayibine gider. Hiç ummadıkları bu kişinin böylesine bir ilme sahib olması ve bu meseleyi çözmesi için çok derin bir ilme sahib olması lâzımdır, diye hayretlerini ifade ederler.

Velhasıl Şeyh Abdullahil Dehlevîye bu durumu iletirler ve “Efendim hiç ummadığımız, buralarda çalışan, temizlik yapan bu gariban kişinin böylesine bir ilme sahib olduğunu bilmiyorduk. Çok âlim birisi imiş” derler.

Şeyh Abdullah Dehlevî Hz.leri de bu hal karşısında, “Öyle mi, peki tamam” der. Mevlâna Hâlid Hz.lerine bu ilminden dolayı çevresindekilerden saygı duyulup kıymet verilince bir gün Şeyh Abdullah Dehlevî Hz.leri akşam namazında, “Hâlid imamete geç, namazı kıldır” der. Ve Hâlid imamlığa geçer, “Allahü Ekber” diye tekbir alır, fakat arkasını getiremez. Yani Elhamdülillah'ı bile söyleyemez. Fatiha'yı dahi okuyamaz. O anda sıfır durumuna düşer. Tamamen âcziyet içerisinde, âdeta eriyecek bir hale gelir. Mübarek Şeyh Abdullah arkasından “Elhamdülillahi Rabbil Alemin” diyerek uyarır. Ve Mevlâna Hâlid ondan sonra avdet eder ve Fatiha'yı okumaya başlar.

 

KİLİSEYE YARDIMI VE MOLLA SALİHİN İTİRAZI

İşte bu Mübarek zâtlar böylesine kabiliyet sahibidirler. Bilhassa, Muhammed Ali Hüsameddin (ks) Şeyh Abdullahdan kat be kat üstündür. Bundan hiç şüphemiz yoktur. Bu meseleyi de şöyle izah edelim: Bir gün Halepçe'de bir kilise yapılıyordu. Yapılmakta olan bu kilisenin çatısı çok geniş olduğundan büyük ve uzun selvi ağacı lâzım olur. O civarda bulunamayınca bazıları der ki: “Olsa olsa böyle bir selvi ağacı Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) çiftliğinde olur. Ancak orada bulunabilir” derler ve gelip kendisinden isterler.

Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) bizzat kendisine başvurduklarında onlara bu selvi ağacını verir. Kilisenin yapımında kullanılması için bu selvi ağaçlarını verdiğinde o dönemdeki âlimlerin tamamı bu hadiseye karşı çıkarlar. Feveran ederler. Tabi kendisi çok değerli, muhterem bir şahsiyet olduğundan onun bu davranışını bir türlü kabul edemezler ve “Bu kadarı da olmaz, tasavvuf derken bu gibi şeriata muhalif işler yapması da hiç uygun değildir. Nasıl olur da kilisenin yapımına yardımcı olur” diyerek tepkilerini dile getirirler. Dolayısıyla bu hadise her tarafa yayılır. Bir taraftan da ulema haklıdır bu itirazlarında. Ve bu durumu su üstüne çıkarmak, aynı zamanda bu olayın mahiyetini öğrenmek isterler. Fakat, hiçbir âlim gelip bu hususta bir şey sormaya cesaret edemez. Karşısına çıkmaya cüret edemezler. Zira Allahü Zülcelâl'in onun üzerinde böyle bir celaliyeti vardı. Netice olarak Molla Salih isminde bir âlim Suriye ve Irak muhitinde ilmiyle şöhret bulmuş, o muhitteki ender âlimlerden birisidir. Kendisi Kamışlılıdır. Bu hadise Molla Salih'in kulağına kadar gelir, o da bunu duyar. “Böylesine Mübarek bir zât, böylesine muhterem bir Şeyh, kilisenin yapımına yardımcı olmuş” diye ona da söylerler.

Molla Salih böyle bir yardımın şeriata uygun olduğunu hiç bir kitabda bulamaz. Fıkıh kitablarında böyle bir fetva bulamayınca kitablarını bir çantaya koyarak Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin yanına gelir. Kitabları ile geliyor ki, bu işin şeriata muhalif olduğunu isbat etsin, bu gaye ile geliyor. Molla Salih çok cesur, atılgan ve ilmine güvenen birisidir ve Muhammed Ali Hüsameddin'in (ks) huzuruna çıkar, bu hadiseyi açar. Kitablardan okur anlatır, kendince isbata çalışır. Şeriat ahkâmına göre bunun uygun olmadığını izah eder. Mübarek Hz. Muhammed Ali Hüsameddin der ki:

“Bana başvurdular, istediler, biz de uygun gördük red etmedik ve verdik.” Molla Salih: “Ama efendim, istediler de uygun gördük ve verdik... Böyle şey olmaz ki. Şu fıkıh hükümlerinde bu gibi şeylerin olmayacağı hususunda birçok deliller vardır,” diye saymaya başlar... Ayettir, hadisdir anlatır... Hz. muhammed Ali Hüsameddin bakar ki Molla Salih işi büyütüp, genişletiyor, o zaman Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin şöyle buyuruyor:

“Salih, Salih (Mollayı söylemeyerek) senin kitabında verme diyorsa, benim kitabımda ver, ver diye buyruluyor” der. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin Mollayı bırakıp da Salih, Salih dediği zaman Molla Salihde Mollalıktan eser kalmaz. İlimden mücerred bir hale gelir. Âdeta cahil durumuna düşer. İlim namına hiç bir şey yok, ne ilim kalır, ne de kitabına baktığında okumaya gücü. Tamamen sıfır bir hale gelir.

Salih bu hal karşısında acaba aklıma enaniyet gibi bir şey mi geldi, bana ne oldu böyle diyerek, ilminden bir eser kalmadığını görüp böyle düşünürken, -tabi Salih cahil değil, âlim bir kişidir- perişan bir hale düştüğü bu durum karşısında elbette ki kendisinde arız olan bu hali, bu durumu inkâr etmesi mümkün değildir. Eğer o durumda kalırsa, eski şöhret şöyle dursun halk nazarında hiç bir değeri de kalmayacak bir hale gelir. Bu kendi halini göz önüne getirip, düşünürken Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin karşısında ona karşı yaptığı hatayı anlar ve kendisine sahib olamıyarak Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in ayaklarına kapanarak:

“Efendim, ben bilmeden bir hata ettim, böyle bir şeye cesaret ettim, cüretkârlıkta bulundum. Fakat siz yapmayın, beni affetmenizi istirham ediyorum” diye yalvarır. “Ve şu anda sizden beni affetmenizi istemekten öteye bir şey bilmiyorum” der. İşte o zaman Mübarek Hz. Şah bunun acziyeti karşısında böylesine bir teslimiyet de olunca “Molla Salih, Molla Salih! Lâzım oldu ve uygun görüldü de verdik..” diyor. Bunun üzerine Hz. Pir “Molla Salih” dediğinde Salih kendi üzerinde tekrar o eski varlığını hisseder ve kendisinden alınan o eski hali tekrar geri verilir. Ancak bu durumdan sonra gerçekten Molla Salihin teslimiyyeti, sadakati, aşkı ve muhabbeti artar ve Hz. Pir'e karşı çok sadık bir hale gelir. Tabi bu hale gelince Hz. Pir de onu başıboş bırakmaz. Onu daha fazla ikna etmek için, inancını sarsılmaz bir hale getirmek için merhamet eyleyerek daha müsbet bir hale getirmeye çalışır. Çünkü, Molla Salih ilim sahibi bir insandır. İlmine yazıktır. Hz. Pir şöyle buyurmuştur: “Molla Salih, Mevlâna Hâlid'in Abdullah Dehlevî'ye gidiş ve gelişini anlatan, o hususta yazılan kitabı okudun mu?” Molla Salih: “Evet, okudum efendim” der. Hz. Pir: “Mevlânâ Hâlid'in oradan dönüşünde Abdullahı Dehlevî'nin kendisine neler söylediğini, kendisinin de ne gibi haller cereyan ettiğini de okudun mu?” der ve Mübarek Hz. Pir kendisi anlatmaya başlar: Şeyh Abdullahi Dehlevi kendisine “Hâlid ben de sana emzirilecek bir şey kalmadı, sen bunu tamamen kuruttun. Ancak sende kabiliyet ve istidad var, daha fazlası için bundan sonra benden değil, şu mevkiye, falan yere varacaksın. Sana gerekli olan emir ve hükümleri oradan alacaksın, burdan öteye benim seninle olan işim bitti” der. İşte o zaman Mevlânâ Hâlid Hz.leri Şeyhinin emri üzerine nereye gitmesini emrettiyse, nereye gitmesi gerekiyorsa oraya gider...

 

SIRRI AZİZİN MEVLANA HALİD LERİNE İNTİKALİ

Mevlânâ Hâlid Hz.leri Şeyhinin dediği yere yaklaşır. O yere tam varmasına biraz mesafe kaldığında, üzerine çok büyük bir ağırlık basmış ve o yere yaklaşması da güçleşmiş. Bir türlü yaklaşamıyor. O anda Şeyhine istimdad etmiş ve bu istimdadtan güç alarak o yere biraz daha yaklaşır. Bu sefer daha fazla sıkıntı ve ağırlık basar. Böyle olunca tekrar istimdad ederek biraz daha güç alır. Fakat bu hal daha da fazlalaşır. Bu sefer Hz. Şahı Nakşibend'ten (ks) istimdad eder ve bu sayede o yere biraz daha yaklaşabilmiştir. Netice olarak bu hali, bu durumu yakacak hale gelince Rasulullah'a (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) istimdat eder. Rasulullah’a istimdad edince karşı karşıya getirmiş ve o gücü vermiş. Tam oraya gelir gelmez; “Geldin mi Hâlid?” buyurur. Mübarek zâtın bulunduğu yer, bir çimenliktir. Ama bu Mübarek zâtın bulunduğu yer yanık durumundadır.

Mevlânâ Hâlid bu Mübarek zâtın kim olduğunu, ne olduğunu bilemez, ancak “Hâlid geldin mi?” diye sorar. O da, “geldim efendim” der. Kendisine verilmesi gereken emir ve hükmü orada verir.

İşte Hz. Pir bunu Molla Salih'e soruyor: “Mevlâna Hâlid ile o yerde karşı karşıya gelen kişi kimdir? Ve ona verdiği şey nedir?..” Burası meçhul. Hiç kimse bunu bilmiyor. İşte o zaman Muhammed Ali Hüsameddin (ks) şöyle buyuruyor:

“İşte o Mevlânâ Hâlid ile karşı karşıya gelen şahsiyyet bu fakirin ruhanniyeti idi. O sır emâneti, bu fakirde mahfuz idi. Ancak Mevlânâ Hâlid bu emanete lâyık olunca, ona istihkak kesb edince bu sır emâneti bir emir ile kendisine aktarıldı. Bu emanetullah yerine verilmek üzere bu şekilde kendisine verildi” der. Bu durum karşısında Molla Salih teslimiyeti kül ile teslim olur. Böyle bir zât ile karşılaştıran Allahü Zülcelâl'e şükreder. Ve bunun kendisine Allahü Zülcelâl'in bir nimeti azimesi olduğunu kabul eder ve bu durumdan sonra Molla Salih oradan ayrılmaz. Ve Mübarek Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) Seyri sülûkundan sonra kendisine hilafet icazeti verir.

Ağabeyim (Hacı Alaaddin Efendi), Şeyhimiz ve yanlarında iki-üç kişi olduğu halde Hz. Muhammed Hüsameddin'in vefatından sonra ziyeretinden gelirken bu Şeyh Salih'e misafir oldular. Ağabeyim bu hadiseyi bizzat kendisi Şeyh Salih'in ağzından duymuş, biz de ondan naklediyoruz. Bu, tarih olmuş bir olay değil. Bizzat duyanların, harfiyyen ve noksansız olarak bize naklettiği bir hadisedir. Şeyh salih'e gelinceye kadar vaktiyle bunu okumuştuk, fakat bu şekilde malûmat veren hiç olmamıştı. Bu sır emâneti, Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in ruhaniyyetinde mahfuz idi. Dolayısıyla, bu husus hakkında ileride malûmat vereceğimiz dediğimiz, bu yönden idi. Bu sır, Muhammed Ali Hüsameddin (ks)'den Mevlânâ Hâlid'e ruhaniyyet yoluyla, ondan Şeyh Osman'a aktarılmış, o da Şeyhül Hazin'e tekrar Muhammed Ali Hüsameddin Hz.'lerine yani asıl sahibine gelmiştir. Bu emânet sırrı aziz olan Hz. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'dan intikalen Hz. Sıddık (ra) ve ondan sonra da böylece peyder pey gelmektedir. Bazı devrelerde ehli olmayınca bu sır emânette idi. Tabi bu sırra sahib olacak şahsiyyetin şühûd halinin çok acayiblerden olması lâzım ki buna sahib olabilsin. Tecelliyâtı zâtın, tabiki celalli ve cemâlli durumu vardır. Bu her fertte aynı seviyede olmaz, yani şühûd dahi aynı seviyede olmaz. Bunu her zaman söylüyoruz. Onun için bu Sırrı Aziz bazı zâtlara gelir, bazı zâtlara gelmez. Nitekim Caferi Sadık ile Eba Yezid ve Ebul Hasenil Harkani birbirlerini görmemişlerdir. Aralarında uzun seneler vardır. Şahı Nakşibend Hz.lerine gelince; aralarında beş kişi olmasına rağmen bu Sırrı Aziz'i Hz. Abdulhalık Gücdüvanî'den almaktadır. Böylece devam edegelmiş, İmamı Rabbani ve benzerleri Şeyh Abdullahi Dehlevî'ye dahi gelişinde bu sır kendisinde olmayıp, emânette olduğu, burada biraz olsun açıklığa kavuşturulmuştur. İşte, daha önce bu mevzuu ile alâkalı izahatı ileride beyan edeceğiz demiştik. Umarız ki İnşeallahüteâlâ bu sözümüzü yerine getirmiş olduk.

 

SEYYİD TAHA

Kardeşlerimiz;

Mübarek Seyyid Tâhâ'ya gelince: Seyyid Tâhâ Hz.lerinin bir kadılık görevi rütbesi vardı, çok âlim, Irak muhitinin en büyük zâtlarından ve âlimlerinden bir şahsiyet idi. İlmî yönden ender şahsiyetlerden biri idi. Ayrıca çok mal mülk sahibi, aynı zamanda da çok cömert ve cesaretli. Hem bedenen, hem ilmen güçlü bir şahsiyet. Emrinde çalışanları, hizmet edenleri çok idi. Bahusus amcası kâhyaları üzerinde kontrolcu idi. İşinin kontrolü amcasına ait idi. Bununla uğraşır, çalışırdı. Ancak amcası arasıra kaybolur ortalıkta görünmez, birkaç gün sonra çıkar gelirdi. Bu sebeple Seyyid Tâhâ bir gün amcasına:

“Amca işleri olduğu gibi bırakıp gidiyorsun, nereye gittiğini bilemiyoruz. Yoksa bir Şeyhe falan mı gidiyorsun?” diye amcasına takıldı. Ve bu şekilde takıldığı olurdu zaman zaman... Amcası da bir defasında, “Evet yeğenim, benim de bir Şeyhim var. Şeyhime gidiyorum” der. Seyyid Tâhâ da:

“Amca ben bu Şeyhlerin birçoklarıyla karşı karşıya geldim. Bunların birçokları arkalarına düşülecek, peşlerinden gidilecek şahsiyetler değiller. Bu şeklide işinden kaydından kalıp da böylelerinin arkasına düşme. Kendi işine bak” der. Fakat amcası dayanamayarak:

“Yeğenim benim gittiğim şeyh senin anlattığın bu şeyhlerin hiç birisine benzemiyor. Benim gittiğim Şeyh harikulade bir şahsiyettir.”

Seyyid Tâhâ da:

“Amca, bu harikulade Şeyhe bir gün bende gideyim de bakalım bu kadar methettiğin Şeyhin durumu nedir, nasıldır, ben de bir göreyim...”

Amcasının devamlı gidip geldiği şeyhi görmek için günün birinde ona gitmeye karar verir. Seyyid Tâhâ'nın gayesi, amcasının tamamen oradan alâkasını ve ilgisini kesmek ve kendi işine candan yönelmesini sağlamak. Bu meyanda da bu şeyhini çok meth ediyor, bu kadar da meth ettiği bu kişiyi de görmek istiyor. Gitmek için harekete geçer. Gittiği yolda Hz. Pir'imizin amcası Şeyh Ömer ile karşılaşırlar. Şeyh Ömer, Seyyid Tâhâ'yı kendisine maletmeye çalışır. Tabi bu bir avlama meselesidir, bunu arzuluyor. Şeyh Ömer ile karşı karşıya otururlarken Seyyid Tâhâ tesadüfen bir kayanın üzerinde oturuyor. Mübarek Şeyh Ömer kayaya bir nazar eder, kaya peynir gibi bölüm bölüm haline gelerek, parça parça olur. Buna rağmen Seyyid Tâhâ cesaretli ve selabetli bir şahsiyettir. “Ben bunları yeterli görmüyorum. Bu gibi şeyler bana tesir etmez.” der. Netice olarak Şeyh Ömer'e bağlanmayarak yoluna devam eder. Ve Muhammed Ali Hüsameddin'in yanına gelir. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin, Seyyid Tâhâ'yı karşısına alır. Birinci gün sohbet şu yönde olur. Sadece Emevi ve Abbasîler ile alâkalı câri hadiseleri, tarihî yönleriyle bir şeyler anlatıyor. Sohbet bu yönden geçer. Ayrıldıktan sonra Seyyid Tâhâ hayretler içerisinde: “Fesübhanallah ben ne için geldim? Neler duymak istiyorum? Fakat bu, tarihten yani Emevi ve Abbasi'den bahsetmeye ne gerek var? neden bundan bahsediliyor acaba?” diyor. Ertesi gün tekrar karşı karşıya geldiklerinde bu defa Selçuklu ve Osmanlı tarihini anlatır. Çünkü Seyyid Tâhâ Osmanlı devresinde gelmiştir. Bu devreye gelinceye kadar yine tarihten konuşur. Yine ayrılırlar. Seyyid Tâhâ yine hayretler içinde, kendisini bir türlü bir kefeye, bir teraziye koyamıyor. “Nedir bir türlü anlaşılmayan dava? Biz Şeyh denince başka şeyler umuyoruz. Bu ise tarihten bahsediyor. Neden acaba” der. Üçüncü gün karşı karşıya geldiklerinde öylesine bir nazar eder ki o nazarı azizi, nasıl nazar ediyorsa, insanı ne hale getiriyorsa, artık bunu Allahü Zülcelâl bilir. Bu nazar karşısında Seyyid Tâhâ halden hale geçiyor. Onu, hârika bir halden öte, keşif ehli haline getiriyor. Gök âlemlerini âdeti seyran eder, gözünün önüne getirir. Yani, öyle bir hale getiriyor ki: Seyyid Tâhâ'nın kendisinde hiçbir güç kalmıyor. Kendine medarı yok. Kâh ulvilere gidiyor, kendisi sanki düşecek hale geliyor. Ellerini yerlere yapıştırıyor, halsiz istikrarsız bir halde. Kâh Süflilere gidiyor. Ulviden Süfli, Süfliden ulviye. Seyyid Tâhâ'yı öyle bir hale getiriyor ki, artık maliyetini kendisi dahi seçemiyor. Amma öyle harikalar göz önüne getiriyor ki Cennet ile değişilecek şeyler değil. Bu durum karşısında Seyyid Tâhâ tabi bu halinden korkunca ağlamaya başlar. Çünkü maliyeti ne olacak bilemiyor. Kendinde hiçbir medar kalmıyor. Güçsüz bir halde ve tamamen sıfır bir hale getirmiş ve halden hale dönüştürüyor. Acaba aklımda bir zayiat mı olur diyerek ağlamaya başlar. Öylesine candan ağlıyor ki Mübarek Muhammed Ali hüsameddin (ks) Onun bu haline dayanamıyor ve diyor ki: “Seyyid Tâhâ korkma. Seyyid Tâhâ korkma” dediği zaman Seyyid Tâhâ o anda artık o eski hallerine değil de yeni ve öyle bir hal üzerine geliyor ki sanki “Mikatı Yolu”yla Keennehü (sanki, güya) Emevî-Abbasî, Selçuklu- Osmanlı gelip, geçiyor... O günden bu güne geldiler de ne oldu acaba? Ne oldu ki... Bu dünyanın hali bu değil midir? Âkibet, esasen halinin en güzeli bu yöndendir. Yani, Dünyaya geldiğindeki en güzel hal Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı... gibi saltanat sürme hali değilde o anda içinde bulunduğu haldir. Çünkü, içinde bulunduğu hal Cennetle bile değişilecek hal değildir. Öylesine harikulade hallere getirmiş ki, kendisini mestü hayran etmiş. Ve Seyyid Tâhâ ağlayarak Muhammed Ali Hüsameddin'in ayaklarına kapanmış:

“Efendim, efendim! Her yönüyle teslim ve her yönüyle sadakat ve halisane bir hal ile kabul edeceksen, ben bu işlerden tamamen feragat ettim ve bu yolun yolcusu olarak teslim oldum” diyerek kayıtsız şartsız teslim olur.

O andan itibaren o varlıkları, gözünde zerre hükmüne iner. Artık o malı mülkü, onun yanında bir hiçtir. Amcası gider, oraları, o malı mülkü neye satabilirse, dergâha ait olmak üzere satar. Çoluk çocuğu celbeder, bir daha geri dönmez. Artık geliş o geliştir.

Mübarek HÂNIKA'nın sahibi olan Pirimiz, HÂNIKA’nın idareciliğini sadece Seyyid Tâhâ'ya vermişti. Seyyid Tâhâ bir acayiblerdendi, çok acayib bir zâttı. Şeyhimizin de en çok benimsediği ve kardeşim dediği Seyyid Tâhâ idi. HÂNIKA'nın idare yöntemleri yani hatmi hacegân ve teveccüh yönleri tamamen Seyyid Tâhâ yaptırırdı. Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin teveccüh ve hatme gibi şeylere girmezdi.

 

Aziz Kardeşlerim,

Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in bulunduğu devrede seferberlikte İngilizler Irak'ı istilâ ettiler. Bilindiği gibi İngilizler çok haşindirler. Önce Irak halkının iyiliği için Irak'ı aldıklarını ve Irak halkına hiçbir kötülükte bulunmayacakları intibaı vermek isteseler de sonradan vergiler, tarhlar alıyorlar. Çok ğılzatlı bir hükümleri var. fakat hayat müddetince Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in bulunduğu o muhitte ne bir kimseden bir kuruş alabilmişler, ne de herhangi bir emir ve hükümleri yürütebilmişler. Allahü Zülcelâl'in ihsan etmiş olduğu bir acâyiblik ve heybet vardır onda. Zaten Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ında bir hadisi vardır.

من خاف الله خافه كل شيئ و من خاف غير الله خوفه بكل شيئ

Yani; “Kim ki sadece Allahü Zülcelâl'dan korkarsa her nesne kendisinden korkar, korkusu Allahü Zülcelâl'dan başkasına olursa her nesneden korkar.”

İşte, Havfı İlâhi üzerinde olan bir Muhammed Ali Hüsameddin Hz. leri, o tecelliyat, o celâli, o cemâli olunca İngilizler değil Allahü Zülcelâl'tan gayrı hiçbir kimse bunun üzerinde tahakküm edememiştir.

Dolayısıyla Bağdad valisine bildiriliyor:

“Bizim bu bölgede hiçbir istikrarımız yok. Hiç kimse bize boyun eğmiyor. Hükümlerimizi yürütmedikleri gibi kabul de etmiyorlar. Bu şahsiyyet burada bulundukça biz huzur içinde olamayız. Çünkü, arzuladığımız şeyi yapamıyoruz, alacağımızı alamıyoruz. Halkın üzerinde hiçbir etkimiz yok. Temerküz edemiyoruz. Hiçbir şekilde menfaatlanamıyoruz,” diyerek üst makamlara bildirirler. Buna karşılık üst makamlardan gelen emir: “Evet, halkın bir kısmı telef olur, ama korkutmak ve boyun eğdirmek için bir te'dib harekâtına karar verilir. Ancak, o zaman Irak kendi hükümleri altına girebilir.” Tabi onlar gayri müslimdir. Vicdanı yok, merhameti yok, insafı yok. Kendi çıkar ve menfaatlerini düşünürler. Her zulmü yapar, başka bir şey düşünmezler. Olacağı budur... Bunun üzerine o zamanki uçaklarla Bağdad'dan harekete geçerler ve orayı bombalamak için emir alırlar. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin ertesi günü sabahı hiç kimsenin evinden çıkmaması için emir verir. Bu emrin mahiyetini kimse bilmiyor. Sabah erkenden başlayan bombardıman her tarafı tozu dumana boğar. Bombaladıktan sonra bu iş tamam diyerek geri dönerler. Uçaklar bombaları bırakır ve bombalamaya son vererek döner giderler.

Ertesi sabah, halka evlerinden çıkmaları için emir verir. Çıktıklarında atılan bombaların patlamadığını görürler. Bombaları atanlar, her taraf tarumar olmuştur düşüncesi ile dönmüşlerdir. Ancak, Allahü Zülcelâl'in inayeti ile hiçbir bombanın patlamadığını ve hiç bir zarar vermediğini görürler.

Halk, bu atılıp da patlamayan bombaların hepsini bir araya toplayıp develere yükleyerek Bağdad'a gönderir ve Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Bağdad valisine şöyle buyurur:

“Bu bombalar bize tesir etmez. Eğer bir daha böyle bir şey olursa gözlerinizi oyar, size haddinizi bildiririz” der.

Bu durum karşısında Bağdad Valisi bir şey diyemez. İşte bu olaydan sonra İngilizler için Bağdad'da ve Irak'ta bir istikrar olmaz. İstikrar bulamayınca da istilâya son verir ve Irak'tan çıkarlar. Irak'tan çıkışları bu sebepledir. Başkaları belki bunu bilemeyebilirler. Ama gerçek budur.

İngilizler Irak'tan çıktıktan sonra işte esasen kerametin harikalığı burada anlatılacak:

Halepçe'de yapılmış olan kilise ve o kiliseye verilmiş olan selvi ağaçlan hadisesine gelince; bu Halepçe'de yapılmış olan kilise, bir tek gün dahi kiliselik görevini yapmamıştır, kilise olarak kullanılamamıştır. Onlar çekildikten sonra bu yapılan kiliseye vermiş olduğu selvi ağaçlarının hayrı ve bereketi ile camiye dönüştürülmüş ve cami olarak kullanılmıştır.

İşte Hz. Pir selvi ağaçlarını oranın yapımı için verdiğinde Mübareğe yapılan itirazlar nasıl? Ve neticesinde “uygun gördük ve verdik” denmesindeki sırrı nasıl? “Senin kitabın öyle eliyor ama benim kitabım ver diyor” denmesindeki hikmet ve Sır nasıl ortaya çıkıyor. Bakınız, istikbalin nasıl olacağını, akabinde kiliseye değil camiye hizmet edileceğini daha önceden nasıl biliyor. Hâşâ bu Mübarek tasavvuf ehli, keşif ve şühûd ehli kalkıp da böyle yanlış şeye mi girerler. Asla ve kat'a! Bu gibi haller mutlaka bir hikmete mebnidir. İşte böylesi haller, bu gibi zevata mahsustur. Bunlara itiraz mümkün olamaz.

Nitekim bu gibi vakıalar karşısında Pirimiz hakkında, manzumede şöyle söylüyorlar:

هوالذى سلم من يعبد الوثن { على يديه الهود والنصارى قداسلم

Yani, “Putperestler, Yahudi ve Nasara çok defa Mübareğin hayrat ve bereketiyle İslâm dini ile şeref buldular.”

Bu Mübarek şeyhimizin kendi şeyhine olan sevgi saygı ve muhabbetindendir.

Keşfen onun halini, durumunu da şöyle anlatırdı:

Mübarek öyle bir kalb sahibi idi ki Üveys ile eşit, aynı kalb sahibi idi. Üveys Hz.leri ile muhammed Ali Hüsameddin'in kalbi, şehadet parmaklarını yan yana getirerek parmakları ile göstererek, eşit idi derdi. Diyeceksiz ki acaba bunun ispatı var mı?

 

MEŞREBİ ÜVEYSİ

Kardeşlerim, Cenabı Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ruhanî yoluyla terbiye ettiği gözle görülen Üveys Hz.leridir. Hayatta olmasına rağmen karşı karşıya gelmemiş, ruhanî yoldan terbiye edilmiştir. Aynı şekilde Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri de ruhanî yoluyla terbiye olunmuştur, terbiyesi bu yöndendir.

Ayrıca diyeceksiniz ki, Hz. Üveys Peygamberimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanında olmasına rağmen gelemedi. Gelemeyişinin sebebi ilk başlangıçta annesi az çok engelliyordu. Annesini bırakıp, gidip gelemiyordu. Ama öyle bir hale geldi ki Üveys Hz.leri annesinin vefatından sonra Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile karşı karşıya gelecek güç kalmamış, gelse dayanamayacak, belki de can verecekti. Aslında cana bedeldi. Evet ilk devrelerinde Rasulullah Sahabe ile beraber yaşadılar ve onları öyle bir hale getirdiki, ama onları o hale getirişi alıştıra alıştıradır. Bu bir ilâhi takdirdir. Çünkü kaderde henüz eceli gelmemiş. Zira her fert bir ecele bağlıdır. Bu konuda İmamı Rabbani Hz.lerinin bir sözü var. Şöyle buyuruyor: “Mübarek Üveys Hazretleri Sahâbelik vasfını ve meziyetini biraz düşünseydi, cana bedel olsa dahi gelirdi.” Tabi Sahâbelik seviyesinin müstesna bir özelliği vardır. Zaten Şeyhimiz de böyle buyuruyor. Üveys ile Şah aynı kalb sahibidir. Ancak Üveysin şu meziyeti var ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın devresinde ve zamanında yakınlığından dolayı bir değişiklik, farklılık vardır. Yoksa kalb aynı kalbdir. İşte Mübarek İmamı Rabbani Hz. leri de Üveysin o devrede gelmeyişi, kaderin bu şekilde cereyanıdır. Yoksa sahâbelik meziyetini göz önüne alsa cana bedel olsa dahi gelirdi, gelmekten imtina etmezdi. Vahşi sahabenin, mertebe bakımından en edna mertebelisi olmasına rağmen Üveys, Ehli Sünnet vel Cemaata göre tabiînin en hayırlısıdır. Buna rağmen Vahşi'nin (ra) ayağı Üveysin başının üzerindedir. Çünkü sahabe seviyesine hiçbir kimse ulaşmaz. Sahabe Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile karşılaşma şerefine nail olan ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın yetiştirdiği kimselerdir. Envârı nübüvvet üzerlerine tecelli etmiştir. Tabi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın, kalb muvacehesi yaparken artık nasıl bir muvacehedir? Nasıl bir envar (nurlar) ile müvecehe kılıyor ki, başka bir şeyh onun zerresi bile olamıyor. Onun için sahabenin yetişme tarzı böyledir.

Nitekim biliyorsunuz ki Hz. Sıddık'ın (ra) Hicretin 7. Senesinden sonra 3 sene asla bir artış ve terâkkiyatı olmadı. Neden? Çünkü, velayetin son demine gelmiş. Artık ondan sonrası Nübüvvet makamı. O makama geçmesi lâzım. Ama tahammülü yok. Ona Allahü Zülcelâl bu kadar tahammül vermiş. Velayetin son mertebesi ne ise oraya kadar getirmiş. Hatta Mübarek, seher devresinde haps-i nefes yapardı. Sonunda soluk alıp vermeye başlarken nefesi, ciğerlerinden gelen kebab kokusu gibi kokardı. Nasıl yanıyor, nasıl oluyorsa? Tabi daha ötesi cana bedeldir. Yani yok olur. Dolayısıyla Rasulullah Aleyhisselâm irtihaline üç sene kala hiç artış yapmadı. Son hale getirmiş, yaşayabilecek hal, tahammül ne ise o hale getirmiştir. Bunun içindir ki Üveys hazretleri de aynı bu meselede olduğu gibi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile karşı karşıya gelebilecek güçte olmadığı için gelemedi. Çünkü kader böyleydi. Üveys Hz. leh Sıffin harbine kadar vardı, o harbde şehit olduğu sahih bir kavildir. Zira, Ebu Naim-el- Esfehâni “Hayatül Evliya” da beyan etmiştir.

Gelelim Pirimiz Muhammed Ali Hüsameddin'e... Evet, kalb aynı kalb. Üveys Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın asrında yaşamış. Bu asır “hayrul kuruni karni” yani, asırların en hayırlısı benim yaşadığım asırdır, buyurmuş Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hayat devresidir. Hz. Üveys Sahabeler ile şereflenmiş bir asırdır. Hz. Ömer, İmamı Ali ve benzerleri gibi... Üveys Hz.leri ile Pirimiz arasındaki bundan dolayı değişiklik yalnız bundandır. Mübarek Hz. Pirimiz de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ruhaniyyeti ile mest-ü-hayran bir halde. Gerçekten Ravzai Mutahhara ile karşı karşıya gelecek güce erişememiş, bu güçte olmamıştır. Nitekim bir çok kimseler, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a olan aşkı şevki sebebi ile “Kubbetülhadra (Yeşil Kubbe) göründü” dediklerinde bir bakışta can vermişlerdir. Bazıları da Ravzai Mutahhare'nin önünde söylene söylene can vermişlerdir. Bu gibi hadiseler çoktur. Bu sebeble Hz. Ali Hüsameddin evlâdını validesi ile beraber Hacca göndermiştir. Evlâdı Şeyh Osman'dır. Babasından evvel vefat etmiştir. Onun için Hacca kendisi gidemedi. İşte hikmeti sebebi. Mübarek Şeyhimizin buyurduğu aynı kalb aynı yöntem. İşte bunun isbatı budur. Nitekim Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın terbiyesi altında, daima Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmü altında oluşu, hiçbir zaman ayran ve arpa ekmeğinden çıkmayışı da bunun yakınen isbatıdır.

 

Aziz Kardeşlerim;

Şeyhimizden defalarca duyduğumuz harfiyyen, noksansız ve ziyadesiz şöyle buyurmuşlardır: Mübarek Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in hulefasının adedi 124 bin küsurdur. Ve hiçbirine Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın izni olmadan hilâfet verilmemiştir. Çünkü, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a böylesine yakın olunca onun izni ve emri olmadan hiçbir şey yapmıyordu. Bu, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ruhaniyyeti ile ve Ale Kademi Rasul olduğunun isbatıdır. Ayrıca sadece müridan hakkında da Mübareğin on binlerce müridi vardı ki onun etkisinden bir an bile çıkmıyorlardı. Meczub durumları vardı. Fena fiş-şeyh durumları vardı, işte Mübarek böyle bir hal sahibi idi. (Fena fiş-şeyh: Tasavvuf talebesinin veli olan hocasının arzu ve isteklerine tâbi olması, istekleri onun eline bırakması.) Öylesine ciddi bir çalışma vardı ki Tahhan isminde biri senelerce el değirmenini ile çalıştırmış, durmadan sabah-akşam çalışır, dergâha un yetiştirirdi. Oradaki hizmeti bu idi. Günün birinde kendisinde herhangi bir varlık görmüyor, oraya gelenlerde bir değişikliğin olduğunu görüyordu. Fakat kendisinde hiçbir şey hissetmiyor. Bu haline üzülüyor. “Benim burada bu dergâha yük olmaktan başka bir yararım olmuyor, en iyisi ben buradan gideyim. Bunca verdiğim külfet yeter. Senelerdir buradayım, adam olamadıktan sonra neye yarar. Demek ki bizde kabiliyet ve istidat yoktur” diyerek oradan bezgince ayrılmaya karar verir.

Kendisini oraya lâyık görmüyor, oradan uzaklaşıyor, kayboluyor. Böyle olunca değirmen de çalışmaz olur. Oradan uzaklaşınca tabi Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in kontrolünden çıkmaz ki. Yolda giderken haliyle akşam olur. Karşısına iki kişi peydah olur. Selâm kelâmdan sonra “yiyecek birşey yok mu?” diye birbirlerine sorarlar. Hiçbirisinde yiyecek birşey yoktur. Bunun üzerine “hiç olmazsa dua edelim de Allahü Zülcelâl bir kapı açar,” derler. Değirmenci “ben dua filan bilmem, duadan da hiçbir umudum yok. Çünkü benim kendime bile hayrım yok ki duam kabul olsun. Eğer sizin kendinize böyle bir güveniniz varsa siz dua edin” der. Onlardan biri dua eder. Allahü Zülcelâl rızıklarını verir, yer içerler. Ertesi gün yine böylece devam ederler, yine birbirlerine “hadi Rabbimize dua edelim de Rabbimiz rızkımızı versin,” derler. Değirmenci kendisinde yine hiç bir varlık görmez, ummaz, “bende bir şey yok” der. Bu sefer diğeri dua eder. Allah Cellecelelühü rızıklarını verir. Üçüncü gün gelir, arkadaşları der ki:

“Evet kardeşim hadi bakalım, sıra sendedir. Eğer senin duandan birşey gelirse yeriz. Yoksa aç kalacağız,” derler. O da “kardeşlerim Vallahi benden umudu kesin, benim kendimden umudum yok. Ancak madem ki İsrar ediyorsunuz, bana söyleyin de sizin dua ettiğiniz gibi dua edeyim de Rabbimiz belki bu sayede verir,” der. Onlar da Vallahi kardeşim bizim ettiğimiz dua şudur:

“Allahım Hz. Pir'in Tahhanı (Değirmencisi) yüzü suyu hürmetine rızkımızı ver” dedik,” derler. Kendisi de aynı kelimeyi kullanır. Bu sefer onlara gelen rızkın miktarının iki üç katı geliyor. Bunu bu şekilde görünce hemen onlar uyur uyumaz, o değirmenin başına başkası benim yerime geçmesin diye gece gündüz demeden koşarak geri gelir, samimi bir şekilde değirmeninin başına oturur. Kulpuna yapışır.

İşte Mübarek Pirimiz benimsedi mi kendi keyfine de bırakmıyor. Bakınız nasıl bir fen kullanıyor, orasını siz düşünün. Pirimizin velayet fenni çok acayibtir. Hülâsa böyle ciddiyet ve sadâkat olduğunda bu hal olur. Ancak öteden beri söylüyoruz, Mübarek, müridin üzerinde hiçbir şey bırakmıyor, Zimam-ı umur ve bütün tasarruflar kendindedir. ldukça coşmak, azdırmak gibi haller olmaz. Sükûnet ve istikran oldukça tercih eder.

 

HZ. PİR ALİ HÜSAMEDDİN'İN HULEFA VE MÜRİDLERİNİN DURUMLARI

 

Aziz Kardeşlerim,

Pirimizin yetiştirdiği hulefanın hârikalıklarının başkalarına benzemediklerini, bir fevkalâde hal sahibi olduklarını Seyyid Tâhâ Hz.lerinden aktaralım ve anlamaya çalışalım. Seyyid Tâhâ Hz.leri bir gün mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerinin durumunu seyrederken kendinden geçer ve der ki, “Ey Azizim, Allahü Zülcelâl'e karşı gerçeği söylüyorum. Geçmiş zevatın içerisinde belki senin benzerin nadirattandır. Hepsinden üstünlüğünüz vardır, noksanlığınız yoktur. Fakat etrafınızdaki kimseler, bizim gibi zavallı, senin hal ve durumunu bilmeyen kimseler, yani bizler, sizin etrafınızdakiler size lâyık olamıyoruz” der. Mübarek cevaben şöyle buyuruyor: “Evlâdım Seyyid Tâhâ kendini bu şekilde görme. Vallahi geçmiş zevatın ne halifeleri, ne de müridleri ile hulefa ve müridlerimi değişmem. Onların zamanı başka, benim zamanım başka.

Ben başkaları gibi coşturup da geçmiş zamanlarda olduğu gibi öyle başıboş bırakmıyorum. Yani çobanlığı, idareyi elimden bırakmıyorum. Çilbir ve zimam-ı umur elimdedir.” Mensublarının hali böyle olduğundan Mübarek Seyyid Tâhâ kendinde bir varlık hissedemiyor. Onun için diyor ki “Vallahi Seyyid Tâhâ benim sicilim Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın huzuruna arz edilir de kaydı kuyudu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kendisi münasib gördüğü tarzda yazar, ben kendim bunda dahi tasarruf etmiyorum.”

Nitekim Muhammed Halil kendisi dahi Seyyid olduğunu dahi bilmiyor. Bu Muhammed Halil kendisi otuz küsur sene dergâhta çalışmıştır. Sonunda kendisinde öyle bir hal görüyor ki âdeta sıfır. Tamamen müflis bir hal, “buraya gelen herkes adam oldu, bense otuz senedir buradayım hiçbir şey olamadım. Ben niye fuzuli olarak buradakilere külfet olayım. Hemen buradan kalkıp gideyim ve yok olayım diyor. İnsan olmadıktan sonra burada kalamam neye yarar” diye bu şekilde düşünürken biranda karşısına Muhammed Ali Hüsameddin çıkar ve “nasılsın Seyyid Muhammed Halil” diyerek hal hatırını sorar. Bu, Muhammed Halil'in çok acayibine gider. Ben Seyyid olmadığım halde Mübarek bana Seyyid diye sesleniyor. Kendisi tereddüd içindedir. Çünkü kendisi Seyyid olduğunu bilmiyor. O anda Mübarek şöyle buyuruyor: “Evlâdım senin ceddin buyuruyor.” Böylece onun Seyyid'liğini ilân eder. Kendisinin bu boşluğu geçiş tarzı hakkında şöyle buyuruyor:

“Benim zamanım geçmiş zamanlar gibi değil, ben herkesi kendi başına bırakıp da başkaları gibi çırpınıp coşturmam. Zimam-ül umur benim tasarrufumdadır. Böyle coşkulu bir hal olamaz. İstikâmet ve sükûnet içinde gelip geçmektedir. Vallahi Mahşer âleminde benim mensub ve Mahsublarım damgalıdır,” diyor. Bunu kendisi söylüyor. Damgalıdırlar, bu dünyada pek fazla görünmeseler de, fakat uhrevî âlemde benim mensublarım damgalıdır. Herkes tarafından bilinen şahsiyetlerdir. Allahü Zülcelâl'ın izni ve inayeti ile.

Bir gün Mübarek Şeyhimiz şöyle buyurdu: Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) “Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın nezdinde büyük bir iltifata hâs bir iltifata mazhar olacaktır.” buyurunca, sordular: “Efendim bu hâs iltifat nasıl olacak?” Buyurdu ki: “Mahşer günü sâdâtlar oldukça livail hamd sancağı altında, Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın etrafında olurlar. Herkesin bu dünyadaki ferasetine, hizmetine, Ümmetine karşı yapılan cehdü cühûduna karşılık Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın nazarını ve hoşnutluğunu celbederler.” Onun için o Mahşer gününde Hz. Şah Muhammed Ali Hüsameddin (ks) Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın nezdinde çoklarından çok muazzam kıymet ve değere sahihtir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hâs bir iltifatına mazhar olacaktır. Çünkü onun hizmeti diğerlerine benzemiyor. Zaman, onun zamanı idi. Diğer zamanlar, onun zamanına benzemiyor. Bu Ahiruzzaman. Nitekim Hadiste de: “Öyle bir gün gelecek ki o zaman işlenen bir sevab Sahabenin işlediği sevabın yetmiş muadilidir.” Sahabe sorar: “Ya Rasulullah bizim sevabımız mı, yoksa onların sevabı mı çok olacak?”

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), “onların sevabı sizin sevabınızın yetmiş katı olacak” buyuruyor. Zira zaman Ahiruzzamandır. Bu zamanda ümmete yapılan hizmet başka zamanlarda yapılan hizmete benzemiyor. Ve coşkulu hallere pek ihtimam etmiyor. Mensublarım kendi başlarına bırakmıyor. Onun için tasarrufu daima elinde. Esasen kendisi idare etmektedir. Zimam-ül umur elindedir. Her hangi birisine başvursa, kendisini müflis kabul eder. Çünkü fazla bir şey bırakmıyor ellerinde. Bu esasen Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerinin tezidir. İşte aynı zamanda Seyyid Tâhâ da bunun gibi coşkunluğu tasvib etmezdi. Hatta bir gün Cizreli Şeyh Said vardı, meczub Şeyh Said değil de bu, onun yakınlarında olan bir Şeyh Said. Bir gün böyle coşkulu bir anında tokat dahi atmıştır. Ama Şeyhimiz, Seyyid Tâhâ, Muhammed Halil'in yöntemleri ise kendilerini aciz, müflis, daima hiç yok hükmünde görürlerdi.

 

Hülâsa: Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'i bütün yönleriyle anlatmak kabil değildir. Kısadan gitme, anlatma sorumluluğumuz vardır. Zaten en acayib olan yanı, yani insana ibret verecek, en büyük mahiyeti yüzlerce defa dahi duymuşumdur ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın emri ve izni olmadıkça yerden bir çöp dahi kaldırmazdı. Daima Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Ruhaniyyeti beraberinde idi. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın izni olmadıkça ne bir halifeye icazet vermiş, ne de herhangi bir emri yürütmüştür. Tamamen Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın Ruhaniyyeti altında yürümekte idi. Tabi bu herkese nasib olmaz.

 

ŞEYH ABDÜLAZİZ'İ DEBBAĞ (K.S.)'A GÖRE ĞAVSIN GÜCÜ

İşte, Şeyh Abdülaziz Seyyid'i Şerif ğavsiyet ile alakalı makamı, ğavsiyetlik meziyetini anlatırken, öyle bir hale gelir ki, mükevvenatı tamamen nazarı altına alır. Öyle bir güç sahibidir ki Vallahi ğavsın haberi olmadan bir kedi bir fareye tasallut edemez. Bir yaprağın düşmesi dahi bilgisi dahilindedir. Ondan bile haberdardır. Bu hale gelince de kendinden her hangi hal değişikliği olmaması için Allahü Zülcelâl perdesini kaldırınca bakar ki her şey Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hükmü altındadır. Tasarruf Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a aittir. Emir ve kumanda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ındır. Kendisi de onun hükmü altında âdeta bir maşadan ibarettir. Alet edavattan ibarettir. O zaman kendisini öylesine küçültüyor ki, bir hiç hükmüne giriyor. Fakat Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de Allahü Zülcelâl'in azameti ve celâleti karşısında o da aynı hükme girer. Çünkü tüm hakimiyet Allahü Zülcelâl'indir. Allahü Zülcelâl'in karşısında olan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Rasulullah'ın karşısında da ğavsiyet makamında olan şahsiyettir o makam ona veriliyor. O da sadece emir ve kumandaya bağlıdır ki nasıl bir icraat yaparsa yapsın kumanda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ındır. Onun için böyle bir ğavsiyet makamında olan bir zât, o anda gördüğü harikalar vesaire karşısında kendisini o kadar basit bir halde görüyor ki, bu kurbağa kadar kendisini güçlü hissetmiyor. Kendisinde hiç bir varlık görmüyor. Sebebi ise Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın hakimiyyeti altındadır. Bunda kendisinin hiç bir esamesi yoktur.

Şeyhimizde şöyle buyururdu:

“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi Allahü Zülcelâl'in azameti karşısında, kainat onun yüzü suyu hürmetine yaratılmış olmasına rağmen, Rabbimiz de ona o kadar değer vermesine rağmen, O'da Allahü Zülcelâl'in hükmü karşısında âdeta titrer bir haldedir. Nasıl ki bir sigara kâğıdı en ufak bir esinti karşısında titrerse, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'da Allahü Zülcelâl'in hükmü karşısında böyledir.”

 

Hülâsa: İşte bu gibi hakimiyetler karşısında, hangi güçle acaba kendine “ben şuyum buyum” diyebilir. Hele bilhassa şühûd hali varsa, ancak bu anlatılan meseleler, eğer bir kimse coşkunluğu varsa, sekir halinde ise bazı şeyleri konuşuyorsa, o terakkiyat halindedir. İstikrarlı bir duruma gelmiş değildir. Sekir halinde ise sorumlu değildir. Sahv (Ayıklık. Aklı başında olmak) halinde ise sorumludur. Yalnız Allahü Zülcelâl tarafından emrivaki ile olursa, “bu nimetlerden söyleyebilirsiniz” diye bir emir ile olursa caizdir. Yoksa bu gibi şeylerden hazer ederler. Zira sırrı ifşa etmek evliya için tehlikelidir. Aslında sırrı ifşa ettikten sonra ona ilâve yoktur. Sır verilmez. Nitekim devlet sırrını bile ifşa eden kimseye bir daha sır verilir mi? Asla. Mübarek Şeyhimizin buyurduğu gibi bizim tezimiz, bizim meşrebimiz başka, onların tezi ve meşrebi başkadır. Mübareğin kasd ettiği tez ve meşreb, meşreb-i Sıdıkıyyedir. Sırrı ketmedebilmektir. Sükûnet ve istikrar içinde olabilmektir.

Nitekim Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

“Kim ki yürüyen cenazeyi görmek isterse Ebubekir Sıddıka baksın.” Zira Hz. Sıddık (ra) var-yok içinde, mahfiyyet içinde oluyordu. Sırrı daima muhafaza etmekte idi. Öylesine muhafaza etti ki, hatta dayanamayacak hale geldi ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) artık üzerinden artışı kesti, gücü nisbetine göre verdi. Nefes alıp verirken ciğerlerinden yanık kokusu duyulabilecek duruma geldi. İşte Şeyhimizin dediği hakikî meşreb budur. Bunun üstünde hiçbir meşreb yok. Hatta Gavsul Âzam hemen hemen her şeyi konuştuğu, Allahü Zülcelâl'ın bülbülü diye buyrulduğu halde, Mübarek vefat edeceği zaman o lâtif yanaklarını toprağa koyarak diyor ki: “İşte kemâliyet bundadır.” Evet kemâliyet gerçekten budur.

İmamı Rabbani'nin buyurduğu gibi:

اين التراب اين رب الارباب

 “Eynet tûrab ve eynerabbül erbab.” Rabbül Erbab karşısında topraktan mâ'mül olan bir nesne kendisinde bir varlık mı hisseder acaba? Bir kıymet ve değer mi biçer kendisine? Asla, gerçek bu. Onun için her hangi bir evliya fazlaca yaygın keramet gösterdi ise, sırları ifşa etti ise, mutlaka vefat edeceğinde, sekarat halinde pişmanlık duyar. En huzurlu halde giden kimse Sır sahibi olan, sabır ve tahammülü olan kimsedir.

Nitekim Ebu Hasan'ı Şazeli Hz.leri, “Sabır üç nevidir. Dördüncü ve en şiddetli olan Evliya sırrına sabırdır.” buyuruyor. Neye sabredecek? Elbetteki Sır karşısında sabır ve tahammül edecek, sırrı ifşa etmeyecektir.

 

Aziz Kardeşlerim,

Muhammed Ali hüsameddin ile alâkalı ne söylesek, ne kadar anlatsak yine de azdır. Zira, kerametlerinin sayı ve adede sığmıyacağını ve aklın dahi idrakten aciz kaldığını beyan etmişlerdir. Çünkü, ciltlerle te'lif edilmiş kerametleri vardır. Mecmua halindedir. Çok muazzam, çeşitli harikalar vardır. Tabi inanan, saygısı ve sevgisi olan bir kimse, böylesine zâtları kerametleri sebebiyle sevmez, ama, kerametler de insana biraz haz verir, biraz güç takviye eder, durgunluğu giderir, aşk ve hevesini arttırır. Bu sebeble bazen de keramet zaruri görülmüştür.

Böylece, bundan sonra, Allahü Zülcelâl nâsib ederse, İnşallahü Teâlâ Rabbimizden inayet dileyerek, inayetine sığınarak, tevfikatına dayanarak, bizi Mübarek zâtların tasvib ettikleri ne ise, bu gibi yöntemlerini kullanmaya nasib ve müyesser eylesin. Zira, Allahü Zülcelâl Celle ve sübhânehü doğruyu sever, yalandan da hoşlanmaz. Çünkü cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

خصلتان لا تجتمعان فى مؤمن

Yâni, “iki haslet bir mü'minde cem olmaz.” Birisi yalancılıkla hiyanet, birisi de yalancılıkla hasislik, yani bahillik. Bundan dolayı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın tasvib etmediği bir şeyin, bu Mübarek zâtlardan sâdır olmasını hiçbir şekilde düşünemediğimiz gibi, onlara böyle bir isnad etmeye de her halde bize müsaade etmezler, söyletmezler, engel olurlar. Bunu da umut ederiz. Onun için, bu zâtların çok hassas olduklarına inanıyoruz. İnşallah sağlıklı, sıhhatli ve doğru olan ne ise, onu söylemeye çalışacağız. Allahü Zülcelâl'ın izni ve inâyetiyle. Zira kardeşlerim, Mübarek Hz. Şâhı Nakşibend şöyle buyurur: “Herhangi bir kimse, herhangi bir veli, kendisinde olmayan bir rütbe, bir derece, bir makamın varlığı iddiasında bulunursa, varlığını dava ederse, bu derece ve rütbeye de sahib değilse, bu davası kuru bir dava ise, Allahü Zülcelâl ona o rütbeyi hayatı boyunca kendisine haram kılar.” Mübareklerin verdikleri başka bir karar ise; “bir kimse, veli olmadığı halde, keramet sahibi olmadığı halde, kerameti var, veliliği varmış gibi tavırlarla, böyle bir görüntüde bulunuyorsa, onun bu hali en şiddetli su-i hatimesine sebeb ve mucib olacağını kesinlikle bilsin.” Neden?

Çünkü âyet-i Celile'de buyruluyor ki:

هَٰؤُلَاءِ قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ آلِهَةً لَّوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِم بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍ فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَىٰ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا

(Kehf/15)

Yani; velayet, keramet Allahü Zülcelâl tarafından verilen, Allahü Zülcelâlin bir ihsanı ve keremidir. Kendisine verilmediği halde verilmiş ve kendisinde varmış görüntüsü, Allahü Zülcelâl'a iftiradır. Dolayısıyla, “Allahü Zülcelâl'a iftira edenden daha zâlim kim olabilir.” var mıdır? diyerek, bu şekilde âyeti Celilede ondan daha yalancı ve daha zâlim bir kimsenin olamıyacağı beyân buyuruluyor.

Onun için bu anlatacağımız hususları, Allahü Zülcelâl'ın izni ve inâyetiyle kesin olarak bilelim ki, ifrat ve tefrite zerre düşmeden, esasen Şeyhimizi methetmek de değil, bu Mübarek zâtları da hakkıyla methedemiyoruz. Mensub olduğumuz zevat hakkında bunları söylerken bunu medh bile saymıyoruz. Aslında bunlar, bu övgülerin çok daha üzerinde olan, çok daha fazlasını hak eden şahsiyetlerdir, inancımız budur. Bu anda Allahü Zülcelâl'e karşı inancımız budur. Rasulullah'ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ruhâniyyetine karşı da bu şekilde inanıyoruz. Mahşer âleminde de bu yöndeki sorumluluğumuza razıyız.

 

ŞEYH ALAADDİN (K.S.) HAZRETLERİ

 

Kardeşlerimiz;

Şimdi de Şeyhimiz Hazretleri ile alâkalı olarak bildiğimizi anlatmak, onun halini biraz izah etmek istiyoruz. Zira mensub olduğumuz Şeyhimiz, her zaman Şeyhimiz diyoruz, Şeyhimizi öğrenmek, anlamak için biraz gayret edeceğiz. Şeyhimizin ismi Şeyh ALÂADDİN Hz.leridir. Şeyh ALAADDİN, Şeyhül HAZİN'in oğludur. Şeyhül Hazin hakkında az çok malûmat verildi, biliyorsunuz. Şeyhül Hazin, Hazreti Gavsul Âzamin oğlu Şeyh Abdurrezzak'ın torunlarındandır. Şeyh Abdurrezzak'ın ise üç evladı vardır. Bunlar Siirt'e gelmişlerdir. Bu üç evlâdından biri Şeyh Halef, biri Şeyh Ahmed, Birisi de Şeyh Şereftir. Şeyh Halef Hazretleri ki zaten, onun adına binaen yapılmış camisi var, çok meşhurdur. Hatta kendileri Siirt'e geldiklerinde, Şeyhul Hazin olsun, Şeyh Fahreddin olsun, Şeyh Salih olsun, hangisi gelirse gelsin, oradan geçinirler, orada o camide Hatmi Hâcegân, teveccüh, ilim, vâazu nasihat, hepsi de orada olurdu, ki bunların esasen nisbetleri Şeyh Şeref Hz.lerine dayanır ve Şeyh Abdurrazzak ve GAVSUL AZAMA dayanırlar. Hülâsa, Şeyhül Hazinin de on iki oğlu var. Hz. ĞAVSUL AZAM'ın da on iki oğlu vardı. ĞAVSUL AZAM'ın evlâtlarının isimleri şöyledir:

Şeyh Abdulvahhab, Şeyh Abdurrezzak, Şeyh Abdulcebbar, Şeyh Abdulaziz, Şeyh Abdulgafur, Şeyh Abdulgani.; Bu altısının ismi Abdul diye başlar. Diğer altı evlâdı da: Şeyh Muhammed, Şeyh Salih, Şeyh İbrahim, Şeyh Musa, Şeyh İsâ, Şeyh Yahya'dır. Yahya en küçükleridir. Bunlar da enbiyâ isimleridir.

 

ŞEYHÜL HAZİN (k.s.)

ŞEYHÜL HAZİN'e gelince: Onun evlâtlarından bir tanesi Şeyh Abdullah'tır. Diğerlerinin isimleri de “...din” ile bitmektedir. Onlar da Şeyh Muhyiddin, Şeyh Kutbeddin, Şeyh Necmeddin, Şeyh Fahreddin, Şeyh Kemâleddin, Şeyh Sâdeddin, Şeyh Nureddin, Şeyh Vefâ-eddin, Şeyh Şerafeddin, ŞEYH ALAADDİN, Şeyh Ziyâuddin. Allahü Zülcelâl bu zâtların bahusus Şeyhimiz Hazretlerinin hayrat ve bereketlerini üzerimizde daim eylesin. Amin...

 

Kardeşlerim;

Şeyhimizi öteden beri anlatırken, tarif ederken oldukça kerametten uzak duran bir şahsiyet olduğunu söylemiştik. Bu yöne fazlaca hevesi yoktu, isteği de yoktu. Gizlilik taraftarı idi. Fakat biz bildiğimizi, duyduğumuzu söylemekle sorumluyuz; gerçek olan da budur. Onun için şöyle anlatayım. Altmış küsur sene evvel babamla birlikte bir yere gittik. Bulunduğumuz evde çok yaşlı bir şahsiyet vardı. İsmi de Sûfî Muhammed idi, böyle tabir ederlerdi. Bu kişiyi Şeyhül Hazin tarlasında çalıştırırdı. Salatalık ve benzeri şeyler eker, onlarla meşgul olurdu. Bulunduğu yerde de ufak bir havuz vardı. Ve bu hadiseyi de bizzat kendisi anlattı, ondan kendim duydum. Birgün Şeyhul Hazin gelmiş ve havuzun başında oturuyor. O anda turfanda olarak salatalık vardı. Bir tanesini aldım, yıkadım ve Şeyhül Hazin'e verdim. Mübarek, salatalık elinde havuz başında dururken, bir el göründü ve salatalığı onun elinden aldı. Ben hayret ettim ve kendi kendime, “ben böyle bir Şeyh tanıyorum ki, onun elindeki salatalığı öyle cebren alacak bir yiğit göremiyorum, öyle birinin varlığına inanamıyorum.”

Mübarek biraz durduktan sonra, bakalım ne diyecek diye bekledim. Çünkü yemedi, elinden alındı. Bana dedi ki: “Sûfî Muhammed başka yok mu?” Ben de “evet, var ama, bu salatalığın senin elinden alındığını gördüm ve çok acayibime gitti. Onu senden almaya cür'et edebilen babayiğit kimdir?” dedim. O da, “oğlum Muhammed böyle şeylerle kendi zihninizi yormayınız, bu gibi şeylerle meşgul olmayınız, bunlar olan şeylerdir” dedi. Ve ben İsrar ettim. Bu ısrarım amma ümmî oluşumdan veya naz edişimden ileri geliyordu, her ne ise... “Efendim, ne olursunuz bu beni huzursuz edeceği gibi uykumu da kaçırır, onu da kaybederim. Çünkü, senin elinden onu o şekilde alacak gücü tanımak isterim, bilmek isterim. Eğer, benim burada huzur içinde olmamı istiyorsanız onu bana söyleyiniz ne olursunuz efendim” diye ısrarlı bir şekilde yalvardım. Mübarek o anda, “evlâdım Alaaddin idi” dedi, böyle buyurdu. O anda da evlâtları arasında Alaaddin diye birisi yoktu. “Efendim, Mübarekler arasında Alaaddin isminde hiçbir kimse yoktur” dedim. Buyurdu ki, “gelecek olan evlâdımdır. Validesi hâmiledir. O salatalık, bu sebeble alındı” diyor. Şeyhul Hazin'in acayibliğine bakın ki, dünyaya gelecek olan evlâdından söz ediyor ve isminin Alaaddin olduğunu söylüyor. Ve bu Alaaddin'in de henüz ruhaniyyet olarak çalışabildiği hassasiyetini gösterdiği apaçık. Neden; çünkü, ruhaniyeten, her zaman söylerim, ezelden beri ruhaniyetleri kendi âlemlerinde görevlerini icra etmektedirler. Ancak, bu icra etme kabadayılıklarına göredir. Hassasiyetlerine göredir. Meselâ, Sehli Tüsterî Hz. leri: “Ben mürîdanlarımın terbiyesinde ezelden beri başlamış bulunuyorum” diyor. Nitekim Gavsul Azamın da böyle bir hadisesi vardır. Ruhanî olarak yani, henüz dünyaya gelmezden evvel, çok zevatın böyle durumları vardır. Tabi bu durumları kendi güçleri nisbetindedir. Onun için, Şeyhül Hazin'in evlâdları arasında Şeyh Alaaddin'in de ruhanî olarak, henüz dünyaya teşrîf etmezden evvel bu gibi faaliyetleri olmuştur, hüneri vardır.

İkincisi; Mübarek Şeyhul Hazîn Hz.leri, Şeyh Alaaddini küçüklüğünden beri severdi. Onlar tanırlar birbirlerini. Çok severdi, bir yere gidecek olursa, omuzuna alır, onu da beraberinde götürürdü. Bir defasında büyük bir taş ayarlamışlar, o taşı dibek haline getirmişler de Fersaf a getirilecek. Birkaç kişi gitmişler, yalnız büyük ve ağır olduğu için kaldıramamışlar. Bir iskele yapalım, üzerine koyalım, öyle götürelim diye konuşulmuş. Mübarek Şeyhul Hazîn şöyle buyuruyor: “Alaaddin'i koyun bakalım o dibeğin içerisine, Alaaddin küçüktür, oturtun içerisine bakalım,” buyurur. Alaaddin'i oturttuklarında, Allahü Zülcelâl'ın izni ve inayetiyle o taş sanki kendiliğinden hafiflemiş ve gayet rahatlıkla ve kolaylıkla götürecekleri yere kadar götürmüşler. O zaman Şeyhül Hazîn, “işte bu benim Alaaddin, henüz bu yaşta hünerlerini göstermeye başlamıştır” diyor.

Nitekim, Şeyhul Hazîn Hazretleri, kendisini çok sever, kendisine çok büyük iltifatlar eder, çok hayır duada bulunurdu, küçük olduğu için. Şeyhül Hazîn'in vefatı Hicrî: 1308'dir. Fakat, şeyhimiz ise Hicrî 1300'de doğmuştur. Yani babasının vefatında kendisi yedi veya sekiz yaşlarında idi. Nasıl ki Muhammed Ali Hüsameddin dedesinin vefatında kaç yaşlarında ise, takriben, Şeyhimiz de babasının vefatında hemen hemen o yaşlarda idi. Bu sebeble Mübareğin çok istisnai bir hayır duaları vardı. Babasının vefatından sonra kendisi, bir çocuk halinde ağabeylerinin arasında, tabi ağabeyleri de yetişkindiler. Meselâ Şeyh Fahreddin Hazretleri baba yerine nasbedilmiş.Ama, Şeyh Fahreddin'in Şeyh Alaaddin'e karşı büyük bir saygısı vardı. Çünkü, geleceğini biliyor, görüyor. Nasıl ki Şeyhimiz daha talebelik devresinde, Şeyh Fahreddin vaaz ederken, “kardeşim Fahreddin'in kalbi Hak ile, kalıbı halk iledir” diye buyurarak -Şeyhimiz daha talebe iken- onun durumunu biliyor. Şeyh Fahreddin de Şeyhimizin geleceğini biliyor. Onun için Şeyh Fahreddin hayatta bulundukça Şeyh Alaaddin'e karşı koruma yönünden çok ihtimam gösterirdi. Şeyhimiz bir gün şöyle buyurdu: Şeyh Fahreddin başka bir köyde oturuyordu. Baba ziyaretine geleceği malûmatı verilmiş, dolayısıyla karşılamaya çıktılar. Tabi, ağabeylerinin hepsi de, kimi binekli olarak, kimi yaya olarak gittiler. Bize de böyle bir şeyi söyleyen olmadı. Ben de halk arasına karışıp gittim. Karşılanacağı yere vardık. Ben, orada bulunan bir çalının arkasına oturdum. Geldiğimden belki hoşlanmaz, niye geldin der diye, o çalının arkasına gizlenmiş gibi oturdum. Kardeşim Şeyh Fahreddin geldiğinde karşıladılar.Şeyh Fahreddin oraya gelir gelmez onlara şöyle bir baktı, aralarında beni göremeyince “Alaaddin nerede” diye sordu. Onlar da ihtimamlı bir şekilde beni sorduğu için biraz mahcub oldular. Ben, o zaman çalının arkasından kalktım ve kendisine doğru yürüdüm. Mübarek hemen bineğinden indiği gibi bana doğru gelerek beni kucakladı ve beraberinde beni de bindirerek Fersaf'a geldik. Dikkat edelim ki, Şeyh Fahreddin Hz.leri de Şeyhimizin geleceğini ne nazarla bakıp görüyorsa, o nisbette de hürmet ve kıymeti vardı. Şeyhimiz böyle devam etmekte olsun. Şeyhimizin daima inceden inceye rabıta, inceden inceye tefekkür ve böyle istiğrak hali vardı. Talebeler arasında bu hali mevcuddu, diğer talebelere benzemezdi. Zamanla tahsilini tamamladı. Mübarek Şeyh Fahreddin de vefat edince yerine Şeyh Saadettin geçti. Tabi Mübarek Şeyhimizin yalnızlık bir durumu vardı. Biraz geliştikten sonra memleket hududları dışında bazı yerlere barınmak ve geçimini temin etmek için ve halk arasına kaybolmak, kendisini tanıyan olmasın diye, çıkar giderdi. Zira, Mübarek garibanlık yönünü tercih ederdi. Baba gölgesinde değil de kendisi bir arayış içinde daha istidadlı ve kabiliyetli bir zât aramaktadır. Bundan dolayı Siirt'in dışında, Mardin hududlarına yakın Şems isimli bir köye gidiyor. Bu köyde imametlik vazifesinde bulunur. Bu imametlik karşısında herhangi bir ücret pazarlığı yapmıyor. Verip vermemeleri halka bağlı. Mübarek bu hususta hiç bir şey taleb etmiyor. Ektikleri ekinlerden ne gelirse, ne verirlerse onu alıyor. Onu da getirdiklerinde, oralarda bir yere koyun, diyor. O gelenlere ne baktığı var, ne de ihtimam ediyor. Ancak, günün birinde birisi gelip kendisinden bir fetva istemiş, fetvasını vermiş. Meğer, o muhitin en âlim kişisi o adama bir fetva' vermemiş.Bu adam da gider, o âlime der ki, “ah hocam hiç umulmadık Şems köyünün hocası bize fetva verdi, sen ise veremedin.” O âlim de; “O imam kim oluyor da sana fetva veriyor.” diye çok ağır sözler söylemiş. Onu hor görerek, küçümseyerek, “Şems köyünün hocası ne bilir ki fetva versin” der. Bu molla, bunu söyledikten sonra fazla sürmedi, ağzı yüzü değişti. Yani, çarpılmış vaziyette, ağzı yüzü eğri bir hal aldı. Böyle olunca hayret içinde kaldılar çok feci duruma düştü. Netice olarak her nasılsa akıllarına geldi. Acaba, bu kendisine ihtimam etmediğimiz, kendisine saygı duymayıp, rast gele hakkında konuşup küçümsediğimiz kimse, yoksa saygıya, hürmete lâyık bir şahsiyet midir? diyerek araştırmaya başlamışlar. Bu araştırma sırasında anlamışlar ki, bu hakkında ileri geri konuştukları, hafife aldıkları bu zât Şeyhül Hazîn'in oğludur. Bunu anladıklarında o Hoca kalkıp gelir, elini öper, özür diler, saygı ve hürmetlerini belirtip durumunu arzeder. Zaten halinden de bellidir. Mübarek o zaman ayakkabısını çıkarıp, ağzına bir iki defa ayakkabısıyla çarpar ve o hocanın ağzı yüzü eski haline döner. Fakat, bu hal oldu diye, Şeyhimiz mevcud olan, stok olan ne varsa yiyecek, içecek hiçbirini ellemeden ve yanına almadan oradan ayrılır ve izini kaybettirir.

Nitekim, Hz. Musa Zevri Hz.leri Mardin muhitinde Sultan Musa namı ile meşhurdur. Bu zâtın oğlu, (buna da aynen bunun gibi Mübarek Şeyh... diye tabir ederler.) Siirt hududlarında bir yere gelmiş, orada da bir ağanın himayesinde çobanlık yapıyordu. Çok kere vahşi hayvanlar kurtlar, ayılar, koyunlara koruyucu durumunda idiler. Ondan sonra araştırmışlar, anlamışlar ki Şeyh Musa'nın oğludur. Aynen bu halin benzeri Şeyhimizde de mevcud idi. Bu hal gizlilik yönündendir. Yoksa, babasının gölgesinde değildir. Kendisinde istiklâl arayan bir zâttır, böyle bir şahsiyettir.

 

Hülâsa, bu şekilde işler devam ederken askerlik çağı geldi ve Kuvayi Milliye devresi başladı. Ermeniler, bilhassa Ruslar Siirt'e çok yaklaştılar. Geceleri silâh sesleri bile duyuluyordu, o kadar yaklaşmışlardı. O zaman Şeyh Saadeddin Hz.leri Şeyhül Hazîn'in baba kılıcını kuşandı, Şeyh Osman'ın vermiş olduğu tacını da başına koydu ve cihadı ilân etti. Böyle olunca ne kadar eşkiya, yol kesici varsa onlar da bütün halkla beraber onun emri altında toplandılar. Tabi bu meyanda kardeşleri Şeyh Şerafeddin, Şeyh Alaaddin ve benzeri, bilhassa Şeyh Şerafeddin'e bir binbaşı rütbesi verildi. Çok kabadayi çok silahşordu. Tabiki Şeyhimiz de mülazimler arasında olunca ona da yüzbaşılık rütbesi verilmiştir. Böylece harekete geçtiler. Tâ Bitlis'e kadar, oradan düşmanı çıkarıncaya kadar. O dağlar arasında aşırı derecede cesaret ve güçle hücum ederek, Bitlis'ten çıkarıncaya kadar düşmanı takib etmişler.

İşte, Mübarek Şeyhimiz bir gün bu hadiseyi anlatırken buyurdu ki: “Bazen gelip sorarlardı, karavanayı verelim mi?” diye. Ben de “acıktılarsa verin” derdim.Sonra, bir gün, bir mülâzim bir kelime kullandı, ben de bir tokat attım, o tokattan sonra o mülâzımı hiç durdurmadılar, oradan uzaklaştırdılar. Devlet onu oradan hemen aldı. Bunun üzerine orada oturan cemaatın içerisinde bulunan Hacı Sıtkı (Allah Rahmet eylesin.): “Kurban olduğum, hangi elle tokat attın, sende öyle tokat atacak bir el görünmüyor ki.” dediği zaman: Aynen Şeyhimizle beraber koşan ve arkasında asker olan kimseler dediler ki: “Sen onu o gün bir görecektin, biz Mübareğin arkasından koşarken yetişemezdik. Kendisini korumak için hiç bir siperin arkasına oturmazdı. Devamlı ayakta ve hücum halinde idi. Ara sıra durup elbisesini silkerdi, elbisesinden tıpır tıpır mermiler düşerdi. Bizim katiyetle gördüğümüz bu idi. Vallahi biz arkasından yetişemezdik.”

 

Hülâsa: O dağlardan o derelerden geçerek Bitlis'e varmışlar ve düşmanı çıkarmışlar. Çıkardıktan sonra dinlenmeyi hak etmişler. Şeyh Saadeddin ile beraber sabah namazını kıldılar. Güneş doğuncaya kadar ezkâr yapılmış. Güneş doğunca da harekete geçmişler. Bu meseleyi Şeyhimiz bizzat anlatıyor. Hareket haline gelince, bineğe bindi ve heybeyi altına koydular. Tabi Bitlis iki tepe arasındadır. Oradan bir çay geçer, bir taraftan öbür tarafa bir köprüden geçilir. Arap Köprüsü derler, köprüden, Şeyh Saadeddin atına binmiş olduğu halde geçerken, bir yaylım ateşine maruz kaldı. Tabi Bitlis iki tepe arasında olduğundan, evler kayalık üzerinde ve üst üstedir, yani pek düzgün yeri yok. O gece biz orada durduğumuzdan onlar, Ermeni fedaileri geri gelmişler ve saklanmışlar. Saklandıkları yerden yaylım ateşi esnasında kardeşim bineğinden düştü, diyor Mübarek. Tabi bu durum karşısında biz de dağıldık, kendimizi koruyabileceğimiz yerlere, sipere yattık. Millet darmadağın bir hale geldi. Ancak, kardeşim Şeyh Saadeddin milleti bozguna uğratmamak için toplayıp morallerini düzeltmek inandırmak için çareler arıyor. Ve o zaman cübbesini çıkardı, oradaki bazı kimselere verdi. Kuvayı Milliyeye bağlı kuvvetleri, kumandanlarını, kardeşlerini veya kimi bulabilirseniz bu cübbeyi kendilerine gösterin, diyor. Cübbeyi gezdirirken ben de baktım ki, kumaşın üzerinde çok mermi izleri var. Fakat astarın içine bir tane bile girmemiş. O zaman anladık ki Şeyh Saadettin hayattadır. Çünkü, mermiler cübbesinin astarını delip içeri geçememiş.

Onun için Mübarek Şeyh Saadeddin de bu hal sahibi idi. Böylece Kuvayı Milliye ile beraber tâ Van'a kadar düşmanı kovmuşlar. Hatta, kardeşleri Şeyh Necmeddin evde, ailenin yanında kalırdı. Evde olduğu halde seyisler atma baktıkları zaman, akşamleyin evde durmadığı ve cihada katıldığı, cihattan mahrum kalmadığı ve geceleri cihada katıldığı, atının üzerindeki izlerden anlaşılıyordu, diyorlar.

 

Kardeşlerimiz,

Şeyhimiz bazen oturur, mübarek geçmiş hadiseleri anlatırdı. Babaları vefat etmiş, kardeşleri de kendi kendilerine bakıyor. Geçimlerini sağlıyor. Mübarek herhangi bir mirasa sahib olmamış, böyle bir şeye ihtimam etmemiş. Eli boş gelmiş ve geçmiş. Netice olarak bu seferberlik bitdikten sonra, Şeyhimize artık hayran olan Erzurum'lu yüksek rütbeli bir subay kendisine damat olunmak üzere ağabeyi Şeyh Şerafeddin'e başvurmuş: “Benim bir kızım var, ben bu kızımı Alaaddin'e vermeyi vadettim, böyle bir kimseyi damat edinmek istiyorum.” Artık onda ne gördüyse görmüş.Bunun üzerine Şeyh Şerafeddin Erzurum'a gitti ve böylece o subay, çok güzel Acem halıları, sedirlere konan çok değerli yastıklar, halılar, vs. çeyiz olarak yapmış. O zamanda geçerli olan şeyleri kendisine hiçbir külfet vermeden vermiştir. Ve böylece bir miktar gittikten sonra, o ailesi olan validemiz vefat etmiş. Mübarek zaten dünya telâşı ve çilesi içerisinde gelmiş. Validemiz, vefat edince, Mübarek yine tek başına kalınca da evinde olan dünyalık varlığı, evvelden de zaten bir şeye sahib olmadığı gibi, kalan varlığı da kardeşleri arasında taksim etmiş. Kendisi, o mal varlığını olduğu gibi bırakıp kayıplara karışmış, kaybolmuş. Hatta küçük kardeşi için çok ağlardı diye söylüyor. Çok gariban durumda kaldık. İkimiz de ailenin en küçükleri idik. Bu duruma küçük kardeşim çok üzülür ve ağlardı. Ben kendisine destek olurdum: “Kardeşim neden ağlıyorsun? Hiçbir oğlak kelepirin altında kalmış mıdır? Elbet birgün gelir, üzerimizdeki bu haller geçer, durumumuz iyi olur,” derdim. Kardeşim çok ağlardı, ama, ben ağlamasını bilmezdim, diye anlatırdı. Onun için ilk devrede elleri boş, son devrede bile anlattığına göre bırakmış olduğu kendi varlıkları, çeyizler, ev mefruşatı vesaire ben gelinceye kadar hiç bir şey bırakmamışlar. Ortalıktan bir müddet kayboluyor, döndüğünde baksa ki hiç bir şey kalmamış. Önceleri devamlı ağlayan küçük kardeşim bile birşey bırakmamış. Zaten biz de bu gibi şeylere ihtimam etmiyoruz. Netice olarak Mübarek köye gitti, babasının bir köyü vardı. Cemkürek isimli köydü. Mübarek Şeyhül Hazîn çok acayib, hatta bazı nimetlerden tâhâddüs babından orada konuşmuştur. Bu köydeki halihazır mirası bölüşme durumu vardı. Herkes kendisine düşeni almış. Şeyhimiz de kendisine düşen bir yerde kerpiçten mamul bir ev yapmış. Burada barınıyordu.Sonra tekrar yine teavün (birbirine yardım etme, yardımlaşma) etmiş. Ve hayatı böyle geçmiş. Bir oğlu oldu da oğlundan sonra hanımı vefat etti. O vefat eden ailenin kız kardeşini almak istedi ki, bırakmış olduğu evladın başına teyze olarak daha şefûk olur diye. Fakat, bu teyze geldiğinde ben böyle bir maişetle burada dayanamam ve yapamam diyerek vaz geçti. Sonra tekrar bir hanım validemizi daha aldı. Bu en son almış olduğu seyyid idi. İşte Mübarek iki tane evlâdı ve kızı olarak da bu validemizden var olmuş. Meselâ Şeyh Esireddin ve Şeyh Bedreddin, bunlar ana tarafından da Seyyid idi.

 

Hülâsa, Mübarek Şeyhimizin başından böyle çeşit çeşit haller geçti, dünya zindan mı zindan, büyük ekseriyetle böyle geçmiş. Köy devresindeki hayatı, halk arasında ve diğer kardeşleri arasında hiçbir görüntüsü yok, bilinmiyor. Şeyh Şerafeddin artık köyden memlekete Siirt'e geldi, yerler yapıldı, gayet revaçtadır, sayılan sevilen bir şahsiyettir. Çünkü, babası Şeyh Saadeddin'in vefatından sonra, yerine Şeyh Şerafeddin geçti. Şeyh Şerafeddin'in çok âlim, çok atılgan, çok cesur bir kişiliği vardı. Yani, memlekette herhangi bir hadise olsa, mahkemeye hiç mahal koymadan kendisi mutlaka hallederdi. Huzurunda her hangi bir kimse karşı gelecek gücü kendisinde bulamazdı. Hocalar ve âlimler de yanlış bir fetva vermekten kendisinden çok çekinirlerdi, korkarlardı. Bu durum Cumhuriyetten sonra idi.

Mübarek Şeyhimiz artık Hz. Muhammed Ali Hüsameddin ile ne devirler geldi geçti ise, netice olarak Siirt'e gelmeye karar verdi. Siirt'e gelişinde, Sûfî Süleyman isminde birisinden bir arsa satın alıp, barınacağı bir ev yapmak istedi. Geldiği mahalle de Siirt'in mahalleleri arasında ümmilerin çok olduğu bir mahalledir. Yani Siirt'in en ümmi mahallesidir. İşleri genellikle taş ocaklarında çalışmak, taş taşımak, taş kesmek ve getirmekti. Eker, diker, yani çiftçilik, kervancılık, katırcılık ve benzeri işlerle uğraşır, geçimlerini bu yollardan sağlarlardı. Çok cefakâr durumları vardı, çünkü, ilmî yönleri fazla olmadığı için, ticari sahalara fazlaca girmedikleri için böyle meşakkatli işlerde çalışırlardı. İşte böyle bir mahalle idi. Mübarek işte böyle bir mahalleye geldi ve oturdu. Barınması güç olan bir yerde, bu gibi şeylerden fehmetmediklerini bildiği halde, arsa kendisine verildikten sonra Mübarek onlarla beraber taş ocaklarına taşa gittiler. Onlar da baktılar ki, o kendileriyle beraber olunca işleri daha kolaylaşıyor, teshilatçıdır, beraber gidip geldiklerinden Mübârek'in kendisine de bulabildikleri, getirebildikleri kadar taş getirdiler. Böylece bu evi de bu minval üzere yaptı.

İnanın ki bir hücresi vardı. Oturmak için yapılmıştı, hücre diye tabir ediliyordu. O hücre de alelade yapılmış, içerden dışarısı görülüyordu. Amma itiraf edelim ki Mübarek her hangi bir dergâh açtı ise, mutlaka Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ın ziyareti olmuştur ve tasvib etmiştir, hayrat ve bereketiyle nurlandırmıştır. Tabi Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerini de bulunca artık geldiği memleket çapında bir şeyler söylemesi gerekiyor, bundan sorumlu. Halbuki Şeyhül Hazin'in adı ve ünü çok yaygın. Bahusus, Şeyh Şerafeddin çok cesur, çok atılgan, kardeşleri dahi karşısında bir söz söyleyemiyorlar. Böylesine sert yapılı bir zât. Buna rağmen şimdi bunun karşısında babasının tarikat tezini bırakıp da Muhammed Ali Hüsameddin Hz. lerinin tarikat ve tezini yayması çok çetin bir mesele idi. Bu hususu Mübarek kendisi anlattı. Muhammed Ali Hüsameddin tarafından kendisine bu düstur verildikten sonra, tabi aklıma geldi ki acaba bu nasıl olacak, ağabeyimin karşısında bunu nasıl sağlayabilirim diye. Mübarek bunu da şöyle anlattı: “Keennehü elinden her şey alınsa, elindeki her şey gitse dahi, bu sahada bir taş üzerinde otursan kalsan dahi, bu işi yürüteceksin” diye, bize bu minval üzere bir görüntü göründü. O zaman artık, cesaret aldık ve Muhammed Ali Hüsameddin'in tezini yürütmeye başladık.” buyurdular.

Biz de ilk devrelerde bu şekilde karşı karşıya geldiğimiz, karşılaştığımız zaman ilk defa Hz. Muhammed Ali hüsameddin'i ondan duyduk. Tabi, mübareğin büyük tesiratı vardı, çünkü, anlatışı insanı hallediyor. Böylelikle öyle hale geldi ki, pazardan pazara etraflardan millet gelmeye başladı. Mübareğin ufak bir demliği vardı. Üst katta ufak bir demlik çay yapar ve bardakları da gömleğinin eteğine toplardı. Tabi o zaman tabak, sini gibi bir şeyi yoktu. Öylece getirir, bırakırdı. Kendisi de geyik derisinden bir postu vardı, onun üzerine otururdu. Diğerlerinin altında da hasır olurdu. Bazen de hasırsız da otururduk. Mübarek böylece gelir, oturur, başlardı çay vermeye. Tabi biri yardımcı, bazen ağabeyim, bazen de başkaları yardımcı olurdu. O ufak demlikten çayı hepimiz doyasıya içerdik. Ama nasıl çay, Vallahi inanın ki öyle bir çayı hiçbir yerde ne içebildik, ne de bulabildik. Bu çayı dünyada bulamıyoruz. Artık öbür âlemde Allahü Zülcelâl nâsib etsin.

 

Kardeşlerim,

Öylesine bir acayiblik vardı ki, öyle debdebe ve tantanalı değildi. Mübareğin üzerinde bir don, uzun bir gömlek, bir de hırkası vardı; o hırkasının da dışından pamukları görünürdü. Başına sardığı şey de eski ve yırtık idi. Buna rağmen onu başına sarardı. İşte bu minval üzere idi. Orada bir Şeyh Davud Camii vardı, evden çıkıp oraya giderken bile bu haliyle giderdi. Halbuki o zaman bir arapça kelime konuşmanın cezası beş lira idi. Kur'an, kitab gibi şeylere ve böyle kıyafete asla izin verilmezdi. Bu şekilde giyinip geçmek çok zor idi. Her babayiğidin kârı değildi. Bugün meydanlarda yiğitlik taslayanlar, o zaman gizlenecek ve barınacak delik ararlardı. Fakat, Mübarek yiğitliği hiç bir zaman elden bırakmadı. Bu minval üzere çıkar camiye giderdi. Gittiği zaman da imametliğe geçerdi. Tabi sonra bazı caddeler açıldı ve o yeni caddeler çok işlekti. Caddelerden hâkimler ve yüksek rütbeli subaylar geçerlerdi. Bazılarının gözünden kaçmazdı. Onu o kıyafetle gördüklerinde tepki göstererek: “Bu ne? Bu ne biçim bir kıyafet?” dediklerinde, karşılarına mutlaka biri çıkar, “sakın bu zâta lâf atmayın, bu zât çok çarpıcıdır” derlerdi. Ne hikmettir ki bir heybeti vardı, kendisi ne kadar yokluk ve zillet içerisinde olsa da halk üzerinde çok muazzam bir azizlik durumu var idi. Hiç kimse asla onun üzerine bir şey söylemezdi.

 

Kardeşlerim,

İşte Şeyhimizin başlangıcı bu minval üzeredir. Hatta kardeşiyle ve ağabeyiyle arasında bir acayiblikler geçti, birbirleriyle konuşmaz oldular. “Bu da ne oluyor, bu da necidir ki” diye, bir şeyler getirmiş, birşeyler yürütüyor diye karşısında oldular. Fakat, onları hiç mühimsemedi. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'i herkesin üstünde tuttu. Hatta bir gün huzurunda idik. Birisi dedi ki: “Kurban, (Muhammed Ali hüsameddin'e nazaran) Şeyh Şerafeddin nasıldır?” dedi. O kimse Şeyh Şerafeddin dediği zaman Mübarek:

“Sus be ahmak, ne Şeyh Şerafeddin'i, Şeyh Şerafedin'in babasından da üstündür,” dedi. Halbuki kendi babası, buna rağmen böyle bir ciddiyet, böyle bir kabadayılık hali vardı, bu şekilde o devrelerde gittik, geldik. Şeyh Davud Camisinin bir imamı vardı. Bu imam biraz mutaassıb idi. Tasavvufa, Şeyhliğe karşı pek ilgisi yoktu. Mübarek Şerhimiz, o camiye vannca halk Şeyhimize yöneliyordu. Böyle olunca o, imametliği bıraktı. Artık Şeyhimiz imametliğe devam etti. Yani, imametlik derken karşılığında bir maaş alıyor değil. Hülâsa, biz Şeyh Davud Camisinin damına çıkardık, geceleri yatsı namazını damda kılardık. Yol kenarı olduğundan halk, polis, subay, herkes oradan gelir, geçer, damın etrafında hail yok, tamamen açık. Yani, herkesin gözü önünde, orada yatsı namazını kılardık. Namazdan sonra Tebareke okuruz. Salavatı Şeyhül Hazin'i okuruz. Arkasından da bazılarına “gitmek mi istiyorsunuz?” derdi.

Tabi bazıları gitmek isterlerdi, esnaf olan ve benzerleri giderlerdi. Orada kalanları halka haline getirir ve bize Hatmi Hâcegân yapardı. Bütün milletin gözü önünde, o zaman ezan bile Türkçe okunuyordu. Buna rağmen inanın ki, kasideler dahi söylerdik. Hatta, çift kişi olarak söylerdik, benimle beraber bir kişi daha söylerdi ve daha hoş ve güzel olurdu. Sesimizin çıktığınca, pervasızca sesli söylerdik bunları. Cesaret, cüret dedikleri budur işte. Bu zamanlarda Siirt'e bir vali geldi, bir çoklarının sakallarını kestirdi. Türbelerin üzerindeki kubbe şeklindeki kısımları yıktırdı. Şeyhül Hazin'in türbesi hariç Tillo Şeyhlerinin türbelerinin bir çoğunu yıktırdı. Hz. Üveys'in türbesini dahi yıkmak istediler de bu yönde bir yüzbaşıya emretmişler; gitti geldi ve en sonunda üniformasını çıkardı: “Ben bunları burada bırakırım, ama, ben bu işe girişemem.” dedi. Çünkü, ne gördü ise görmüş, ondan sonra da vazgeçtiler. Ebul Vafâ Hz.lerinin kabrini ve etrafındaki kabirleri tamamen yok ettiler. Tac ül Arifin Ebul Vefanın...

Hülâsa, işte o devrede, böyle bir zamanda Mübarek Şeyhimiz Hatmi Hâcegân yapardı. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in tezini yürütmeye çalışıyordu. Öyle harika sohbetler olurdu ki, Vallahi bunun zevkini, hazzını anlatmak, tarif etmek kabil değildir. Rabbimiz (Celle Celaluhu)'ye şükürler olsun. Bir gün böyle hatmi hâcegân yapılırken tabi bize müezzinlik emrederdi. Hafız oluşumuz sebebiyle, tabi arkasında bulunurduk. Müezzinlik bitip de halka haline gelince yüzümüz kıbleye ve kendisine karşı olurdu. Bu minval üzere hatmi hâcegân yapıldığı zaman İmam-ı Rabbani buyurduğunda; İmam-ı Rabbaninin ruhaniyetinin kıble cephesinden öyle bir gelişi vardı ki, âdeta sabah yıldızı gibi, parlak ve alaim-üs semâ gibi rengârenk, hatta daha da üstün bir şekilde geldi ve Şeyhimizin üstünde durdu.

 

Kardeşlerim,

İşte hatmi hâcegân bu minval üzere yapılır. Eğer kabiliyet ve istidadın varsa, bu ruhaniyetleri celbedecek gücün varsa hatmi hâcegân yaparsın. İşte, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin devresinde, Mübarek şeyhimiz bu şekilde devam ederdi. Ne Ağabeyini ve ne de kardeşini, hiç kimseyi tanımıyordu ve Muhammed Ali Hüsameddin'in üstünde bir güç görmüyordu. Mübarek, Muhammed Ali Hüsameddin'in tezini o muhitte bu şekilde yaydı. Hepimiz de mestü hayran olduk. Görüntüsünde ne kadar mahfiyyet varsa, o nisbette de kabadayılık vardı, çok acayibti, halk bundan çok hazer ederlerdi. Hakkında kötü söz söylemekten çekinirlerdi. Zira bu sûfî Süleyman, Şeyhimize arsayı satan kimse. Orada bir yol açılınca yol değişti ve caddeye çıkmak çok kolaylaştı. Ama, cadde ile kendi arsası arasında kardeşinin bir arsası var, oradan geçirmiyor. Ve Şeyhimize “sen hem Şeyhlik yapıyorsun, hem de başkasının hakkına tecavüz ediyorsun, senin burada yol hakkın yoktur” diye itiraz ediyordu. Şeyhimiz Mübarek, ne kadar para teklif etti ise de, onun hakkını vermek istediyse de, imkânı olmadı, inadına devam ederdi. Bu da katırcılık yapıyordu. Tuz taşıyordu. Günün birinde Beytüşşebab'a gidiyordu. Beytüşşebab'a giderken, bir dere içerisinde, yük biraz meylettiğinden, düzeltmek için yükün altına giriyor. O esnada o yük üzerine düşüp yükle beraber dereye yuvarlandı ve feci bir şekilde can verdi. İnanın ki hiç kimse cenazesini yıkamaya yanaşmadı. Çok kerih kokularla, bu hale düştü. Allahü Zülcelâl hepimizi bu gibi durumlardan korusun.

Şeyh Davud Camisinin imamının da bir çardağı vardı, orada acur ve benzeri şeyler ekerdi. Biz de Caminin damında hatmi hâcegân yapar, kaside söyler, Şeyhul Hazin'in salâvâtını okur ve yatsı namazını kılardık. O imam da bize hiç iştirak etmezdi. O da günün birinde tuvalette iken bir kuyruklu (akrep) soktu, o da öyle öldü. Çünkü, o da bazen çok ağır sözler konuşurdu, Şeyhimizin aleyhinde idi.

Aynı mahallenin biraz azgın olanları da vardı, bunlar bir gün bir cip içerisinde giderken, ciple beraber yuvarlandı ve öldüler. Onun için halk bunu pek âlâ biliyordu ki, Mübarek âdeta Şâhı Nakşibend'in buyurduğu gibi: “Bizim kılıncımız, çekiktir, ama, kimseye vurmuyoruz, kendileri yok ederler. Kendileri gelir çarparlarsa, işte o zaman keskindir, parçalar, yoksa biz kimseye bir şey söylemiyoruz.”

 

Kardeşlerim,

Şahı nakşibend Hz. lerinin tezi budur. İşte, bu Mübarek zâta da kim ki nahoş bir harekette bulundu ise, çarpıcılık hali bu minval üzere geldi, geçtiler. Bir gün köyden gelirken, köye hudud bir köy daha var, bu köyün sahibi de merkezde gedikli çavuş olarak bilinen bir kimsedir. Tabi o devirler Cumhuriyet'in en çileli yıllarıdır. Bu kimse Şeyhimizi görünce dil uzatıyor. Ve diyor ki: “Siz hem Şeyhlik taslıyorsunuz ve hem de hudud tanımıyorsunuz.” şeklinde birşeyler söylemiş. Mübarek Şeyhimizde ona, “Şükrü Çavuş biz hududa tecavüz etmeyiz, haddimizi biliriz” derse de Şükrü Çavuş: “Yok, yok siz haddinizi bilin” diye karşılık verir. Bu çavuş köye vardığında arkadaşlarıyla beraber köy ziyafeti, keyfi yapacaklar. Ve o ziyafette içmişler, o anda tabancasıyla oynarken kendi kendini vurmuş, artık isteyerek veya istemeyerek. Velhasıl can verdi, o da öyle öyle gitti.

Bir tane de bekçi başı vardı, çok ziyankâr bir şahsiyetti. Bu gibi şeyler karşısında çok inatçı bir kimsedir. Şeyh Davud Camisinin avlusunda bulunurken, tabi mahsublar vardır. Aralarında bir alavere şeyler vardır. Bunu biraz sıkıştırmışlar. Kendisini kurtarmak için bunları korkutmak istemiş, sizin yaptığınızı biliyorum, görüyorum, sizi şikayet edeceğim dediği zamanda, hatta onların içinden bir tanesi bekçi başını oradaki bir kuyuya dahi atmaya teşebbüs eder. Böyle söylemesi karşısında dayanamıyor, her ne ise bu baş belâsını bırakıyor. Gidişi güya onları şikayet etmek kastıyladır. Gidinceye kadar bir bakıyor ki, oğlu kuyuya düşmüş. Fikrindeki şeyi tamamen unutuyor. Kuyudan çıkarırlar ve biraz oyalanırlar. Tekrar bu unuttuğu şeyi hatırlıyor. Çünkü, orada Hatmi Hâcegân yapıldığını biliyor. Tekrar şikayet azminde bulununca, karısı öyle bir belâya uğradı ki, Muhammed Ali Hüsameddin hakkında dediğimiz gibi:

هو الذى سخر الجن له علناً

“Sahharal cinnü lehü alenen.” Allahü Zülcelâl, alenen cinleri muassar kılmıştı. Her ne oldu ise, o bekçi başının karısı öyle bir hale düştü ki, ağzından çuvaldızlar çıkarılıyordu. Nasıl olmuş, nasıl girmişse, hayatta böyle bir bağırışı, böyle bir çağırışı hiç kimseden duymadım.

Yazları Siirt'te damlarda yatardık, onun sesine tahammül edilecek gibi değildi, hatta kulaklarımızı tıkardık. İşte öylesine bağırırdı. Ve hiç bir çare de bulamadılar. Ne zaman ki bu yönden olduğunu fehmettiler, geldiler, yalvardılar, özür dilediler. Şeyhimizden kendimiz bu hali duyduk. Mübarek de, “Muhammed Ali Hüsameddin'e havale ettim” dedi. Vallahi ondan sonra hiç bir şekilde bir ses duymadık, tamamen kesildi. O da haddini bildi, bu şekilde geçti.

 

HATMİ HACEGÂN

Hz. Muhammed Ali Hüsameddin hayatta iken, Şeyhimiz, hatmi hâcegân yapardı. Fakat, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin bu dünyayı terk ettikten sonra, Şeyhimiz bir daha hatmi hâcegân yapmadı. Bunun sebebi şu, çok yalvardılarsa da yapmadı. Neden? Çünkü, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin hayatta iken onun emri ile yapıyordu. Ve yaptığı zaman, hatmi hâcegân esnasında evliyanın ruhaniyyetlerinden istimdad durumundadır. Ruhlarından istimdad edilen evliya da eğer, kabadayı durumunda iseler, gayretkeşlik yaparlar ve gelirler. Hatmi hâcegânda isimleri anıldığı zaman hemen onların ruhaniyetleri oraya hücum eder. Öyle bir hayrat ve bereket olurdu ki, bu ancak o kadar olur. Amma Mübarek Pirimiz dünyadan göç ettikten sonra, inancımız şu ki, bir istiklâllik durumu olunca artık hatmi hâcegân yapmaz oldu. Çünkü, evliya ile irtibat kurmak gerekmedi. Kendisi daha ileri kademede olunca ve Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile irtibat kurunca, artık bu gibi hallerden haz duymaz oldu. Sonra emir de kalmadı, sâdâtların ruhaniyyetlerinden istimdadı artık yeterli görmüyor. Zaten haliyle her an onlarla beraberdir. Ondan sonra hatmi hâcegân aracılığı ile istimdâtı lüzumlu görmedi. Hem de filhakika o günden günümüze kadar ki zamanda en güzel ve geçerli olan tezdir. Hatta, ağabeyim bir gün bana dedi ki, “hiç hatmi hâcegân yapmıyormusun. Mübarek, emir vermedi mi?” “Hayır,” dedim. “O zaman ben söyleyeyim de emir versin. Çünkü hayrat ve bereketi boldur. Sâdâtları anmak iyidir,” diye söyledi. Ben de “kardeşim,” dedim, “Mübarek senin söyleyişin ile mi olur. Eğer, gerektirmiş olsaydı, yapın diye emrederdi. Bu iş böyle söylemekle olur mu?” dedim. Netice olarak bir gün aynı gece oradayız. Mübarek Şeyhimizin yeğeni Şeyh Celaleddin, yani Şeyhül Hazin'in torunları arasında en yaşlıları idi. Şeyhimizin de mensubu idi. Sohbet esnasında dedi ki, “amca, etrafımızdaki cemaatler hatmi hâcegân yapıyorlar, halk da bunu biraz arzuluyor, yapmak istiyorlar. Fakat, bize bir emir vermediğiniz için yapmıyoruz. Eğer, emir buyurursanız Elhamdülillah onlardan çok daha iyi yaparız” dedi. Mübarek şöyle buyurdu:

 “- Celaleddin, halk yapıyor diye, bu kasd ile yaparız şeklindeki fikrinizi bertaraf ediniz. İnsan bir şey yaparsa, Allahü Zülcelâl için yapmalı. Dolayısıyla böyle bir şeye teşebbüs gerekmiyor, lâzım değil,” diye söyledi. Onun için işte o zaman ağabeyime, çıktığımızda dedim ki, “nasıl gördün mü? Eğer gerektirseydi emretmez miydi?”

Demek ki gerektirmediği apaçık belli oldu. Nasıl söyleyecektin o zaman. Rabbımız bu Mübarek zâtların hayrat ve berekâtından bizleri mahrum etmesin. Âmin ya Muin.

 

SIDDIKİYYE MEŞREBİNDE USÛL

 

Aziz Kardeşlerimiz,

Şeyhimizle alâkalı bildiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz ifrat ve tefrite düşmeden, bu tarikatı âliyyenin şanına yakışmayan hiçbir kelimeyi kullanmamaya çalışıyoruz. Zira, emelimiz gayemiz halkı davet ve teşvik değil. Bizim tezimiz sâdâtlardan almış olduğumuzu uygulamaktır. Davet ve tezgâhtarlık gibi haller yoktur. Asla ve kat'a reklâmcılık yoktur. Ancak ve ancak taleb vaki olduğunda da mahrum etmemektir. Mesele buradadır zaten. Zira, içtenlikle, samimi bir şekilde kendi arzu ve isteğiyle olması lâzımdır. Eğer, Mübareklerin bir himmetleri varsa, zaten istese de, istemese de er veya geç kendisi muhakkak bir talebte bulunur. Fakat, emri vâkilerle bizim hiçbir işimiz ve işlemimiz yoktur. Emrivâkiyi hiç bir şekilde kendim dahi tasvib etmiyorum, emrivaki hoş bir şey değildir. İçtenlikle olacak ki yani sadakatla, ciddiyetle, aşkla ve şevkle, bu şekilde olursa, bu çok hoş ve güzel bir şey olur. Bir kimsenin bu şekilde yola girmesi, onun azmi karşısında Rabbimiz onu mükâfatlandırır. Hiç bir dünyalık ve dünya ile alâkalı enva-i türlü menfaat beklentisinden, bu yol tamamen münezzehtir. Ancak ve ancak halisane lillah teâlâ için olursa, bu şekilde bağlılık, bu şekilde muhabbet olursa, o zaman yararı olur. Bundan gayrisi er veya geç değişir. Onun için Şeyhimizle alâkalı anlattığımız hususlarda adeta bir tercüme hali vardır. Geçirdiği devreleri, Mübârek'in bazı faresetlerini, bazı kıymet ve değerlerini müsbet olarak anlatıyoruz. Bunu anlatmamızın sebebi, kendisine bağlı olan kardeşlerimizin mensub oldukları zatın ne derecede olduğunu anlamak ve herhangi bir istifham varsa aklında, bunu izale içindir. Zaten inanarak, kabullenerek bağlandılarsa, bu gibi şeyleri duysalar da, duymasalar da farketmez. Amma, bağlı olduğu zât hakkında, acaba bağlı olduğumuz şahsiyetler nasıldır diye bir düşünce varsa ve öğrenmek istiyorlarsa diye buna teşebbüs ettik. Bu gibi hususlarda da onları haklı görüyoruz. Mensub oldukları zâtın tercüme halini öğrenmek isterler, bilmek de haklarıdır. Allahü Zülcelâl, hayırlı olanı, Rabbimizin rızası ne ise söylemeyi nasib ve müyesser eylesin, Âmin...

 

Aziz Kardeşlerim,

Şeyhimizin öteden beri kendisini gizli tuttuğunu, herhangi bir şekilde meth ve sena olunacak hallerden çekindiğini, adının dilden dile dolaşmasından sakındığını anlatmıştık. Böyle olmasının sebebi, sırları tutmak ve sırları saklamak, esasen sırların devamına sebeb ve vesile olmasındandır. Tabi bu da istidad ve kabiliyete bağlıdır. Ebul Hasan Şazeli Hz.lerinin: “Sabır yönünden en şiddetlisi sırra tâhâmmül ve o sırrı saklayabilmektir.” buyurduğu budur. Bu gibi sırlar karşısında tâhâmmül gücü ne nisbette ise, o derecede sırlar verilir ve dereceleri artar ve böylece devam eder.

 

Hülâsa, şimdiye kadar anlattığımız, bazen kendisinin buyurduğu veya bizim gördüğümüz ve duyduğumuz hususlardı. Fakat, biraz da başka Şeyhlerin, Şeyhimiz üzerine gördükleri halleri, hâdiseleri ve müşahedeleri dile getireceğiz, inşeallah.

 

Kardeşlerimiz,

Şeyhimiz çok eskiden beri Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerine gider gelirdi. Tabi daha henüz bizim fark edemediğimiz devrelerde idi, bu gidip gelmesi. Çünkü, o zaman daha kendisinin nerede olduğu belli değildi. Ne zaman ki Siirt'e geldi, o zaman artık irtibat kurduk ve Pirimize gider, gelirdi. İki seferinde de beraber birer kişi götürdü. Biri Sûfî Ali, biri de Hacı Bilâl. Hacı Bilâl'i biliyorsunuz -ki daha önce- anlatmıştık, Muhammed Ali Hüsameddin Hz.leri dünya ve ahiret kardeşliğine kabul etti ve Şeyhimizin hoşnutluğu için bu şekilde taltifte bulundu. İşte, bu gidip geldiği devrelerde, yine yalnız olarak Muhammed Ali Hüsameddin'in ziyaretine gitti. Fakat, gittiğinde kendisinden evvel Seyyid Kadri ve bağlıları hânikâh'da bulunuyorlar. Zira, Seyyid Kadri bizim Şeyhimiz ilk gittiği zamanlarda, Şeyh Said'i meczub vardı, o zaman o vardı. Sonradan Seyyid Kadri de iltihak etti. Ve o da gidip gelmeye başladı. Onun için bazen orada karşılaşır ve karşı karşıya gelirlerdi. Seyyid Kadri beraberindekiler hânikâh'da bulundukları bir devrede Şeyhimiz oraya varıyor. Ancak şu meseleyi iyi anlamamız gerekir ki, hânikâ'nın üstü toprak. Oranın nizâmnâmesi şudur: Oraya giden kimseye bazı işler verilip yapması istenilir. Hatta liste halinde isimler yazılır. Adaletli bir şekilde bu işlem yapılır. Ancak, oraya yeni giden bir kimse için kayıtsız şartsız vazife onundur. Esasen bu bir nefis denetlemesidir. Anlaşılan bu.

Zira, Şeyhül Hazin zamanında yine böyle bir âlim, bir molla gelmiş, seyrü sülük yapmaya. Bunun gayesi bir halifelik, bir ünvân almak. Eline süpürge tutuşturuluyor. Burayı süpür dendiği zamanda, süpürgeyi attığı gibi oradan gidiyor. Onun için bu hânikâhda bu prensip, Allahü Zülcelâl bilir, bu sebepledir. Yani, nefis denetlemesidir. Oraya giden bir kimse hoca olsun, âlim olsun, molla olsun, şeyh olsun, ne olursa olsun; kayıtsız şartsız vazife onundur. Bunu yapacak, hem sulayacak, hem taş yuvarlayacak. Mübarek Şeyhimiz tesadüfen onlardan sonra gitmiş, onlar vazifelerini yapmışlar, iş Şeyhimize kalmış. Çünkü, yalnız gittiğinden başkası yok, tek başına yapacak o işi. Oradakiler derler ki bir acayiblik duyarak. “Eh yumuşak Şeyh gelmiş, bakalım hele bu vazifeyi nasıl yapacak? Hem sulama işi var, hem de taş yuvarlayacak.” Şeyhimize yumuşak Şeyh diye tabir ederlerdi. Hakikaten tip olarak, konuşma olarak, yürüyüşü bakımından gayet mahfiyyet içindeydi. Çok yumuşak bir görüntüsü vardı, şefkat ve merhamet dolu idi. Rauf ve Şefuk, atuf bir hali vardı, nitekim, Meşrebi Sıddıkiye diye bazen söylediğimiz bu sebebledir. Cenabı Rasulullah'ın Hz. Sıddık hakkında buyurduğu gibi: “Kim ki yürüyen cenazeyi görmek isterse, Ebu Bekiri Sıddık'a baksın.” Demek ki Ebu Bekiri Sıddık'ın da hali ve yürüyüşü bu şekilde idi. Aynı zamanda şefkat ve ra'fet dolu idi. İşte Şeyhimizin de bu hal ve görüntüsü olduğundan, onlar da diyorlar ki, bakalım hele ne yapacak, bir görelim seyredelim derler. Evet, Rabbimiz Celle Celâlühü her şeye kadirdir. Şeyhimizin bu mahfiyet ve teslimiyet yönü olunca Rabbimiz o gece yağmur yağdırır ve yağmur yağınca sulama işi biter. Onlar da kendi kendilerine diyorlar ki: “Mâşaallah yumuşak Şeyhin şansı işledi. Yağmur yağdığından sulama işinden kurtuldu. Şimdi de taş yuvarlama işi kaldı,” tabi bu daha mühim. Çünkü, kendisinde taşı alıp, koşup yuvarlayacak görüntü yok. Mübarek Şeyhimiz sabah kalktığında tabi ordaki işin ne olduğunu biliyor. Kalkmış ve hânikâhın damına çıkmış ve taşı yuvarlamaya başlamış, taşın yuvarlanışı ve gidişi bir acayibliktir. Fakat, altında bulunan kimseler, bu zâtın, taşı bu şekilde yuvarlayacağını hiç de tahmin etmiyorlar. Çünkü böylesine yuvarlayabileceğine imkân yok diyorlar. Bu nasıl şey diye hafsalalarına sığmadığını söylüyorlar ve herkes hayretler içerisinde kalıyor. O zaman dışarı çıkarlar ve içlerinden biri hânikâhın üstüne çıkar ve bakar, ama gördüğü manzara karşısında şaşırıp kalır. Nasıl şaşırmasın ki, Şeyhimiz damın bir köşesinde oturmuş, taş sanki bir komuta altında, bir emir altında bir baştan öbür başa gidiyor ve geliyor. O zaman Seyyid Kadri dama çıkar, bu durumu kendisi seyreder. Bu olay Seyyid Kadri'nin bizzat kendisinin gördüğü ve anlattığı bir olaydır. Ben buna şahidim, bu bir.

Bir de Mübarek Şeyhimiz buyurdu ki: Hânikâh'da bir havuz vardı, sel o havuzu basmıştı. Bir gün Pirimiz ve müridanlarla beraber bu havuzu temizlemeye azmettik. Havuzun olduğu yere gidildi, temizlemeye başlandı. Pirimiz de öyle bir teşvik ediyor ki: “Bu havuzu bitirip suyu doldurduğumuzda kim bu havuzda yıkanırsa, onun cennetlik olacağını umarım.” Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile bu kelimeyi kullandıktan sonra millet daha fazla şevke geliyor. Ve böylece havuzu temizlediler, amma havuzu temizlerken Mübarek Pirimiz de böyle konuşunca ben de coştum, ben de çalışmayı arzuladım ve onlarla beraber çalışmak için ellerimi sıvazladım. Çalışmaya giriş yapacağım an Mübarek Pirimiz: “Alaaddin sen yapma, sen burada, benim yanımda dur.” dedi. Alaaddin'e yaptırmadı ve çalışmaya bırakmadı, onu yanında tuttu. Ve temizlik bitince su doldurdular ve müridanlar havuza girip çıkmaya başladılar. Benim de o zaman fikrime şu geldi. Mübârek'in bundaki gayesi havuza girmek çıkmak değil, bundaki gaye Mübârek'in kendisinin görüntüsüdür. Çünkü bu vesileyle kalb kalbe karşı geliyor. Ve bu kalb kalbe karşı gelme muvacehe sebebiyle Allahü Zülcelâl mutlaka bu hayrat ve berekât sayesinde cennetlik olmalarını kabullenmiş. Çünkü, Mübarek sever ve kabullenirse olmayacak bir şey yoktur. Zira onun sevdiği ve kabullendiği kimse Allahü Zülcelâl'ın ve Rasulü'nün de kabulüdür. Zira dedesi Şeyh Osman da:

طوبى لمن رأى علياً

Yani “Ali'yi görenlere müjdeler olsun, ne mutlu Ali'yi görenlere” diye buyurmuş.

Mübarek Şeyhimiz bunun üzerine ben bunu bu şekilde te'vil ettim diyor ve ben sadece Mübârek'in cemalini seyrettim ve bu şekilde Mübârek'in yanında bulunuşum, bir muvacehe yönünden daha fazla haz duydum ve kendisine daha fazla yöneldim. O müridânlar ne zaman ki havuzdan çıktılarsa ben de o zaman bu Mübârek'in dediğine nail olayım diye havuza girdim, diyor. Hülâsa, dikkat edilecek olursa burada iki önemli husus var.

Birincisi: ne sulama veya taşı yuvarlamaya,

İkincisi: ne de havuz temizlemeye müsaade etmeyerek onu yanında tutması ve çalıştırmaması.

Daha önce anlattığımızdan da hatırlayacaksınız ki, Şeyh Osman, Şeyhül Hazin Hz. lerini hiç çalıştırmamıştır. Şeyhül Hazin çalışmak istediğinde, Şeyh Muhammed, “sen bu dünyaya bu iş için gelmedin, sen bu gibi işlerde çalışmak için yaratılmadın” diyerek onu çalıştırmazdı. Mübarek Ali Hüsameddin, Şeyhul Hazinin oğlu Şeyhimiz için de aynı işlemi yapmıştır. Bu gibi işlerde hiç çalıştırmamıştır. Hânikâ'daki iş durumunda o harika hallerine Seyyid Kadri bizzat şahittir.

İkinci meseleye gelince: Yine hânikâ ile alâkalı, orada bir hatmi hâcegân yapılır, bir de teveccüh yapılırdı. Kimisi nazım halinde Sâdâtların isimlerini anar, kimisi başka türlü yapar bunu. Ve buna da hatmi hâcegân yaptık derler. Fakat, hatmi hâcegân yapacak şahsiyetler yani Evliyanın ruhaniyetleri ile irtibat kurup da bu irtibattan haz duymaları lâzım. Bu irtibatı kuracak şahsiyetler de, o ruhanilere yakın, ehil, pâk, lokması helâl, dünya mülevvesâtından âri, temiz olan kimseler olursa o ruhaniyyetlerde onları severler ve andıkları zaman o ruhaniyyetler de, teşrif ederler. Amma bu hatmi hâcegân'ı yapacak kimseler dünya mülevvesâtı ile kirlenmiş, yediği lokması da helâl mi haram mı olduğu şüpheli olan ve dünya işleri ile tamamen meşgul olan kimseler olursa, o ruhaniyyetten istimdad talep ettiklerinde gelmek şöyle dursun daha da uzaklaşır ve tiksinirler. Bir misâl vermek gerekirse, Hz. Musa (Ale Nebiyyine ve Aleyhissalatü vesselam) zamanında Cenabı Hak bir gün Musa Aleyhisselam'a: “Ya Musa, söyle o zalimlere ki, beni anmasınlar. Çünkü, onlar beni andıkları zaman ben de onları lanetle anarım” buyuruyor.

 

Hülâsa, Kardeşlerimiz,

Bu hatmi hâcegân böyledir. Bugün bunun ehli olsa da olmasa da yapılıyor. Amma tevüccüh kısmı ise bu kalb müvacehesidir. Mutlaka kalbinde bir güç, bir nur olmalı ki, karşısındakinin kalb durumunu keşfedebilsin, müşahede edebilsin ve onun perdelerini, hicablarını giderecek güçte olabilsin. Hânıkâda bu görevler Pirimiz tarafından Seyyid Tâhâ'ya verilmiştir. Tabi Mübarek Pirimiz Seyyid Tâhâ'yı da bu duruma getirmiş, irşad yani mürşidlik durumuna getirmişti. Bu vazifeyi kendisine vermiş. Zira, bir kimsenin mürşid durumuna gelebilmesi için, Şeyhimiz Mübarek şöyle buyururdu: “Kardeşim Seyyid Tâhâ öyle bir duruma geldi ki kendisi teslimiyet ehlidir. Tefvizi umur durumu var, tevekkülü çok kıymetli ve değerliydi, bunu çok muazzam işletirdi. Hatta ki irşad makamına geldiği bir devrede tabi Rabbimiz kendilerine bir ikram ve ihsanda bulunur, kendilerine bir taltifde bulunur. Zaten kendiliklerinden gelmezler, tamamen bir emrivaki ile gelirler. O zaman bir talebleri vardır. Madem ki gönderiyorsun, amma yardımcı, amma şefaatçi, amma kendilerine bağlanacak olan kimselere (hangi yönden) ve nasıl bir yetki verilecekse tabi bu gibi talebleri olacaktır. Seyyid Tâhâ kardeşimizin bu yönde dahi hiçbir talebi ve muradı olmamıştır.”

Bunu Şeyhimiz bu şekilde söylerdi, bunu keşfiyet ile mi söylemiş, bilemiyorum. Nitekim, Seyyid Ahmed er-Rufa-i Hz.leri aynı hale gelmiş. Rabbimiz Celle Celelühü: “Kulum artık bundan sonra gidip kullarımı irşad edebilirsin. Senin de talebin, muradın ne ise söyle.” der. Seyyid Ahmed er-Rafu-i de Mübarek: “Rabbim kulunun muradı mı olur, murad muradullahtır.” diyor. Ve hiç bir talebte bulunmuyor. Buna rağmen Cenabı Hak, her gün yüz dilek dilese vereceğini vadediyor. Amma hiçbir tanesini dilemiyor, istemiyor.

Neden? Çünkü, istediği şey belki Allahü Zülcelâl'in muradına muhalif olur diye korkuyordu. Taleb etmiyor. Tamamen bir teslim hali:

علمه بحالى يغنى عن شرح مقال ابراهم خليل

 “Mevlâm beni halimi bilir, şerhetmeme ihtiyacı yok.” buyurur.

Gavsul Azama gelince, Mübarek mürşidlik devresine gelince tabi kendisi irşad makamına gelecek, tabi kendisi Allahü Zülcelâl'in bülbülü. Allahü Zülcelâl'den mekir haline iletmeyeceğine dair talebde bulunuyor. Ve kendisine bazen soruyorlar, “sen bu kadar çok konuşuyor ve söylüyorsun, Allahü Zülcelâl'in mekrine uğramaktan korkmuyor musun?” diyenlere, Mübarek diyor ki: “Ben bu makama gelipde bunları söyleyebilmem için Rabbimle aramızda yetmiş ahdi misâk vardır. Bana böyle bir mekir işlemi yapmayacağına dair.” buyuruyor. Kimi zâtlar böyledir.

Nitekim Seyyid Ahmedi İdrisi Hz.lerine de, irşad makamına gelen bir zât hakkında soruyorlar. “Bir zâtın mürşid olabilmesi için ne halde olması lâzım, arşı görse, levhi görse, şunu görse, bunu görse” diye sayıyorlar. Mübarek hayır, hayır, yeterli değil, diyor ve sonunda kendisi şunu anlatıyor. Ve şu ayeti kerimeyi okuyor:

لَّا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَٰنِ عَهْدًا ﴿٨٧﴾

(Meryem / 87)

Yani şefaate malik olamazlar. Ancak, Allahü Zülcelâl nezdinde bu hususta ahitleri olursa şefaate malik olurlar, ancak ahidleri olması şartıyla malik olurlar. Demek ki, bu dünyada bunlar ahidli olarak irşâd makamına gelirler. Evet, emrivaki ile geliyorlar ama şartları vardır. Şefaat yetkileri hakkında Allahü Zülcelâl ile bir ahdü misâkları vardır. Gelecekte kendilerine bağlanacak kimselere sahib çıkacaklarına dair, ve bir şefaat yetkilerinin olacaklarına dair, bu âyeti emmâre olarak gösteriyor. Bunu havi, buna sahib olmayan kimse irşad için yetkisizdir, yetersizdir diyor.

Nitekim, Hazreti Şahı Nakşibend bile bir türlü irşad makamına girmedi ısrarlara ve emirlere rağmen, acziyetini ve mahviyatını ortaya koydu.  Fakat, Allahü Zülcelâl sonunda: “Eğer girersen girersin, şayet girmezsen üzerindeki nimetlerimi tamamen alırım.” diyor. Böylesine bir tehditle irşâd makamına geliyor. Bu gibi misâller verilecek olursa çoktur, ancak daha fazla zihninizi karıştırmayalım.

 

SEYYİD TÂHÂ VE TEVECCÜH

 

Kardeşlerim;

Seyyid Tâhâ Hz.lerinin teveccüh meselesine gelince: Seyyid Tâhâ'nın teveccühü yapış şekli, müridanlar halka halinde olup, kendisi ortada bir nokta gibi oturur ve kalb muvacehesini yapar. Tabi Mübarek böyle bir güce sahib ki kalb âdeta bir ayna gibi karşı karşıya gelince, yansıtma bakımından onun nurunun yakıcılığı, karşısındaki kalbte olan nahoş ve batıl olan hicabları tamamen giderir. Bu da Âyet-i Celile ile sabittir.

بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ

(Enbiya /18)

yani, hakkı batıla vurdu mu, hak batılı tamamen yok eder. Amma mahveder, amma eritir, amma yakar ne yaparsa yapar onu yok eder.

İşte, teveccüh budur, bu şekilde olur. Şeyhin çok kabiliyet sahibi olması lâzımdır ki teveccüh yapılabilsin. Seyyid Tâhâ Hz. leh bir gün halkanın ortasına girerken bir bölümünü sırasıyla teveccüh ederek yürütmektedir. Seyyid Kadri dediğimiz zât da çok atılgan ve kendisinde varlık hisseden biridir. (Allah Rahmet eylesin) Kabiliyetli bir zât'tır. O da Seyyid Tâhâ'nın yardımcısı veya kendisi gibi o da teveccüh için bir bölüme giriyor. Teveccühü, Seyyid Tâhâ bir yönden yürütüyor, Seyyid Kadri de bir yönden yürütüyor. Sonunda Seyyid Kadri'nin anlattığı, “meğer Şeyh Alaaddin de bizim halkada imiş. Muvacehe yaptığımız halkada bana iki kişi kala Şeyh Alaaddin geliyor. Bu hale geldim diyor. O anda daha kendisine gelmeye iki kişi olmasına rağmen, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in makamında, Şeyh Alaaddine öyle bir muvacehe yaptı ki bizi olduğumuz yerde sarstı diyor. “Bizde muvacehe yapacak bir hal bırakmadı, o kadar tesirli idi ki bizi sarstı.” Artık bilmiyoruz, Seyyid Kadri bundan sonra teveccühe devam etti mi, yoksa olduğu yerde durdu mu? Orasını bilemiyoruz. Ancak, Seyyid Kadri diyor ki, bu hadiseden sonra Şeyh Alaaddin'in muvacehesini Seyyid Tâhâ'ya ve bana bırakmadı. Pirimizin kendi şahsına has bir işlemle yapılırdı. Bu hususu Seyyid Kadri böyle anlattı.

Tabi burada bir sır vardır. Dikkat edeceğimiz önemli bir nokta vardır. Seyyid Kadri buna şahittir. Acaba Seyid Kadri olmasaydı, Seyyid Tâhâ yoluyla olsaydı, Hz. Pir, bu muvaceheyi yine kendisi mi yapardı, yoksa Seyyid Tâhâ'ya mı bırakırdı, bu bilinmiyor. Filhakika Seyyid Kadri Hz. leri, Mübarek Şeyh Alaaddin'i muvacehe ederek kapasitede değildi, bu kesindir. Zira, Şeyhimiz benim meşrebim başka, onların meşrebi başka, her zaman söylerdi, defalarce kendisinden duydum. Mübarek Seyyid Tâhâ ile alâkalı anlatırken: “Kardeşim Seyyid Tâhâ sır karşısında ne kadar tâhâmmüllü, ne kadar güçlü olduğunu ve sırrını saklayabilen bir derya idi” diye buyurur. Fakat ötekilerini anlatırken “bir havuz gibiydiler” derdi. Havuz, kapasitesinden fazlayı taşırdığından üzerine fazla birşey ilâve edilmez. Çünkü taşırıyor, onun için, bilemiyoruz. Acaba Seyyid Tâhâ'nın muvacehesinde olsaydı yine bu muvaceheyi Hz. Pir mi yapardı, yoksa Seyyid Tâhâ mı yapardı, burasını bilemiyoruz. Amma Şeyhimiz Seyyid Tâhâ'yı çok meth ederdi. Ama Şeyhimizin seviyesinde midir, üstünde midir, altında mıdır bu meçhul, bunu bilemem. Fakat, Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun benim fehmime ve inancıma göre, Şeyhimizden duyduğumuz durumlara göre, Şeyhimizle Hz. Muhammed Ali Hüsameddin arasında câri hadiselere göre, VAllahil-azim, bu iki zât hemen hemen imâmeyn durumundadır. Yani kutbu medar, kutbu irşad durumundadır. Ama, hangisi hangi makamdadır, orasını bilemem. Ancak, Hz. Pir'in vefatından sonra Seyyid Tâhâ vardı. İki buçuk sene sonra kendisi de vefat etmiştir. Acaba Seyyid Tâhâ bu ğavsiyet makamına, riyaset makamına geçmiş de ondan sonra mı Şeyhimize geçmiştir, burasını bilemem, yoksa doğrudan doğruya Şeyhimize mi geçti bilemiyorum. İlmî yönden, mütalâa yönünden ölçü budur. Evet, işte bu Seyyid Kadri Hz. lerinin şahitliği ile bu hal bu şekilde cereyan etmiştir. Demek ki, Pirimizin, Şeyhimiz ile olan irtibatının daima Pirimizin tasarrufu altında olduğu ve devam ettirdiği kesindir.

İkinci meseleye gelince: Bu Seyyid Kadri ile alâkalı bir hadisedir. Hânikâdan ziyaret tamamlayıp ayrıldıktan sonra, Seyyid Kadri kendi maiyeti, heyeti ile, Şeyhimizse yalnız olarak dönüyorlar. Döndüklerinde birinci konakladıkları yer Hurma isimli bir yerdir. Orada kalmışlar, yatmaları için yataklar yapılmış âdetlerine göre, bir tane de ranza varmış yatmak için, Mübarek Seyyid Kadri ranzayı Şeyhimize teklif etmiş, Şeyhimiz de bu teklifi kabul etmemiş ve siz buyurun demiş ve kendisi o yerde serilen yataklardan bir tanesine girmiş. Tabi onlar yorgun olduklarından uyumuşlar. Fakat Seyyid Kadri bizzat kendisi söylüyor, uykum gelmedi uyuyamadım, bunda da bir hikmet vardır diye uyumadan uzandığım yerde dinleniyordum. O zaman içimin cızladığı bir hal peydah oldu, hayırdır İnşaAllah diye hayır yönünü taleb ettik. “Bunda da bilemediğim bir hikmet vardır” dedim. Bir an gözlerimi kapıya doğru çevirdim ve baktım ki iki kişi kolkola girmiş oldukları halde içeri girdiler. Baktığımda o içeriye girenlerden biri Mevlâna Hâlid diğeri ise Şeyh Osman Hz.leri, o halde odaya girdiler. Onlara içeri girdiklerinde benim içime doğan hal, bunların gelişleri, biz oradan dönüyoruz ya Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in icazet verdiği veya münâsib gördüğü şahsiyetleri kontrol etmek için gelmişler, bana öyle geldi. Mübarekler içeri girer girmez hemen Şeyh Alaaddin'in başına gittiler. Onun başında bulundukları süre içerisinde çok şeyler konuştular, çok şeyler söylediler. Tabi bu şekilde anlatıyor amma ne konuştuklarını bilemedi mi, yoksa bildi de gizli mi tuttu bilemiyorum. Orada bir miktar durduktan sonra diğer yatan kimselere de nazar ettiler, kontrolden geçirdiler. İçlerinde bir tanesi vardı ki Diyarbakırlı idi. Benimle beraber gelmişti. Tarikatı azizeyi yürütmeye gelmişti, tabi Diyarbakır'da biraz sözü geçen birisi idi. Tarikatı azizeyi yürütmeye biraz elverişlidir. Buna icazet verilmesini ısrarla ben istedim. Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'den ısrarla istedik ve aldık, dolayısıyla Mübarekler ona bakıp ondan sonra da benim yüzüme öyle bir baktılar ki gerçekten titredim diyor. O kadar da haşmetle baktılar ki ben titrediğim gibi aynı zamanda korktum. Bereket versin ceddimin yüzü suyu hürmetine bir zarara uğramadan işi geçiştirdik. Tekrar Şeyh Alaaddin'in başında bazı karar ve hükümler aldılar. Mübarek Seyyid Kadri o andaki hadiseleri aldıkları verdikleri hüküm ve kararları acaba biliyordu da gizli mi tuttu, yoksa mana yönünden oldu da farkına mı varamadı, onu açıklamıyor. Ancak, kendisi her zaman her üçünde de anlattı. Ben buna şahidim, Allahü Zülcelâl'ın huzurunda ve ceddimin huzurunda şahidlik yaparım.” dedi.

 

Aziz Kardeşlerim,

Seyyid Tâhâ ile Şeyhimizin tezleri aynı tezdir. Meşreb aynı meşrebtir. Kesinlikle aynı, hakkan söylüyorum. Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in halifeleri arasında bu iki zâtın üstünde kesinlikle bir zât yoktur. Ama Seyyid Tâhâ kimdir? Seyyid Tâhâ hakkında bu bilgileri veren Şeyhimizdir. Biz kendisini görmedik. Mübarek Şeyhimizin buyurduğuna göre daima Seyyid Tâhâ'yı bir çok önemli meselelerde ön plânda olduğunu gördüğüne göre, her zaman ön plânda anlattığına göre ve câri hadiseler üzerine sır sahibi ve son makama çıkmış, irşâd durumuna gelmiş, teslim ehli olduğu doğrultusundadır. Bunlar en yüksek rütbeli ve kaliteli olan zâtın aynı zamanda idarecilik yönünden Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in idaresi altında o dereceye çıkmış ve o hali ile vaktini geçirmiştir. Dolayısıyla Seyyid Tâhâ'nın üstünde bir ferd göremiyoruz. Şeyhimize gelince anlattığımız gibi onu hiçbir işte çalıştırmamış ve her zaman hükmü altında icraat yaptırmıştır. Acaba Şeyhimizi Seyyid Tâhâ'ya da mı havale etmemiş. Onu da bilmiyoruz. Zira, Seyyid Tâhâ'yı bu şekilde ancak o anlatabilirdi. Çünkü, bu gibi manevî vazifelerde alt kademedeki zât üst kademedeki zâtı keşfedemez. Üst kademedeki alt kademedekini keşfedebilir, onun için Seyyid Tâhâ'nın derecesinin ölçümünü ancak Şeyhimiz yapmıştır.

Şeyhimizi de ancak Seyyid Tâhâ tarif eder anlatırdı. Ama kendisini görmedik, ancak bizim fehmedebildiğimiz yönü Mübarek Hz. Ali Hüsameddin ile olan muameleleridir. Bunları göz önüne alarak, hem teveccüh babından, hem de gelen Mevlâna Hâlid ve Şeyh Osman'ın başında ve üzerinde duruşları ve çalıştırılmaması ve taşın kendi haline yuvarlanışı gibi haller Muhammed Ali Hüsameddin'in eli altında yetiştiği apaçıktır. Onun için şu anda ve tamamen inanacak bir duruma gelmeden hangisinin üstün olduğuna karar veremem. Onun için bu iki zâtın mutlak iki imam durumları vardır. Ancak Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'den sonra hangisi onun yerine geçmiştir, onu bilemiyorum. Şu anda buna karar veremiyorum.

Hatta Şeyhimiz Seyyid Tâhâ'yı ziyarete gittiklerinde Seyyid Tâhâ vefat etmişti. Oraya vardıklarında Şeyhimiz Ağabeyime şöyle diyor: “Mübarek Seyyid Tâhâ öyle bir zât idi ki, eğer müstakil bir yerde olsaydı bir hayli şöhreti olurdu. Ama muhammed Ali Hüsameddin'in gölgesi altında olunca gâib durumdadır.” Mübarek Şeyhimiz gibi evliya üzerinde hüküm ve karar veren hiçbir Şeyh görmedim ve duymadım. Mübarek sanki ölçücü gibi, umumiyetle onların durumları gayet ayar durumunda, Şeyh Musa Zevri hakkında karar verecek durumda ve derecede idi. Tabi muhakkak ki bir üstünlüğü var da bunları keşfedebiliyor ve söyleyebiliyor.

Buradan itibaren Şeyhimiz ile Seyyid Tâhâ Hz. lerinin durumlarını anlatmayı bırakıyoruz. Onları kendi haşalarına bırakırken, Allahü Zülcelâl'in bu Mübarek iki zâtın feyz ve bereketlerinden mahrum etmesin, feyz ve bereketlerine bizleri gark etsin. Dünya ve ahirette bizleri bunlardan ayırmasın. Sevgi, bağlılık ve beraberliğimizi dâim kılsın. Bu hadiseler üç devrede de Seyyid Kadri'nin şahitliği altındadır. Bu hususu burada noktalıyoruz.

 

Kardeşlerim,

Çok enteresan bir hikmet vardır. Bunu da anlatmadan geçemiyoruz. Biliyorsunuz ki Seyyid Kadri'nin ısrarı ile Diyarbakırlı birine halifelik icâzesi verilmiştir. Bunu hatırlayacaksınız ve Mübarek iki zâtın da Bu durumdan hoşnut olmadığını (Mevlâna Hâlid ve Şeyh Osman) çok haşmetli bir şekilde baktıklarını anlattık. Bu bir vakıadır. Seyyid Kadri'nin kendi deyişidir bu. Buradaki hikmet şu: Şeyhimizin Diyarbakır'da çok mahsubları vardı, bunlar gelir giderlerdi. Saygı revaç durumda idi. Fakat bu halife geldikten sonra kendi tezini yürütmeye ve bahusus Seyyid Kadri'ye meyletmeleri yönünde halka davet etmeye başlamıştır. Şeyhimizin Diyarbakır'a geliş gidişini çekememezlik gibi bazı halleri oldu. Ve Şeyhimizin taraftarlarını da kendi yanlarına çekmeye çalışıyordu, çünkü kendisi zaten Diyarbakırlı. Hatta ki bir hayli zengin bir yağ tüccarı vardı, şeyhimize karşı sevgisi saygısı olmasına rağmen halinde bir değişiklik olmuş. Şeyhimizin Diyarbakır'a gidiş gelişinde bakmaz olmuş, iltifat etmez olmuş ve onun evinde toplanmaya başlamışlar. Hülâsa, Seyyid Kadri Diyarbakır'a fazla gelip gitmeye başlamıştır. Bir tanesi de Kelekvan Mehmet Ağa, iri yan bir yapıya sahib çok kabadayı birisi onun gibi ihyan birisini daha görmedim. 1936-37'lerde bu da selvi yani kereste satardı. Hatta kendisi selvilerden bir sal yapar da, bu sala Dicle'de biner Cizre'ye giderdi. Esasen Şeyh Sâidi Meczubun mensubu idi. Hatta Hz. Ali Hüsameddin hayatta iken oraya dâhi gitmiştir. Hz. Pir dahi buna pehlivan diye lâkab vermişti. Çünkü çok ihyan çok güçlü bir durumu vardı. Allah rahmet eylesin. Bu kimse de eskiden Şeyhimize çok rağbet gösterir, saygı duyardı. Fakat bu da o tarafa meyletmiş, alâkayı kesmiş. Aslında Şeyhimiz bu gibi şeylere hevesli de değildi, ama bu tarikatın gayretliğidir. Mübarek Ali Hüsameddin Hz. lerinin Şeyhimize olan gayretkeşliğidir. Bir kere bu yağ tüccarı dediğimiz kimse, Allahü Zülcelâl şahittir, fazla sürmeden giydiği pantolonun dizleri üzeri fitil fitil haline gelmiş, kirli paslı bir durumda. Yani batmış ve bu hale düşmüş.

Kelekvan Mehmet ağanın hadisesine gelince, vAllahi Diyarbakır'da sevilen sayılan bir şahsiyetti, ama ondan sonra bu rağbetten düşmüştür ve sevilmez bir hale gelmiştir. Bir çoklarında bu durumu gördük. Sonradan sebeblerini düşünürken öğreniyoruz ki Mübarek nazarlarını üzerlerinden çekmiş, kaldırmıştır. Hatta kendi ağabeyinin oğlu olsa dahi durum aynı idi. Nazarını kaldırdığı an rağbetten düşmüşlerdir. İşte bu Kelekvan Mehmet Ağa son devrelerinde hasta düşünce Mübarek Şeyhimiz Diyarbakır'a gittiğinde Mübarek çok rauf, şefuk atuftur. Hastayı ziyarete gitmek bize düştü diye onu görmeye gitmiş. Hatta oğlu, “bunlar bize karşı böyle durup dururken niye gidiyorsun?” diye itiraz ettiği halde, oğluyla beraber onu görmeye gitti. O da Şeyhimizin geldiğini görünce şaşkın bir halde, “Kendisine karşı olduğum halde hasta halimde ziyaretime geldi.” diye şaşırmış, her ne ise uzatmayalım. Daha Şeyhimiz orada iken (yani Diyarbakır'dan ayrılmadan) Mehmet Ağa vefat etmiş, Allahü Zülcelâl Rahmet eylesin. Mübarek Şeyhimiz cenazeye iştirak etmiş. Şeyhimizin buyurduğunu aynen söylüyorum. Millet dağıldıktan sonra, Hafız Abdurrahman isminde birisini (kendisi Siirt'li) mezarın başında Tebâreke okutmak için oturtmuşlar. Millet gittikten sonra Şeyhimizde başında dikeliyor. O anda şimşek gibi bir nur peydah olmuş, hatta o Kur'an okuyan Hafızı sarsacak kadar şiddetli ve aleni geliyor.

O hafız okumayı bitirdikten sonra Şeyhimize diyor ki: Şeyh Efendi, bu zât ne büyük zâttır şöyle bir nur geldi, şöyle oldu, böyle oldu diye Şeyhimize anlatmaya başlıyor. Şeyhimiz de, öyle mi, MaşaAllah siz Hafızıl Kur'an'sınız size bu gibi şeyler görünmüş olabilir, diyor, hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi duruyor.

Ama Şeyhimizin bize anlattığı şu şekildedir: Mübarek dedi ki, “hiç kimse ne Şeyh Said, ne de Seyyid Kadri kesinlikle başına gelmedi, bomboş durumda idi, hiç kimse sahib çıkmadı.” Fakat, Mübarek Şeyhimiz öyle mi ya, Hazreti Sıddık'ın meşrebinde yaşıyan bir kimse, Hz. Sıddık hakkında Rasulullah “Ümmetimin içinde en rauf, en şefuk olan Rauf sıfatı ile mevsuf olan kimse Hz. Sıddık'tır.” İşte, bu sıfatla mevsuf olan Şeyhimiz, Hz. Sıddık'ın bir zerresi üzerinde olunca, buna dayanamamıştır. (Elhamdülillah) Çünkü, Mübareğin esasen kendisine karşı böyle soğuk davranışları sebebiyle onlar dahi Seyyid Kadri ve diğerleri gelmeye yüz bulamıyor ve gelemiyorlar da, sanılıyor ki (bu halleri daha muteber olduklarındandır), hayır aslında öyle değil, ama Şeyhimiz buna razı olmadı. Onların gelmediği gibi Hz. Ali Hüsameddin de gelmiyordu, ne zaman ki Şeyhimizin üzerindeki nahoşluk halleri kendi üzerine atfedilişi ve hukuku sebebiyle, kendisine karşı her hangi nahoşluk hallerinin olmadığını Allahü Zülcelâl'e karşı affedince şimşek gibi geldiği görülen o nur Hz. Şah idi. (Kuddise sırrıhul aziz) Onun gelişi ise, Şeyhimizin hayrat ve bereketiyledir. Bu hal bu şekilde cereyan eder, sonra Seyyid Tâhâ gelmiştir. İşte enterasan dediğimiz budur. Oradaki Mübarek zevatın bunu tasvib etmeyişleri ve Seyyid Kadri'ye haşinli bir şekilde bakmalarının sebebi de budur. Çünkü, Şeyh Alaaddin'e karşı oluşuna asla rıza göstermemişlerdir.

 

HZ. EBUL VEFA (K.S.)

 

Kardeşlerim;

Şeyhimiz Mübarek, hayatta imandan sonra, en büyük nimeti yani Nimet-i Azime olarak gördüğü şey, Hz. Pir ile karşılaşması olduğunu anlatmıştık. İşte bu nimeti azimedendir.

Fakat, vefat eden yani geçmiş zevâtdan da rast geleni ile değil, en büyük zevatla irtibatı olurdu. Bunları ziyaret eder veya onlar hakkında konuşurdu. Bu zâtlardan bir tanesi, Tâc ül Arifin Ebul Vefâ Hz. leridir. Memleketimizde bulunan değerli bir şahsiyettir. Tâc ül Arifin lâkabı ilk defa Arifler tarafından kendisine lâyık görülmüştür. Aynı zamanda Şeyhi de Muhammed Şenbekî Hz.leridir. Kendisine intisab ettiği gün Ebul Vefâ hakkında şöyle buyurmuştur: “VAllahi şu ana kadar benim oltama düşen av, kimsenin oltasına düşmemiştir.” Ebul Vefâ acayib zâtlardandır ki Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) diğer enbiyaya göstererek: “Bunun bir benzeri ümmetlerinizde var mıdır?” dediği bir şahsiyettir. Ariflerin buyurduklarına göre, eğer Ebul Vefâ denildiği zaman, saygı, sevgi ve hürmet gösterilmezse o kişilerin yüzlerinin etlerinin dökülmediğine hayret ederiz. Böylesine mübarek ve celalli bir zât, çok acâyib halleri vardır. Onun akvâli fehmedilemez derecededir. Tabakatta olsun, başka yerlerde olsun, hatta bir gün uyuduğu halde gelmişler de, hem Ebul Vefâ'yı ziyaret edecek hem de bazı sorular soracaklar, uyandıktan sonra anlatıyorlar: “Efendim, şöyle şöyle şunun için geldik” diyorlar. Mübârek: “Fesübhânellah, eğer böyle bir Şeyh ise, mürşid ise ve ona soru sorulacaksa ille de uyanık olması şart değildir. VAllahi tenimin her zerresi sizin sorularınıza cevab verir.” diyor.

Hülasa, böylesine bir acayib zâttır. Irak muhitinde onun benzeri nâdirattandır. Nitekim Gavsul Âzam da yeminle söylüyor ve diyor ki:

لايوجد على باب الحق كردى مثل ابى الوفاء

 “Bu muhitlerde Hak kapısı üzerinde Ebul Vefâ'nın benzeri yoktur” diyor. Hülâsa çok celalli çok dirayetlidir. Hicri 502 senesinde vefat etmiştir. Ğavsûl Âzam ise 561 senesinde vefat etmiştir. Aynı asırda yani Gavsul Âzam'ın devresi henüz başlamadan evvel görüşmüş konuşmuşlardır.

İşte Şeyhimiz de bu gibi zâtlara iltifat eder, rağbet gösterirdi. Dolayısıyla bu Mübarek zât memleketimizde bulunuyor. Ve zamanla bir vali geldi de kabirlerin üzerindeki işaret ve benzeri şeyleri yok etti. Çünkü, mezarlığın karşısında ev yaptırdı. Evinin karşısında bu gibi şeylerin görünmesini istemedi. Arada bir cadde var, alt tarafta Ebul Vefâ'nın kabri ve diğerleri, yolun üst kısmında tepede de o valinin evi var, bu şekilde yapıldı. Tabi bayramın yaklaşması sebebiyle o zaman elektrik olmadığından evi için aydınlatmak gayesi ile bir jeneratör hazırlıyorlar. Bu valinin evliyaya karşı biraz zıddiyeti vardı, vaktiyle Tillo şeyhlerinin sandukalarının üzerindeki örtüleri kaldırmış, hayatta olan bazılarının sakallarını kazıtmış, bu gibi bir çok nahoş icrââtları vardı. Günün birinde Ebul Vefâ'nın kabrine de aynı şeyi yaptığında Şeyhimizin yanında oturuyorduk, bayramda yaklaşıyordu. O anda Tâhâ isimli birisi geldi, çok üzüntülü bir hâli vardı, söylenerek geliyordu. “Efendim, Ebul Vefâ'nın kabrini bu hale getirdi, çok zalim bir kimsedir, bu nasıl olacak, nereye kadar böyle gidecek” diyerek Şeyhimize istimdâd ediyordu. Mübarek Şeyhimiz şöyle buyurdu: “Tâhâ, ne diyelim, Ebul Vefâ ki, kendisi değil, vAllahi kemikleri dâhi Allahü Zülcelâl yanında Arşından daha kıymetlidir.” Böyle olunca da artık Rabbimiz bilir dediği zamanda, inanın ki bayramı dâhi yapamadan devlet emrine alındı ve gidiş o gidişti, akıbeti ne oldu orasını bilmiyoruz.

 

Aziz Kardeşlerim,

Ebul Vefâ ile Şeyhimizin bulunduğu yer arasında bir tayyare meydanı vardır, askeriyenin hükmü altındadır, eğitim alanları ve otlak yerler vardır. Askeriyenin dışında oraya kimse girmiyor. Karşısında da askerî kışla var. Fakat, caddeler yapılınca, yeni yollar açılınca Şeyhimiz Ebul Vefâ'yı ziyarete gideceğinde ya o dolambaçlı yoldan dolanarak gidecek, ya da kestirmeden gidecek ki o da tayyare meydanına bir baştan girip öbür başkan çıkacak.

Ramazan münasebetiyle, esasen Ramazan'da Mübarek Şeyhimizin evinde kız kardeşimiz var, Elhamdülillahi Tealâ yakınımız, yani akrabamızdır. Babamla dünür olurdu. Dolayısıyla bu iç âlemi de bu halden, bu seviyeden biliyoruz. Mübarek Ramazan'da sahuru yediğinde kalkıp gidiyor. Her gün böyle kalkıp gidince bir bakıyorlar ki, görüntüsü caddeye çıkıyor. Bir de bakıyorlar ki tayyare meydanına giriyor, halbuki oraya girmek yasaktır.

Buna rağmen tayyare meydanına gider, bir kısmına varınca Ebul Vefâ ile buluşur. Tabi onlar Ebul Vefâ'yı görmezler, fakat, askerî nöbetçileri Şeyhimizi görüyor, amma bir şey söylemiyorlar. Karşısındaki Valinin evinde, kulübesinde nöbet tutan bekçi de aynı hadiseyi görüyor. Böyle birisi geliyor, geliyor ama Ebul Vefâ'nın yanına kadar gelince hemen kayboluyor. Bazı mezbahacılar vardı. Her gün sabahları çok erkenden gidiyorlardı. Onlarda bu hale şahit oluyorlar. Orada bir kimse dikeliyor, bir de bakıyorlar ki kaybolmuş, diyorlar. Ramazan boyunca her gün sahurdan sonra Mübarek oraya gider kaybolur, sonra da orada peydah olur gelir. Bu hale de ne asker ne de gayrisi hiç kimse bir şey diyemez, diyemiyordu da. Hülasa, böyle acayib haller olunca Mübarek Ebul Vefâ hakkında şöyle buyuruyordu: “Ebul Vefâ öyle bir celâliyet sahibidir ki insan onun nurundan boğulacak dereceye geliyor.” Şeyhimizin böyle buyurduğuna ben şahidim. Bu hadiseden sonra bir gün Şeyhimizin arkasında bulunuyordum. Bir kabrin başında idi. Arkasından bakıyordum. VAllahi Mübareğin sakalı diken diken olmuş gibi dikiliyordu. Bir acayib hale geldi. Onun için Mübarek bu gibi kimselerden haz duyardı, bu gibi kimselerle irtibat kurardı. Yoksa öyle rast geleni pek mühimsemezdi. Ne başka diyarlarda gezerken, ne de memlekette, hep bu halde idi. Üveys Hazretleri gibi...

 

HZ. ŞEYH MUSA ZEVRİ (K.S.)

Birinde de ağabeyimle beraber Mardin'den Diyarbakır'a geliyorlar. Orada Şeyh Musa Zevri Hz.leri yani Musa ibni Hâni isimli bir zât vardır. Çok meşhurdur. Sultan Musa da derler. Hatta çokları Şeyhmus diye de lâkab vermişlerdir. Şeyhmus çok muazzam bir zâttır. Çünkü, Gavsul Âzam Hz. leri Şeyhmus doğduğu zamanda Bağdad ahâlisine ilân ediyor ve diyor ki:

يااهل بغداد اليوم طلعت شمسى ماطلعت الى الآن قط

Yani, “Ey Bağdad ehli, bu gün öyle bir güneş doğuyor ki bu güne kadar böyle güneş daha doğmamıştır.” Soruyorlar kimdir bu güneş diye. O da “Musa ibni Hâni” diye söylüyor. Hatta Şeyhmus zamanla yetişip hacca gittiğinde Bağdadlılar görüşmüşler karşılamışlar ve kendisine karşı çok saygı ve sevgi göstermişler. Bu sevgi gidişinde de, gelişinde de olmuş. Şeyhmus'un işleri çok acayibtir. Bu Şeyhmus öyle bir Şeyhmus ki, bir gün Mardin'de bir yangın oluyor. Yangını söndüremiyorlar. Şeyhmus elindeki bastonu veriyor yanındakilere, bunu alın gidin, ateşin olduğu yerlere vurun. Ateşin olduğu yerlere giremezseniz, bu bastonu o ateşli yerlere atın diye tembih ediyor. Bastonu alıp gidiyorlar ve bastonu vurdukları yerdeki ateş sönüyor, giremedikleri yerlere de atıyorlar ve ateş sönüyor. Neticede yangını söndürüp tamamen hallettikten sonra bastonu alıp geliyorlar. Amma bastonun üstünde hiç bir pürüz yok, aynen verdiği gibi getiriyorlar. Çok acayiblerine gider ve derler ki: “Efendim, bu kadar ateşi söndürdük, o kadar da ateşin içine attık, amma hiç yanık falan yok, bunun hikmeti nedir” diye ısrar ederler. Ve Mübarek der ki: “VAllahi bu fakire halkı irşad ile emrivaki olduğunda Rabbimden istediğim şey, eli elime değen bir kimseye ne dünyada, ne de ahirette yakmamaklığa ahdim vardır. Allahü Zülcelâl ile aramızda ahid böyledir, bu bastonu da elimde tuttuğum için bu da onun eseridir” diyor. Hatta, beşikteki bir çocuğa “ey oğlum falan şeyi oku” dediğinde hemen okurdu. Büyüdüğünde de aynı elfazla okurdu.

İşte böyle bir Şeyhmus, bu Mübârek'in ezanı Muhammediye'ye karşı büyük bir aşkı vardı, vefat edip kabre konurken, defnedileceği zaman kabre yatırmışlar, kabri tefsiye etmeye çalışıyorlar. Tam o anda müezzin Allahü Ekber der demez, Şeyhmus hemen ayaklanıyor. Şeyhmus'un ayaklandığını gören halk darmadağın oluyor ve Şeyhmus'un kabri tekrar kendiliğinden kapanıyor. Ve Şeyhmus'a ne oldu, ne haldedir. Bunu kimse bilmiyor. Mübareğin tabakatta da ve diğer kitablarda da kerametlerinden bahsediliyor, bu Şeyhmus işte böyle Mübarek bir zât.

İşte, Şeyhimizle Ağabeyim bir gün Mardin'den Diyarbakır'a gelirken, Şeyhimiz Şeyhmus'u ziyaret etmeyi arzuluyor. Ağabeyimin anlattığına göre, ziyaretine geliyorlar. Şeyhimiz biraz ayakta durduktan sonra oturdu ve bağdaş kurdu. Biraz durduktan sonra benim aklıma gelen yolumuza devam etmekdir. Çünkü yoldayız, niyetimiz bu idi, bize bu hal geldiği zaman Mübarek Şeyhimiz bize şöyle emir buyurdu, “bu gece buradayız” dedi. Artık olup bitenin mahiyetini anlamadım. Çünkü, biz gelip geçici olduğumuz halde burdayız diyor. Demek ki Mübarek davet etmiş ve davetini kabul etmiş. Mübareği göndermiyor. Hülasa, o akşam orda kaldık. İnanın o akşam orda o kadar büyük bir kalabalık oldu ki, etraftaki köyler ve o civardaki herkes Mübareğin ziyaretine geldiler. Öyle kalabalık ki sanki davet edilmişler gibi ve öyle bir gece geçirdik. Ve dedi ki: “Siz bu Mübarek zâtın komşusu olmanız hasebiyle, bir de hizmetiniz yönünden, saygı ve O'na karşı olan muhabbetiniz sizleri cennete iletmeye sebeb ve vesile olacağını umarım.” dedi.

O gece orada kaldık, çok hoş bir gece geçirdik. Ertesi günü harekete geçerken yolda kendisine sordum, efendim nasıl bir zâttır bu dedim. Şeyhimiz “Mübarek Hazreti Ali Hüsameddin'in tezine benzer bir tezi vardır. Gerçekten velayet fenninde bir fen bırakmamıştır.” dedi.

Marufu Kerhiye gelince: onun hakkında da Mübarek şöyle buyururdu: “Marufu Kerhi kabirde olduğu halde öldüğünü bilmez. Mahşer gününde dahi meleklerin koltuğunda gelir geçer. Ve neticede cennete girip de cemali bâ kemaline mazhar olunca o zaman kendine gelebilir. O ana kadar kendinde hiç bir hissiyat yok” diye bunu da bu şekilde anlatırdı. Onun için Mübareğin bu gibi zâtlarla irtibatı olur, ziyareti olurdu. Öyle rast geleye koşmazdı.

Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin Ks. Aziz bu dünyadan göçtükten sonra Şeyhimizin Irak'a bir kaç seferi vardır. Ziyaretine gidip gelirdi. Fakat bir seferlerinde gidişlerinde beraberinde 3-4 kişi vardı, bunlardan birisinde ağabeyim Hacı Alaaddin de vardı. Evlâdları ve başkaları da vardı. Hülâsa bir sefer ki gidişlerinde yolda giderken yoğurdun dışında bir yiyeceği, kendi yemediği gibi yanındakilere de yedirmedi. Tabi içlerinde birisi biraz yemek heveslisi idi: “Efendim, benim gözlerim görmez oldu bize hiç et, kebab gibi şeyler yedirmiyorsun. Eve dönünce sizi anneme söyleyeceğim.” diye Şeyhimize latifede bulundu. Tabi Mübarek Şeyhimizin yanındakilere karşı, dedesinin torununa karşı olan sevgi ve hoşgörüsü gibi hoşgörülü bir hali vardı. O da onlara o şekildeki sözlerini hoş görür ve biraz da böylece idare edelim diye karşılık verirdi. Netice olarak ziyaret yerine yakalaştıkları zaman bu kişi fazlaca ısrar etti: “Efendim, bunda muhakkak bir hikmet vardır. Hiç sebepsiz bunu yapamazsınız, Elhamdülillah cömertsiniz. Ve bu gibi şeyleri de hiç esirgemezsiniz. Neden bize hep yoğurt yediriyor, başka bir şey yedirmiyorsunuz.” Mübarek Şeyhimiz şöyle cevab veriyor:

“- Ziyaretine gideceğimiz şahsiyet biliyorsunuz ki hayatı boyunca ayrandan ve arpa ekmeğinden başka bir şey yemedi. Biz de hiç olmazsa bari saygımız olsun, bir nebzecik olsun ona uymaya gayret edelim, bu sebeble böyle yaptım” diyor. Mübareğin Şeyhine karşı olan saygı ve itibarına dikkat edin.

 

HZ. BİLALİ HABEŞİNİN MEDİNE'DEKİ EZANI

Hülâsa, oraya vardıkları zaman Mübarek Hz. Muhammed Bahaddin de vardı. Bu meyanda Şeyh Alaaddin gelmiş diye Seyyid Muhammed Halil ve benzerleri Hz. Şah devresini değerlendirme yönünden biraz daha heyecanlı halleri vardı. Hatta Seyyid Muhammed Halil, Mübarek Şeyhimizi görür görmez bir tek lâfız dahi konuşmadı. Mübarek orada bir baştan öbür başa gidip geliyor, bir müddet böyle gidip geldikten sonra, ortadan kayboldu. Artık ne haldedir kimbilir. Hz. Ali Hüsameddin'in devresini mi hatırladı, ne oldu ise, ne ise çok tesirat verdi. Teşbihte hata olmasın Mübarek Hz. Bilal (ra) Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın irtihalinden sonra dayanamadı Şam'a gitti. Bir gün "Ya Bilal hiç özlemiyor musun?" dediler. Mübarek tekrar Medine'yi Münevvere'ye ziyarete geldi. Medine'de ezani Muhammedi okuması için çok ısrar ettiler, ama o okumadı. Fakat, Hz. Hasan ve Hüseyin (ra) illâ bir ezan okuyacaksın diye rica edince de isteklerini kıramadı. Mübarek öyle bir ezan okudu ki Medine'yi Münevvere halkı âdeta Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın son günkü durumunda nasıl idi ise aynen o günkü gibi bir heyecana gark oldu ve Hz. Bilal de "eşhedü enne Muhammeden Rasulullah" dediği gibi kendinden tamamen geçti ve dayanamadı.

İşte bu minval üzere Hz. Ali Hüsameddin'in ve Şeyhimizin de orada oluşu, o eski ahengi, huzuru, eski hali hatırlamalarının milletin üstünde büyük etkileri oldu. Hz. Muhammed Bahaddin bile Şeyhimize karşı diz çöküp oturdu. Mübarek Şeyhimiz de Şeyhimin oğludur diyerek saygısından O da aynen diz çöküp oturdu. Her ikisi birbirine; "efendim rahat edin, rahat oturun" dedikleri halde her ikisi de rahat oturmadılar, diz çöküp oturdular ve birbirlerine karşı olan saygı o şekilde devam etti. Mübarek Şeyhimizin daima söylediği şu idi: "Mübareğin bizden razı olduğunu bir bilsem bundan başka bir emelim yoktur." Yani gayesi, Şeyhimiz Ali Hüsameddin Hz. lerinin kendisinden razı olup olmadığını bilmektir. Muhammed Bahaddin kendisini teselli ediyor ve diyor ki: "Şeyh Alaaddin, VAllahi babamın size gösterdiği yakınlığı, sizlere karşı olan sevgiyi ve razı olma yönünden sizden başkasını VAllahi görmedim. En çok sevdiği, razı olduğu sizsiniz, bundan müsterih olunuz. Size yapılan hizmet bize yapılmıştır, hiç ayrım yoktur." Yani Muhammed Bahaddin, Şeyhimize babamın sizden daha fazla razı olduğu hiç bir fert görmedim diye Şeyhimiz bu şekilde teselli eder. Sohbet bu şekilde cereyan etti.

İşte bu şekilde ziyaret bittikten sonra Şam yolu ile geri geldiler. Şam'a geldiklerinde ağabeyimin anlattıklarına göre Mübarek hiç bir kabre yaklaşıp da o kabri veya kabre ait herhangi bir şeyi öptüğünü görmedim diyor. Ancak Yahya (as) kabrine vardığında üzerindeki örtülük olan bezi eteğine aldı ve öptü, bunu gördüm diyor. Bir de Bilali Habeşinin (ra) kabrine geldiğimizde Mübareğe çok acayib bir hal oldu, halden hale geçti. Ordan çıktığımızda Şam'da hiç değilse yirmiye yakın dükkâna girdi çıktı. Bir şeyler alacakmış gibi konuşuyor, bir şeyler almaya çalışıyor. Sonradan anladım ki gayesi herhangi bir şey almak değil, âdeta üzerindeki o hali geçiştirmek, o halden kurtulmak için bunu yapıyor. Çünkü diğer bölümlerde Bilal-i Habeşi ile ilgili hususu anlatmıştık. Pirimizin o anını hatırladığında acayib bir hale girmişti Mübarek...

 

Hz. MEVLÂNA HÂLİD'İN KABRİNİ ZİYARET

 

Kardeşlerim;

Bu dönüşte bir gün de Hz. Mevlâna Hâlid'e (ks) tahsis olundu. Mevlâna Hâlid'i Bağdadi'nin kabri Salihliye denilen yüksek bir tepededir. Şam'a hakim bir vaziyettedir. Yolun bir kısmı araba ile gidilir, ondan sonra merdiven basamakları ile çıkılır.

Hülâsa, merdiven başına vardığımızda arabadan indik, merdivenleri çıkmaya başladık. Baktım ki Mübarek Şeyhimiz merdivenin bir tanesinde dikeldi durdu, ve hemen oturdu. Orada Şeyh Salih isminde bir zât var, takriben elli yıldır Mevlâna Hâlid'in türbedarlığını yapıyor. Aynı zamanda oradaki Camiinin hem imamı, hem de tedrisatla meşgul çok âlim, mübarek zât, bu mübarek zât'ı ilk görüşümüzdür. Mübarek Şeyhimizin durduğu yerde biz de durduk, bekliyoruz. Mübarek Şeyh Salih bizi oradan çağırdı, "siz gelin gelin, orada durmayın" diye bize emir buyurdu, biz de o çağırınca gittik. Yanına vardığımızda bize sormaya başladı, "bu zât sizin neyiniz oluyor" dedi, biz de "Şeyhimiz olur" dedik. Artık inceden inceye sormaya başladı, sonunda biz de ona "bu kadar inceden inceye niçin soruyorsunuz, bunun üzerine niye bu kadar duruyorsunuz?" dedik. O da: "VAllahi elli yıla yakındır ben buradayım, şarktan garba varıncaya kadar çok zâtlar geldi ve gittiler, fakat, Mübarek Mevlâna Hâlid'in bu zâta gösterdiği al'aka ve iltifatı bir başkasına gösterdiğini bu güne kadar görmedim." dedi. "Çünkü, bu zât o merdivenin başına dikeldiğinde Mübarek onu kendisi karşıladı, orada muanaka (birbirinin boynuna satılma, kucaklaşma) yaptılar ve orada oturdular. Ben onun için sizleri çağırdım, sizin beklemenize gerek yoktu." İşte oradaki karşılama bu şekilde cereyan etmiştir. Mübarek Şeyhimiz sonra kendisi de teşrif edip geldi. Şeyh Salih de kendisine büyük saygı gösterdi. Velhasıl ikindiden sonra akşama doğru şehre ineceğiz, Şeyh Salih o zaman: Efendim, nereye gidiyorsunuz, burası sizin evinizdir. Buranın sahibinin en çok sevdiği ve hoşgördüğü şahsiyetsiniz. Burada kalmanız gideceğiniz yerden daha üstün ve rahattır." der. Şeyhimiz hiç bir zaman külfet taraftarı olmazdı, size külfet olmayalım diye gitmek istiyoruz, dedi. Şeyh Salih de: "Efendim, sizler için külfet olmadığını ilân ediyorum ki bu Mübarek zâtı memnun etmek istiyorsanız, burada kalın, şehre gidip otel ve benzeri yerlere niye gidiyorsunuz ki? Allahü Zülcelâl'ın oteli hak oteli, Mevlâna Hâlid'in oteli olduktan sonra başka yere niye gideceksiniz?" dedi. Bu ısrar karşısında külfet olmayacağı kanaati ile orada kaldık. Akşam olunca akşam ezanını Şeyh Salih kendisi okudu, Şeyh Salih imametliği ise Şeyhimize teklif etti ve ısrarla imam olmasını rica etti. Şeyhimiz bu gibi şeylere pek taraftar değildi, kim olursa olsun arkasında namaz kılardı. Şeyh Salih de ısrar etti, siz buranın imamısınız, imamlık sizin hakkınızdır diye. Şeyh Salih sonunda şu kelimeyi kullandı. Efendim:

اذاحضر الماء بطل التيمم

"Su bulunduğunda teyemmüm iptal olur, öyle değil mi efendim?" "Evet öyle" dedi. "Şu halde imametlik sizindir efendim" diye buyurdu. Şeyhimiz imam olup akşam namazı kılındı ve o gece harika sohbetler oldu ki ancak o kadar olur. Şeyh Salih de bir tarih gibi orada bulunduğu zaman içinde gördüğü harikalıkları anlattı. Fakat Şeyhimize karşı büyük bir iltifatı vardı, o gece orada kaldık, sabahleyin yine sohbete devam ediyorlar, Şeyh Salih Mübarek Şeyhimize şöyle dedi:

“Efendim, bu fakir hem kalb gözü ile hem de baş gözü ile şahittir ki, bu Mübarek zât bilhassa Cuma gecesi âdeta bir hatmi hâcegâh yapar. Mübarek şöyle oturur, etrafında halka halka, her halka diğer halkadan yüksektir, bu yerden semaya kadardır. Evliya olsun, başkaları olsun bunların hepsi Mübarek "hu" diye buyurduğunda onların hepsi bir ağızdan "hu" diye buyururlar. Bu gibi zikirleri ve halleri vardır." Mübarek Şeyhimiz de şöyle buyurur: "Mübarek Mevlâna Hâlid dünyanın neresinde hatme yapılırsa yapılsın, geçerli olduktan sonra Mevlâna Hâlid'in haberi olur. Ondan haz duyar, sever de. Mübareğin onda payı vardır." diye buyurdu. Şeyh Salih sorar: "Efendim, ben takriben elli senedir buradayım. Bu zâtın size gösterdiği iltifat ve yakınlığı başkasına gösterdiğini görmedim. Bu yakınlık nereden geliyor acaba?" Şeyhimiz Mübarek: "Biz fakir kimseleriz, bu Mübareğin iltifatlarına lâyık değiliz, misafire ikram yönünden Mübarek çok âlicenâbtır. Onun âlicenâblığındandır. Yoksa biz âciz kimseleriz" diye anlatır.

Şeyh Salih der ki: "Ben senelerdir buradayım, size gösterdiği yakınlığı başka birisine gösterdiğini görmedim. Muhakkak ki bir sebebi vardır efendim." Mübarek şöyle buyuruyor: "Bu bir nimeti azimedir, bu inkâr edilemez. Mübarek Mevlâna Hâlid ile benim aramda iki zât vardır." Şeyhimiz iki kişi var deyince Şeyh Salih: “Allah Allah, MaşAllah efendim nasıl olur da, bunca zaman geçmişken aramızda iki kişi var dersiniz?" Birincisi Şeyh Osman Hz.leri ki Mevlâna'nın ayan ve akdem halifesidir, ikincisi de babam Muhammedül Hazin (ks)dir. Şeyh Salih Mübarek, "Allahü Ekber" diyerek demek ki sebebi hikmeti budur. Mübarek Şeyhimiz "bu durum dünyada hemen hemen nadirattandır" diye buyurmuştur. Şeyh Salih de durumu görünce tasdik etmiş, aralarında iltifatlaşmışlar, bu harikalıklar cereyan etmiş ve bu ziyaret de bu şekilde nihayet bulmuştur.

 

MUCİZE VE KERAMET

 

Aziz Kardeşlerim,

Evliyanın kerametleri ve Enbiyanın mucizeleri her ikisi de haktır. Mucize, karşısındaki inkarcıyı âciz bırakmak için gösterilir. Çünkü, bir Nebinin davetine icabet etmek mecburidir. Onun için Nebi'de hem masumiyet var. Çünkü Nebinin davetinde tereddüd yoktur, doğru mu değil mi diye. Tamamen masumdurlar. Mucize göstermekle de sorumludur. Madem ki Nebinin davetine icabet zaruridir, o zaman karşısındakini, ama bilgisizliğinden, ama inadından veya başka sebeplerden dolayı inandırması ve aciz duruma getirmesi için mucize göstermesi zaruridir. Bunu yapmasından da sorumlu değildir. Keramet ise, mensub olduğu Nebinin mucizeleri ne ise aynısını keramet olarak bir velinin göstermesi mümkün ve haktır. Cenabı Rasulullah, diğer Nebi ve Rasullerin mucizelerinin aynısını, hatta daha fazlasını, daha büyüklerini nasıl göstermiş ise; ümmeti'nin de diğer ümmetlerden kerameti çoktur. Çünkü bu kuvvet Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın kuvvetidir. Veli, mucizelerin taklitçiliğini yapar, bilhassa ale kademi Nebi olan, yani Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Seliem)'ın kademi üzere olan bir şahsiyetin, tüm mucizeler karşısında keramet göstermesi mümkündür. Onun için bu velinin kuvvetidir, daha doğrusu velinin mensub olduğu nebinin kuvvetidir. Bu onu ortaya koyar, dolayısıyla keramet göstermek şartlıdır, kerameti kendi nefsi için göstermesi zarar'dır, Veli'nin kendisine zarar verir, hatta velayetten çıkabilir, fakat keramet göstermesini gerektiren bazı haller vardır. Bunun da maddî ve manevî yönü vardır. Maneviyatına yani tarik ehline karşı bir zarar gelecekse ve keramet göstermediğinde maneviyatına bir zarar verecek ise, iftiraya uğrayacak ise veya maddiyatına zarar verecek ise o zaman keramet göstermesi caizdir ve göstermesinde de sorumludur. Çünkü bu bir emrivaki durumdadır.

Misal olarak iki hususu anlatayım. Birincisi Muhammed Farise Hz. devresinde Şemseddini Cezeri, Timur ile beraber Bursa'ya o muhitlere gitti. Şeyh Muhammed Şemseddini Cezeri Hz.leri oraya varınca bazı âlimler Muhammed Farise'yi çekemiyorlardı, çünkü bazı tarik ehli ile fukaha arasında bazen nahoş haller doğabiliyor, anlayamadıkları bir şeyi inkâra kalkarlar, veyahut da karşı çıkarlardı. Dolayısıyla Muhammed Farise Hz. leh hakkında bazı âlimler Muhammed Şemseddin'e diyorlar ki: "Efendim çok güzel hadisler söylüyor, ama hadislerin bazılarının mesnedlerini bulamıyoruz. Senedsiz ve mesnedsiz olarak gösteriyor, tabi biz de kendisine bir şey söyleyemiyoruz. Sizin hayrat ve bereketinizle bu hadis konusunda şöhretiniz var. İhtisas sahibisiniz, size karşı saygısı olduğundan belki sizi dinler, tavsiyenizi kabul eder" derler. O Zamandaki Emir (Sultan) şöhret sahibi âlimleri çağırır hatta Muhammed Farise'yi de davet eder. Tabi bu mecliste şöyle bir hadise cereyan eder. Muhammed Farise bazı hadisler okur. Muhammed Cezeri çok basitten alarak, senedi sahih değil zayıftır veya buna benzer sözlerle karşılık verir, olayı çok basitten gördüklerinden dolayı Muhammed Farise durumu ve niyetlerini anlar. Durumları ve niyetleri böyle olunca Mübarek artık başka yol yok, zira şöyle bir haber vardır:

اذاجالستم اهل الصدق فجالسوهم باالصدق

فانهم جواسيسىالقلوب يدخلونها ويفتشون هممكم

Yani: "Ehli sıdk ile oturduğunuzda sadâkat ile oturun, zira bunlar kalblerinizin casuslarıdır. Kalblerinize girer ve gayelerinizi teftiş ederler ve bilirler."

İşte Muhammed Farise bu şekilde bunların gayelerini anlayınca bu yola başvurmuş. Bir hadis okuyarak İmamı Cezeriye sormuş, "Bu hadis'e ne dersin efendim?" Yine aynı şekilde bir itiraz, "senedi pek sıhhatli değil" diye karşılık verir. Bu sefer Muhammed Farise durumu anlayınca hadis kitabının ismini vererek der ki, "şu kitaba ne dersiniz?" Aldığı cevab "çok sağlıklı ve sıhhatlidir." Farise Hz. "peki içindeki hadislerin sağlık durumu nasıl?" Cezeri "çok güzeldir, onların hepsi sahih hadislerdir." Mübarek Muhammed Farise zamanın Şeyhül İslâmı olan Hüsameddin Ennahvi'ye yönelerek der ki: "Ya kadı! sizin kütüphanenizde şu sırada, şu rafta, şu renkte, şöyle ciltli, bir kitab var. o kitabın şu sahifesinde, şu nolu hadis'e bak bakalım, bu hadis orada var mı yok mu?" O ana kadar, Şeyhülislâm Hüsameddin bu kitabın kendi kütüphanesinde olup olmadığını bilmiyor. Muhammed Farise ise Şeyhülislâm evine ne gitmiş, ne de kütüphanesini görmüştür. Hüsameddin kütüphanesine gider, Farise'nin tarifinin üzerine hareket ederek o kitabı bulup alır, söylediği sahifeyi açarak o hadisin aynen o sahifede mevcud olduğunu görür. Hadis sağlıklı, sıhhatli bir senede sahihtir. O kitabı alarak Muhammed Cezeriye getirip, ortaya koyar, oradakilerin hepsi mahcub olurlar, Muhammed Farise'den özür dileyerek kendilerini affetmelerini isterler. Hatta zamanın emiri, onları davet eden kimseye de sert bir şekilde davranır ve Muhammed Farise'den özür diler. O mecliste bulunan âlimlerin tamamı kendisine saygı duyarak tekrar özür dilerler ve Farise'nin hadis üzerine malûmat sahibi olduğuna karar verirler.

İşte bu şekilde gerektiği yerde keramet göstermemek ise bu onun maneviyatına bir iftiradır. Bilhassa bir mümin dahi yalancı olamayacağına yalan söylemeyeceğine göre böylesine bir zât nasıl yalan söyleyebilir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a nasıl iftira atabilir. Hâşâ işte bu gibi yerlerde keramet göstermek zaruridir. Maddiyatına zarar vereceğinde keramet göstermenin zaruriyetine misal ise Hz. Şahi Nakşibend (ks) devresinde bir gün kalabalık bir meclis, içlerinde bir de âlim var. Muhabbetini çok daha fazla izhar ediyor, saygı ve sevgisini belirtiyor. Şahı Nakşibend Hz. o anda bu âlime diyor ki, "sizlere bir emir versem şöyle bir şey yap desem yapar mısınız?" O âlim de "hay hay hemen efendim" der, "ne emir buyurursan hemen yaparım, size sevgim çoktur," der. Mübarek kendisinden bir istekte bulunur, bulundukları yere yakın birinin ismini vererek "falan falan yere gider, yatsı namazından sonra fırsat bulduğun bir devrede gittiğin yerin şu tarafında şöyle şöyle bir ev vardır. O evin falan tarafındaki duvarını del, içeri gir, orada şu renkte bir çuval var, onu al da gel" der. O âlim o zaman der ki, "a efendim her ne emrederseniz yaparım, ama bu emriniz şeriata muhaliftir, bunu yapamam. Yapılması şer'an uygun olmadığı için sizden özür dilerim" der. Mübarek "demek ki yapamıyorsun öyle mi?" "Efendim şeriata muhalif ne diyebilirim ki" diye söyler.

O anda oradaki meclisde bulunan iki kalender kişiye aynı âlime söylediğini söyler. Onlar da hemen "hay hay efendim" der ve giderler. Yatsıdan sonra evin duvarını delip içeriye girerek, o çuvalı aldıkları gibi Şahı Nakşibend Hz.lerine getirirler. Ertesi gün sabah olduğunda çuval gelmiştir. Burada ince bir sır vardır, şöyle ki, çuval alındıktan sonra o gece haramiler o eve girme azminde ve kararında idiler. Nihayet o eve girmişler ortalığı darmadağın ederek bulabildikleri basit şeyleri alarak gitmişler. Ama asıl aradıkları şey çuvaldan başka bir şey değildir, esas onu arıyorlardı. Bulamayınca boş dönmüşler.

 

Kardeşlerim, bu ev sahibi Mübarek Şahı Nakşibend Hz.lerinin çok sağlam bir mensubu idi. Ona karşı sevgi ve saygısı, ciddî bir bağlılığı vardı. Getirilen bu çuvalda ise bu kişinin bütün serveti onun içindeydi. Bu servet de çalınmış olsa, bu adamcağız çoluk çocuğu ile perişan bir hale düşecekti. İşte bu da maddiyata zarar geleceğinden gösterilen bir keramettir. Buna şeriata muhaliftir diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz, şeriat söz konusu olursa ona ruhumuz feda olsun, ama bu şeriatın başka bir yönü daha var, işte Hızır As. ve Musa As. ın hadisesi. Şeriatın bir zahir yönü olduğu gibi bir de batini bir yönü vardır.

 

Kardeşlerim,

Kerametin görüntüsü zahirinde şeriata uymuyor gibi görünse de fakat bâtınî yönü tamamen şeriata uygundur. Dolayısıyla göz basireti ile kalb basireti ayrıdır. Aslında bu da aynı şeriatın hakikati durumundadır. Zira gözle görülemeyen, kalb gözüyle keşfiyat yönünden görülebilir. Başa gelebilecek bazı mukadderat bu yolla görünebilir, tabi gözler vakıadan sonra görür, fakat kalb basireti vukuundan evvel keşfiyat yolu ile görebilir. Dolayısıyla bu gibi basireti açık olan zâtların karşısında itirazı bundan dolayı hoş görmemişlerdir. Misâl olarak da Hz. Musa ve Hızır (as) hadisesinde olduğu gibi, görünüşte Musa (as) ın itirazı haklı, bu şeriatın zahirine göredir. Fakat manevî yönünden ise Hızır (as) haklı. Ne zaman ki gerçek yüzü izhar olundu, o zaman da Musa (as) aceleci davrandığından pişmanlık duydu. Nitekim, Rasulullah (as) bu şekilde hadisleri vardır: "Kardeşim Musa biraz daha sabreteydi, çok daha gizli hadiseler meydana gelir ve çözülürdü, çok şiddetli sırlara vakıf olurdu." İşte tarikat erbabı hakikî mürşidler her iki yöne de havidir. Zahirini gördüğü, bildiği gibi batını da bilir, çünkü ümmi kimse hâşâ Allahü Zülcelâl'in velisi olduğu halde bilmemesi asla olamaz, görünüşte belki okumamış olabilir, fakat ümmiliğin cahillik olmadığının isbatıdır. Zira Eba Yezidi Bestami'ye soruyorlar, bu ilmi nereden öğrendiniz, nereden tahsil ettiniz, o da:

واتقواالله ويعلمكم الله

"Allahü Zülcelâl'tan korkunuz, Allahü Zülcelâl korkusu ile âmil olunuz ki Allahü Zülcelâl size nice bilmediğiniz ilimler öğretir." Hadisi Şerifte de şöyle buyurulur:

من عمل بما علم ورثه الله علما مالم يعلم به

"Yani kim ki öğrendiği ilimle âmil olursa Allahü Zülcelâl onu öyle bir ilime mirasçı kılar ki hiç duymadığı, bilmediği, tahsil etmediği ilimlere sahib kılar." Çünkü artık kalbinden diline nüfuz eder, hikmetler doğar.

يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاءُ  وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا  وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ

(Bakara Suresi/ 269)

"Allahü Zülcelâl hikmeti dilediğine verir."

ومن يؤتى الحكمة فقد اوتى خيراً كثيراً

"Hikmet Allahü Zülcelâl tarafından verildiyse o kimse büyük hayra sahib olur." Hülâsa işte bu yönden her ilmin arkasında illâ UIül Elbâb, hikmetin arkasında da UIül Elbâb, tefekkürün arkasından da UIül elbâb, haşyetullahta UIül elbâb, zikir ehli de UIül Elbâb yani mutlaka lüb ehli yani kalb ehlidir. Hatta birçok vaizler kürsüye çıktıklarında âlim olanlarla âlim olmayanlar arasındaki farkı anlatırken biraz böbürlenerek:

هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ قُلْ

(Zümer Suresi / 9)

"Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu hiç." dedikleri zamanda fakat ayetin devamını okumuyorlar. Allahü Zülcelâl ayetin devamında âlim olanlarla olmayanların arasındaki farkı açıklar ve buyurur ki:

انما يتذكر ألوال ألباب

 (Bakara Suresi)

Yani Âlim olanlarla olmayanlar müsavi olur mu hiç buyuruyor fakat biliyorsunuz ki ilmi ile amil olmayan bir kimse Kıyamet günü en şiddetli azaba duçar olacaktır.

العالم الذى لا يعمل بعلمه

(Bakara Suresi)

"İlmi ile âmil olmayan bir kimsenin akibeti budur." Peki bunun neresini methedeceksiniz. Aslında bu böyle değil, devamındaki bu ilmin gerçek manasını ve bu ilmin özünü, ilmî kıymet ve değerini ilmî ile âmil oluşu ancak lüb ehline masustur. Ancak onlar bilirler, onlar fehmederler, bunu ancak onlar işletirler, bu durum da aleyhlerine hüccet değil lehlerinedir. Bu şekilde bunlar UIül Elbâb yani öz ehli esasen kalb ehlidirler.

يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاءُ  وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا  وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ

(Bakara / 269)

bakın hikmetin arkasında da yine aynı Ulül Elbâb var.

Umumiyetle her nerede okursanız okuyun arkasında mutlaka methedilen, sena edilen, lüb ehli kalb ehlidir, yani her okuyan her alimim diyen değil.

 

Kardeşlerimiz,

İşte şeriatın manevî yönüne itiraz edilemeyeceğine dair bir misâli de daha önce anlatmıştık. Muhammed Ali Hüsameddin Hz.lerinin kiliseye verdiği selvi ağaçları hadisesi gibi. Tabi bu kilise sonradan cami oldu, bunu hatırlayacaksınız. Onun için itiraz edilmemesi gereken şahsiyetler, bu misilli kimseler olması hasebiyledir. Yoksa rast gele daha zahiri ilim bile kendisinde yok iken kendisini mürşid ilan etmiş ve kendisine itiraz edilmeyecek demek değildir. Bu gibilerine de kanmayınız.

 

Kardeşlerim, keramet meselesini öteden beri anlatıyoruz. Mübarek Şeyhimiz buna fazla ihtimam göstermezdi. Zira Ubeydullahil Ahrar ve Şahi Nakşibend Hz.lerinin hep buyurdukları şu idi:

استقامة واحدة خير من مأة كرامة اوبعض الف كرامة

Yani "bir istikamet yüz kerametten bazen de bin kerametten hayırlıdır." İstikâmet her şeyin üstündedir. Neden? Çünkü, Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ

(Fussilet/ 30)

"Ol kimseler ki (mefh ederken) Allah dediler sonra istikamet üzere oldular."

Hatta habibine de:

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْا إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

(Hud Suresi/112)

"Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol." İşte Peygamberimizin (SallAllahu Aleyhi ve Sellem): "Beni ihtiyarlatan ve saçlarımı ağartan Hud süresidir." buyurması bu gibi uyarılardandır. Onun için istikamet her şeyin üstündedir.

Bir gün birisi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'a gelerek: "Ya Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ben ihtiyarladım, bana şöyle az ve öz bir şeyler öğret de onu yapayım." Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) da ona şöyle buyurur:

قل الله ثم استقم

"Allah de sonra istikamet üzere ol." İşte istikamet böylesine önemli ve gereklidir. Herşeyin üstünde tutulmuştur. Mübarek Şeyhimiz de istikamet yönlerini üstün tutar, fakat keramete pek ihtimam etmezdi. Eğer görmüş olduğumuz, duyduğumuz ve rüya yolu ile gördüğümüz kerametlerini anlatacak olsak inanın ki bir cilt kitab olur. Fakat biz bunlara fazlaca ihtimam etmiyoruz, size yeri gelmişken, mürşidlerin muamelât yönlerini, muaşeret durumlarını anlatalım da mürşidler nasıl olur, nasıl şeyhlerdir? Acaba idare yöntemleri nelerdir ve nasıldır, size biraz da bu yönlerini anlatalım.

 

MÜRŞİTLERİN İDARECİLİK YÖNLERİ

Cenabı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) buyurur ki:

امرنا بمدارات الناسى

"Biz insanları idare etmekle emrolunduk." diyor. İdarecilik Rasullerin tezidir. Mürşid öyle cebabire (zor kullananlar, zora başvuranlar, haksızlık yapanlar, zorbalar.) gibi olmaz, oturuşunda, kalkışında sert mizaçlı değil, gayet şefuk, atuf, raufdur. Sadece hayat arayan, rahat arayan kimse değildir. Bilhassa bu tarikatı âliye Hz. Sıddık'ın meşrebidir, mürşid bu hal üzere olan kimsedir.

 

Kardeşlerim,

Bizim muhitimizde bazı yörükler vardı, yaylalara giderlerdi. Bu yörüklerin sık sık katırları çalınırdı. Tabi Irak'a, Suriye'ye yakın olduğu için hududu aşarlar ve katırları satarlardı. Bu katır sahihleri gelip Mübarek Şeyhimizden istimdat eder, bize bir çare derlerdi. VAllahi Şeyhimiz hiç esirgemez, icabında tek başına, icâb ederse yanında bir tanesini de götürürdü ki, katırların eşkallerini bilsin diye. Hiç kimseye havale etmeden kendisi kalkar gider ama Suriye hududu, ama Irak hududu. Her iki tarafa da başvurur, oralarda öncülük yapan kimseler ister ağa, ister Şeyh olsun, bunlara başvururdu. VAllahi kesinlikle her vardığı yerlerde bu işleri hallederdi. Onların katırlarını, davarlarını, çalınan mallarını alır gelirdi. Dikkatinizi çekerim. Bu Mübarek bir Şeyh midir, yoksa hizmetçi midir? Avukat mıdır? Nedir? Bu gibi hadiselerin haddi hesabı yok. Envai çeşidi cereyan ederdi. Bir gün Mübareğin evindeyiz, hatta ağabeyim de vardı. Akşam namazından sonra karanlık çökmüştü. Misafir olarak biri geldi. Mübarek ona: "Biz seni evimize alamayız, hayır, hayır sen başka yere git, bizde barınamazsın." dedi. Hepimiz hayret ettik. Çünkü Mübarek o kadar şefuk, merhametli olmasına rağmen niçin misafire bu şekilde söyledi diye çok acayibimize gitti. Ertesi günü gördük ki, Mübareğin kabul etmediği o kişi meğer bir katır hırsızı imiş. Handa yatarken kendisini yakalayıp, götürdüler. Şu Mübareğin idare tarzına bakın. Bir çok kimseler için mahkemelere başvurur, Ankara'lara gider, esirgemeden harcar, velhasıl vardığı her yerde işleri hallederdi. Mübareğin tipine baktığın zaman öylesine saf, temiz bir hali vardı ki hayret edersin, yoksa bu Hızır mı, melek mi diye...

Bir zamanlar Siirt'te bir Ağır Ceza Reisi vardı, bu Reis yanındaki mübaşire bazen lâtife ederek, "bu memlekette çok şeyhler vardır, çok seyyidler ve hacılar vardır. Hiç boş kimse yoktur. Yoksa senin de mi bir Şeyhin var?" diye şaka yapardı. Günlerden bir gün yine böyle deyince, mübaşir "evet, benim de bir şeyhim var" der. Reis: "Yahu sen de mi bu gibi kimselerin arkasına Şeyh diye düşüp gidiyorsun? Sen de o kadar da hımbıl mısın?" der. Mübaşir: "Efendim, benim şeyhim bambaşka bir şeyh, sandığınız gibi piyasadakiler gibi değildir." Reis der ki: "Böyle meth ediyorsun, o zaman ben senin şeyhini evime davet ediyorum, evime buyursun." Mübaşir durumu arz eder. Mübarek "gidemeyiz" diye buyurur. Ertesi gün Şeyhimizin gelemeyeceğini Reis'e söyler. Reis "peki o zaman müsaade etsin, biz ziyaretine gidelim," demiş. Mübaşir bu isteği Şeyhimize anlatır. Mübarek "hayır, hayır lâzım değil, ziyaretimize de ihtiyacı yoktur" dedi.

Mübarek ne davet etti, ne de ziyaretine izin verdi. İkisini de kabul etmedi. Tabi aradan hayli zaman geçti. Bu hâkimin başka bir yere tayini çıktı. Memleket ile alâkası tamamen kesildi, ertesi gün hareket edecek, o zaman Şeyhimiz Hacı Sıdkı'ya diyor ki: "Artık bu Ceza Reisini bir ziyarete gidelim. Çünkü davet etti gitmedik, ziyarete gelecek oldu, kabul etmedik. Şimdi artık bu üzerimizde bir hak oldu, şimdi ziyaret edelim." Reis beye haber verilir. O da "buyursun canla başla" der. Bu ziyaretten sonra Ceza Reisi Sıdkı'ya: "Oğlum Sıdkı, bu Mübarek beşer değil, bu bir melektir," der. Reis gittiği yerden ara sıra ziyaretine gelirdi, hatta sonradan Mübareğin mahsubu oldu.

Kendisine dedim, "efendim önce niye gitmedin, ziyaretini kabul etmedin. Sonra ise kendimiz gittik," diye sorduğumda dedi ki, "önce gitmeyişimiz bu hâkimdir, Ceza Reisidir. Bunlarla fazla muaşeret insanı fitneye uğratır. Biz bu gibi şeylerden hazer ederiz. onunda gidişimiz ise onun burada bir esamesi kalmadı, yetki ve selâhiyeti gidince bir hak ödeme olarak Allahü Zülcelâl için gittik, işte bu sebeptendir" diye buyurdu. Muamelenin nasıl bir muamele olduğuna dikkat edin.

 

Kardeşlerim,

Mübarek inşaat yapardı, bu inşaatın yapımında kendisi çalışırdı. Şimdi piyasadaki gibi haydi şeyh efendinin evini yapın, para verin, para toplayın gibi halkı haraca bağlamak halleri hiç mi hiç yoktu. İnşaatı yaparken mimarlığını kendisi yapardı. İş bulamayan ustaları çağırır, kalender ve becerikli olmayan kimseleri toplardı. Onların başlarında durur; şöyle yapın, böyle yapın diye tarif ederdi. Gelen yemeklerini yedirirdi. Sonunda en iyi usta yevmiyesi ne ise o nisbette her akşam haklarını verirdi. Hatta son intikal ettiği yerde yani şimdiki mevcud olduğu yerde Mübarek orada bina yaparken Mübareğin yaptığı duvarı Hacı Sıdkı öyle tutup salladı, "bu mu yapılan bina? Bina böyle mi olur? Böyle mi yapılır" diye. O zaman Mübarek şöyle buyurdu: "On senelik yetmez mi?" Yine günün birinde "madem ki bu kadar harcama yapıyorsun, şöyle düzgünce bir şey yapılsa olmaz mı? böyle bina yıkılmaya mahkûmdur," dediklerinde; -o zaman Siirt'te çok büyük, muhkem bir cezaevi yapılıyordu- Mübarek şöyle buyurdu: "Sanıyorum ki yapılan cezaevinden daha sağlamdır." Hakikaten üç gün sonra mahkûmlar yapılan cezaevinin duvarını delip kaçtılar, bu hadiseden sonra üç gün sürmedi.

 

Kardeşlerim;

Tam on sene Mübarek o binada, hicret tarzında orada kalır ve oraya defnolur. O bina da göçecek dereceye gelir. Binayı yıkmak için açtıklarında görüldü ki, Mübareğin attığı hatıllar ve kirişler bir baştan bir başa inanın ki hatılların uçları yenmiş de bir yere dokunmadan muallâkta duruyor. Yani taşın üzerinde dahi hatıl kalmamış, tamamen çürümüş, hatıllıkta hiç bir ilgisi kalmamış. İşte Mübarek Şeyhimiz bu minval üzere bir Şeyh'tir. Meliklik bir hali yoktur. Cenab-ı Rasulullah'ın (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) buyurduğu gibi: "Rabbim bana teklif etti; Nebilik ile Meliklik mi istersin, yoksa Nebilik ile Abd'lik mi istersin, buyurdu. Ben de Nebilik ile Abd'lik istedim, Meliklik istemedim." buyuruyor. Hatta şöyle buyuruyor, Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem): "Rabbim bana teklif etti, eğer arzu edersen dağları altın haline getiririm." diye buyurdu. Ben ise:

انى اخترت جوع الدنيا على شباعها وان رعاها على كساها

bu dünyada açlığı tokluk üzerine tercih ettim. Az bir giyimi, debdebeli bir giyime tercih ettim miskinler zümresinde olmayı, onların hal ve yaşayışları gibi yaşamayı be tercih ettim diyor.

اللهم احينى مسكيناً وامتنى مسكيناً واحشرنى فى زمرة المساكين

"Allahım hayatımı da, mematımı da miskinlerle beraber haşru neşreyle" diyor.

 

Kardeşlerim,

Millet şeyhlikten bahsederken, hep kerametlerinden, bahseder. Başka hal ve durumlarından bahsetmezler. Mübarek Şeyhimizin kesinlikle külfeti yoktu. Külfetten muazzam bir şekilde çekinirdi. Emrivâkileri kesinlikle yoktu. O kendisi ne koşar, koşturursa koştursun, efendim zahmet oldu, dediğimiz zaman: "lâ hayır, lâ hayır, zahmet olmazsa, rahmet olmaz." derdi. Kendisine göre böyleydi. Kesinlikle kendisinin başkası üzerinde hakkı olduğunu düşünmezdi. Keennehü Şeyhin üzerimizde hakkı vardır. Her türlü ihtiyacını temin edelim. Onu sırtımızda taşıyalım gibi kesinlikle müridanlar üzerinde kendisine bir hak tanımazdı. Bilakis onların hukuklarına candan riâyet ederdi. Bir dara düştüklerinde âdeta onlarla beraber o hali yaşardı. İmkânlar dahilinde dertlerine medar olurdu. Kendisini sorumlu kabul ederdi. Nitekim Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın tezi böyle idi. Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) birisi vefat etse sorardı, "borcu var mıdır?" diye. “Vardır Ya Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)” dediklerinde "onun borcu bana aittir, onun borcuna ben kefilim" derdi ve şu ayeti celileyi okurdu:

النبى اولى باالمؤمنين من انفسهم

"Nebi müminlere karşı kendi nefislerinden daha sorumlu kabul ederdi." Evet, şeyhlik tezi, mürşidlik tezi budur kardeşlerim. Bu tez bazılarına çok garib gelebilir. Biz böylesine bir zâta rast geldiğimiz için Rabbimize binlerce defa şükrediyoruz. Bizler kesinlikle keramet heveslisi değiliz. Keramet teklif ile olsa VAllahil Azim ne kerameti, ne velayeti, ne dereceyi, hatta ahiret ile alâkalı bile hiçbir şeyi taleb etmiyoruz. Taleb ettiğimiz bir şey sadece ve sadece Allah (Celle Celaluhu) ve Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın hoşnutluğu mensub olduğumuz zâtın hoşnutluğu ve bizlerden razı olmalarıdır. Allahü Zülcelâl'in rızasından başka bir talebimiz yoktur. Umumiyetle tezimiz budur, hatta ders yönünden de çok teshilâtçı, kolay, hafif olanı seçerdi. Her zaman şu ayeti celileyi okurdu:

يُرِيدُ اللَّهُ أَن يُخَفِّفَ عَنكُمْ وَخُلِقَ الْإِنسَانُ ضَعِيفًا

(Nisa Suresi / 28)

Yani, "Allahü Zülcelâl tahfifat (hafiflik) taraftarıdır" der ve zorluk tarafını hiç tercih etmezdi. Yani vird verirken çok hafif, kolay ve az olanı verirdi. Nitekim Ebu Hasan'ı Şazeli Hz. nin de tezi böyleydi. Mübarek Şazeliye gelip "Efendim, size gelen bazılarına az-çok bir ağırlık veriyorsunuz. Biz de bu ağırlığın talebindeyiz, bize birşeyler verin" dediklerinde Mübarek şöyle buyurur: "Evlâdım bizim gelişimiz halka bir ağırlık vermek değil, halkın yükünü hafifletmek için gelmişizdir. Allahü Zülcelâl bizi bu yönde göndermiştir." Evet, İşte Mübareklerin tezi böyle. Böyle Mübareklere ruhumuz fedâ olsun. Nitekim Hikemil Ata sahibi Mübarek Ebu Abbasil Mursi ve Ebul Haseni Şazeli olsun şöyle buyururlar:

شيخك ما هو شيخك الذى يدلك على الباب

بل هوشيخك الذى يرفع بينك وبين الله الحجاب

Yani, "sana kapı şudur diyen şeyh, senin şeyhin değildir. Şeyh odur ki, Allah ile arandaki engelleri yok edendir, perdeleri kaldırandır." Allah ile arasındaki perdeleri yok edendir. Allah'a kavuşman için aradaki bütün engelleri kaldıran kişidir Şeyh. Hatta bu hususda bazı zâtlar şöyle buyuruyor:

شيخك ما هوشيخك الذى يدلك على الدواء

Senin şeyhin o şeyh değil ki, sana ilâcı gösteren, anlatan değil. Senin şeyhin o şeyh ki seni tedavi edip emrazını (Hastalıklar) gideren ve sapasağlam hale getirendir.

 

Kardeşlerim;
Mübarek Şeyhimiz çok kolaylaştırıcı ve çok da hoşgörülü idi. Bir defasında İstanbul'dan Siirt'e giderken bazı kimseler: "Efendim size birinci sınıf ve yataklı trenden bir yer ayıralım da rahat gidiniz." diye teklifte bulunurlardı. Şeyhimiz de "hayır, hayır gerekmez, üçüncü sınıftan bilet kesin" diye buyururdu. Çünkü bunun hikmeti vardı. Şöyle ki üçüncü sınıf trende bir odada muhakkak sekiz kişi kendilerinden olsa beş altı kişi halktan olurdu. Ama yataklı olsa idi, orada yalnız olacaktı. Mübareği görenler zaten ona hayran olurlardı. Vallahi birçok kimseler böyle trende seyrü sefer halinde iken kendisine intisab etmişlerdir. Hatta hanımlara da şöyle derdi: "Namazına dikkat ediniz, tesettüre de riâyet ediniz." Dersleri bu idi, başka birşer değildi. “Vallahi şu tarikata karşı muhabbet, yönelme, saygı ve sevgi duyan, candan ve halisane bir şekilde girmek isteyen olsa, günlük olarak on defa "Lâilehe illAllah" desin, kabul ederim” diye buyururdu. Mübarek "VAllahi İstanbul'dan bir kişi halisane bir şekilde talebte bulunsa Siirt'ten kalkar da ta oralara giderim, kendisini bu nimeti azimeden mahrum etmem." diyordu. İstanbul'da dahi demesi o kadar uzaklık olarak en çok uzak olan yer orası olduğundandır. Mübareğin halka hizmeti bir acayibti. VAllahi çok kimseleri ameliyat için Diyarbakır'a, Ankara'ya götürürdü ve hatta Türkçe konuşması dahi zayıftı. Buna rağmen çok defa hastanelerde ve Temyiz Mahkemelerine giderdi. Bir gün kardeşlerimizden biri Askerî Mahkemeye verilmişti. Mübarek gitti de orada derbeder bir kimseyi bulmuş, az çok tercümanlık yaptırmak için, o zaman Şeyhimize demişler ki "aman efendim bu askerî mahkemedir, siz bu sefer de hiç olmazsa hiç olmazsa Milletvekillerine deseniz, hatta bakanlar dahi sizin hizmetinize koşarlar" dediklerinde Mübarek "Lâ hayır, lâ hayır, gerekmez, sen sadece benim söyleyeceklerime tercüman ol, başka bir şey lâzım değildir." derdi. Mübarek Askerî Mahkeme heyetinin bulunduğu odaya girdiği zaman hepsi şaşkınlıkla bir harikalık görmüş gibi hayretle seyirederler, bu Hızır mıdır, nedir? Buraya nasıl gelmiş, diye ve Mübareğe "buyurun efendim bir emriniz mi vardı, emrinize amadeyiz" diye söylerlerdi. Hatta bir defasında iki ayrı topluluk arasında kavga olmuş, birisini de öldürmüşlerdir. Suçu da çok kalender birisinin sırtına yüklemişler, bu garip idam istemi ile yargılanmış ve idam kararı verilmiştir. Halbuki gerçekten adamcağızın olayla bir ilgisi yok. Aynı zamanda haberi de yok. Adam garip olduğu için sahibi yoktur. Bunun üzerine Mübarek Şeyhimiz, inanın ki Temyiz Mahkemesine varıncaya kadar, Ağır Ceza Mahkemesine varıncaya kadar, ta Midyat'a kadar gitti, aracı olarak da, Hacı Sıdkı'yı gönderdi, ve Elhamdülillah bunu da hallederek beraatını çıkarttı. Kardeşimin de askerden izinli gelmiş ve izin süresini aşınca askerî mahkemeye vermişlerdi. Onun Asken Mahkemesi de beraatla sonuçlandı Elhamdülillah.
Mübarek Şeyhimiz ne kadar kendisi mahviyat zillet ve acziyet içerisinde yaşıyor idiysede o nisbette de bir azizliği vardı. Zira Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

من تواضع لله رفعه الله و من تكبر و ضعه الله

"Allah için tevazu göstereni Allah mutlaka yüceltir. Kibir sahibi olanı da, Allah mutlaka alçaltır." Bunda şüphe yok, bu muhakkak. İşte, bu tevazu karşısında muazzam bir azizliği vardı. Allahü Zülcelâl'a şükürler olsun kendisi bunu taleb etmezdi, taleb etmediği için Allahü Zülcelâl aziz ederdi.

 

Aziz Kardeşlerim,

Şeyhimizin tezi bir antikadır, başka bir şeyhde bulunmayan bir harikalıktır. Hele bilhassa halk nazarına göre bugünkü durum, bugünkü gibi müşahede Şeyhlerle alâkalı olan durum ve hali çok enteresandır. Zira bu gibi meşihata (şeyhlik) kimse katlanamaz, buna da giremez, onun için bu bir Kibrit-i Ahmer'dir. İbret verici bir haldir. Onun için bir iki vakıayı sizlere anlatayım. Dikkat ederseniz mürşid ne hale iniyor, mürşidin müridanlarına, mahsuplarına nasıl bir hizmeti oluyor. İşte, bundan ibret alınacak ve böyle bir mürşid aranacak. Bakalım herkes bunu yapabilecek mi acaba?

*Bir gün Şeyhimiz beraberinde oğlu ve Hacı Sıdkı olduğu halde Diyarbakır'a giderler. Diyarbakır'a vardıklarında müridanlarından biri orada battaniye satan şahıslardan biridir. Kendisinin de hali, durumu pek müsaid değil, zorla geçinen bir kimsedir. Battaniye alım satımının az olduğu bir devredir. Şeyhimiz ona yardımcı olmak için bu battaniyelerin tamamını parasını vererek alır. Esasen irşada çıkıyorlar, fakat bu meyanda da oğlu ve Hacı Sıdkı da ticaret yapmayı arzuluyorlar. Bunlar da battaniyeleri alıp satmaya gidecekler. Onların arzuları ise battaniyeleri satmak için yalnız başlarına gitmek. Tabi Şeyhin oğludur, gittiği her yerde arzu ettiğini verirler. Şeyhin oğludur, teberrüken yardımcı olalım diye pazarlık etmeyerek fazlasını verirler diye. Fakat Şeyhimiz bunları yalnız başlarına bırakmadan devamlı bunlarla beraber gidiyor. Onlar ısrar ederler, "Efendim siz yoruluyorsunuz bizim arkamıza niye düşüyorsunuz" diyorlar. Mübarek "Siz biraz insafsızsınız vardığınız yerde pahalıya satarsınız, ben buna asla razı olamam" der. Her yere beraberlerinde gider, çok az bir kâr ile kendisinin münâsib gördüğü bir fiatla alım satım yaparlar. Netice olarak Urfa'ya varırlar. Garajda inerler, çok şiddetli bir yağmur yağmaktadır. Bu anda onlar diyor ki "hem çok yorulduk, hem de ıslandık. Şöyle iyi bir otel odasında rahat edelim" diye beklerken Mübarek onların önüne düşerek onları bir hana götürür. Tabi beraberinde önce oğlunu götürüyor. Beraberlerindeki yükü oraya koyuyorlar. Gittikleri yerde cereyan dahi yoktur. Bir lâmba yakılıyor, hava soğuk, yağmurdan iyice ıslanmışlar, handa keçeleri sermişler. Mübarek üzerindeki elbiseyi çıkarmış, bir yorganın altına girmiş. Hacı Sıdkı ile oğlu, Şeyhimizin nereye gittiğini öğrenmek isterler, hana gittiğini söylerler. Gelip bakarlar ki geldiği yer bir han, şu bildiğimiz han. Bunlar ikisi Hacı Sıdkı ile Şeyhimizin oğlu kendi aralarında anlaşırlar. Mübarek ile konuşmamak için söz birliği yaparlar. Hiç bir şey konuşmayacaklar, her şeye karşı da sükût yani, bir nevi protesto, güya bu ne hal, böyle hanlarda ne işimiz var, gidecek başka bir yer yok mu diye konuşmama kararı alırlar. Onlar da hana gelip denklerini bırakırlar. Şeyhimiz onlara: "Gelin gelin maşAllah burası çok güzel bir yerdir." der. Onlarsa hiç seslenmiyorlar. Mübarek onları hoşnut etmek için çok şeyler anlatır, bakar ki hiç konuşmuyorlar, Mübarek Şeyh Ahmedi Cezeri'nin divanından bir şeyler söyler, onlarsa hiç oralı değiller, ne konuşuyor ne de bir şey söylüyorlar. Mübarek sonunda şöyle bir şey buyurur: "Gelin gelin, inanın ki bu gece benim için bir bayram gecesidir." Bu kelimeyi kullanınca Mübarek Hacı Sıdkı dayanamaz, "Evet gurban bu bayram Ramazan Bayramı değil, olsa olsa Kurban Bayramı olur, bu hanın içinde, bu ne hal Allah aşkına yağmurda ıslandık, o kadar yorulduk, iyi bir yerde dinlenelim derken sen bizi bir hanın içine getirdin. Burada nasıl rahat edeceğiz, nasıl dinleneceğiz? Bu nasıl bir bayram böyle?" Mübarek gülümseyerek "bayramdır, bayramdır" der. Sonradan Hacı Sıdkı dayanamayarak diyor ki, "kurban olduğum bari bayram deme bu bütün çileler bizi mi buluyor, bu çileleri hep biz mi çekeceğiz. Falan Şeyh, falan Şeyh... -birkaçının ismini sayarak- onlar şimdi sıcacık sobanın başında semaverleri demlemişler, döşeklerde oturuyorlar, rahatça çaylarını içiyorlar, keyifleri de yerinde, sohbetleri güzel. Bir de bu bizim çektiğimize bakın" diyor. Mübarek inceden inceye dinledikten sonra biraz duraklıyor ve diyor ki:

"Ah evlâdım eğer şeyhlik bu senin anlattığın gibiyse inanın ki böyle Şeyhliği benim nenem de yapar..."

İkinci bir enterasan olay daha: Vaktiyle Hacı Sıdkı ile beraber Adana'ya gitmişler. Şeyhimizin Adana'da çok mahsubları vardır. Adana'da bulundukları evde iken çok zengin, varlıklı kimseler, Şeyhimizi davet etmişler. Mübarek de gidecek yerimiz vardır diyerek cevab vermiştir. Beraberinde olan kişi de, "Mübarek gidecek yerimiz vardır dediğine göre, elbette bunlardan daha üstün kimseler galiba diye davetlerine icabet etmiyor" diyor. "Hülâsa günler de çok uzun idi, bir hayli acıktım. Bize bir bisküvi getirdiler, önümüze koydular. Mübarek bir kaç tane alıp elime tutuşturdu, diğerlerini de kaldırdı. Ben de eh davet ağır bir davettir, gideceğimiz yerde iyi yemekler vardır diye bunun ile geçiştirdik. Akşam olunca davet yerine gideceğiz diye o evden ayrıldık. Yolda giderken, bir caddenin kenarında kaldırımda oturdu ve dedi ki": “Hacı Sıdkı bak bakalım şuralarda bir fırın var mı?” Hacı Sıdkı da “efendim davete gidiyoruz ekmeği ne yapacağız? Davete ekmek ile mi gideceğiz” der. Mübarek “hele bir bak bakalım,” der. Gider bakar, “fırın kapalıdır efendim,” der. “Peki şu karşıda kebab gibi bir şey satan bir yer var, oraya git de bize bir ekmek al” der. Hacı Sıdkı diyor ki, "doğrusu ben şaşırdım kaldım, biz ne bekliyoruz, Şeyhimiz ne diyor. Neye uğradığımı bilmiyorum, kebabçıya gidip ekmek istediğimde o da bana, "Amma açıkgöz adammışsın, ben ekmeği kebab ile beraber satıyorum." dedi. Geldim Şeyhimize ekmek vermediğini söyledim. Mübarek "tekrar git, benim için aldığını söyle, parası da ne ise fazlası ile ver" dedi. Kebapçı beni tekrar gördüğünde "gene mi geldin" dedi. Ben de ona kardeşim bizim Elhamdülillah paramız da var gücümüzde var, kebab da yiyebiliriz, fakat şu karşıda oturan zât sadece bir ekmek istedi, vereceksen ver, parası ne ise fazlası ile veririm dedim. Kebabçı karşıdaki duran Mübarek Şeyhimize şöyle bir baktı, "O dedeye mi? O'na mı?" diye sordu. "Evet" dedim. Kebabçı "canım feda olsun, istersen ekmeğin içine kebab da doldurayım" dedi. Ben de "hayır hayır kebab istemiyor, sadece bir ekmek istiyor" dedim. Para almamakta ne kadar ısrar ettiyse de, yine de teberrüken verdim. Senin için bereket olur diye ikna ettim. Ekmeği alıp geldim. Mübarek ile kalktık beraberce yürüyoruz. Yürürken önümüze bir seyyar satıcı geldi, arabasında domates, biber satıyor. Biraz domates, biraz da biber aldı. Poşeti alarak beraberce bir camiye vardık. Akşam namazı kılınmış, cemaat çıkıyor, camiye varınca şadırvana doğru gitti. Domates ve biberleri bir güzel yıkadı. Caminin önüne geldik, orada yere serili hasırın üzerine oturduk. Ekmeği, biberi, domatesi üzerine koyacağımız bir bezi yere serdi ve onun üzerine koydu. Sonra dedi ki, “önce namazımızı kılalım” , kıldık. Sonra gelip oturduk. Ekmeği eline aldı, bir parçasını kendisine aldı, diğerlerini de bana verdi. Mübarek domateslerden bir iki tane ufaklarını kendine aldı, diğerlerini de bana verdi. "Haydi buyurun yemeğimizi yiyelim, gaye karnımızı doyurmak değil mi" diye beni teselli ediyor, ben de "VAllahi ben buna karın doyurmak diyemiyorum, benim bu işe hiç aklım ermedi. Koskoca Adana'da herkes yemeğe davet ederken bizim böyle ekmek ile domates yiyeceğimiz hiç aklıma gelmiyordu." Gerçekten Hacı Sıdkı da yemeği seven birisi idi. Mübarek onun gönlünü hoş etmek için diyor ki, "evlâdım, çok davet ettiler, herhangi bir yere gitmiş olsak beraberimizde birkaç kişiyi de davet etmek gerekir. Çünkü usûl böyledir. Hepsi mahsuplarımız. Davet eden hepsini davet edemez ki. Birkaç kişiyi davet eder, birkaç kişi kalır. Kalanlar da onları davet etti, bizi davet etmedi diye hatırlarından geçer, aralarında bir nahoşluk hali doğar. Halbuki orada yiyeceğimiz bir iki kaşık çorba veya herhangi bir şey, niye aralarındaki ahengin bozulmasına sebeb olalım ki. Biz milletin arasını hoşnut etmek için varız, yoksa milletin arasında nahoş hallerin veya onları birbirlerinden soğutmak için gelmiş değiliz ki. Onun için bu Adana'da bir çok kimseler var birbirlerini tanıyor, davet etse hepsini davet etmeye imkân yok, bir kaçını davet eder, bir kaçı kalır. Bu meyanda bir nahoşluk doğar. Sanki ben onu sevmiyorum onun için davet edilmemiş gibi bir hal olurdu. İşte bundan dolayı buna teşebbüs ettik, bunu hoş gör. Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun, yediklerimizin hepsi nimettir. Gaye karın doyurmak değil midir?" diyerek bizi teselli etti, diyor. Bizim de gayet içimiz açıldı, yemeğimizi yedik" diyor. Sonra bana dedi ki: "Artık sana şöyle güzel güzel bir çay içireyim" dedi, Mübarek. Ben de, "aman efendim, çay da davet gibi olmasın" dedim. Buna da güldü Mübarek. "Hayır hayır güzel bir çay içireyim sana" dedi, kalktık. Mübareğin peşine düşüp gide gide bir gecekondu semtine vardık. Orada bir yere gittik ve bize "şu kapıyı bir çal bakalım" dedi, çaldık. Aman Allahım sanki davet edilmiş gibi. Şeyhimiz gelmiş diye öyle bir kalabalık oldu ki, öylesine çok hoş, güzel bir sohbet duymadım ve dinlemedim. O kadar muhabbet, aşk ve şevk vardı ki, ancak o kadar olur diyor. Mübarek aralarına oturdu, bize öyle bir çay yaptılar ki gerçekten tarif ettiğinden de güzel, böylesine lezzetli bir çayı hiç bir yerde görmedim, böyle bir sohbeti de başka hiç bir yerde dinlemedim. Mübarek ile o avam sınıfının içinde gecemizi öylece geçirdik, diyor.

Bir üçüncü enterasan olay daha, Ağabeyim Hacı Alaaddin anlatıyor: Muş ovasında iki kabile arasında bir kan davası hadisesi vardı. Aralarında çok muazzam telefiyat olacak, ne vali, ne de başka bir güç bunların arasını düzeltememiş. Mübarek beni yanma aldı, beraber gittik. Şeyhimiz Mübarek o iki kabile arasını öyle bir hale getirdi ki, tamamen kardeşvari bir hal, birbirlerine sarılıp sevindiler. Bu hale o kadar sevindiler ki ancak o kadar olur. Mübarek iş bittikten sonra hemen gidelim diye buyurdu. Onların da fikirleri Mübarek gelmişken hiç olmazsa bir hediyemiz olsun diye bize biraz koyun ve buna benzer birşeyler yapacak ve vereceklerdi. Niyetlerinde böyle bir şey vardı, fakat Mübarek işi aceleye getirdi, hemen gidelim diye. Onlar da bana Mübarek Şeyhimizi biraz daha oyalamamı söylüyorlar. Bu arada biz de hediyelerimizi ayarlarız diye. Ben ne dedim ise nafile. Mübarek sabah oldu, "eğer bunlardan izin istersek bunların bize izin vermeye pek niyetleri yok, bizi oyalayacaklar. En iyisi biz hemen harekete geçelim" dedi. Hemen hareket edip yola çıktık, yürümeye başladık, arkasına düştüler. Yalvardılar ne olur, bir iki gün bizimle kal diye. Mübarek "Elhamdülillah emelimizi, gayemizi Rabbim rast getirdi, zaten gayemiz de bu idi, biz gayemizin dışında, bir şey isteyip yapmayız. Bizim başka işlerimiz var. Buradaki işimiz bittiğine göre gitmemiz gerek, haydi Allahısmarladık" diyerek vedalaştık. Ben bu işe çok hayret ettim, niye böyle yaptı diye, o anda Mübarek şöyle buyurdu:

"- Evlâdım bunların niyetleri, bizlere bir şeyleri hediye kabilinden vermektir. Bu gibi devrelerde kimisi candan verir, kimisi de falanca verdi de ben vermesem olmaz diye cebri durumla karşı karşıya kalıyor. Bu emrivaki gibi, ben ise bu gibi şeylere asla sebebiyet vermeyi arzulamıyorum, ben onun için gelmedim. Gayemiz sadece Allahü Zülcelâl rızası için onların arasını bulmaktır. Allahü Zülcelâl'e şükür ona da nail olduk, yoksa biz mal toplamak için gelmedik ki evlâdım" diye buyurdu.

 

ŞEYH ABDULHAY İLE İRTİBAT

 

Kardeşlerim,

Anlatılacak ibret verici öyle şeyler var ki hepsini anlatmamız mümkün değil, her mevzu ile alâkalı bir iki şey anlatıp, iktifa edeceğiz. Şunu şöylece bilin ki, hayatta olmayan meşayih (şeyhler) ile nasıl irtibat kurduğunu anlatmakta fayda vardır. İstanbul'da Allah rahmet eylesin Şeyh Abdulhay isminde bir zât vardı, şeyh Abdulhay, Yahya Efendi Medresesinde halka Mesnevi'den vaaz eder, onun tercümesini yapar, nasihatta bulunurdu. Çok da mahsubları vardı. Bir Cuma günü Hacı Sıdkı ile beraber, Cumadan çıktıktan sonra Şeyh Abdulhay ve beraberindekiler medreseye girdiğinde Şeyhimiz ve Hacı Sıdkı da medreseye bir hikmet sebebiyle beraberce girdiler. Mübarek Şeyhimize yaşı ve görüntüsü karşısında kendisine hürmet ettiler. Şeyh Abdulhay oradaki sedirin bir tarafına oturdu, Şeyhimiz de bir tarafına oturdu. Ben de aşağıda sedirin bir tarafına oturdum. Tabi bazıları bakıyorlar. Mübareğin siması hoşlarına gidiyor. Mübareğin o güzel görüntüsü karşısında yavaşça birbirlerine soruyorlar, "kimdir bu zât, nerelidir" diye. Ben onlara birşeyler söylüyorum falan falan zât die fakat Şeyh Abdulhay Allah rahmet eylesin elinde Mesnevi var halka tercüme ediyor, Farsça okuyor, halka da güzel bir şekilde açıklıyor, irşad ediyor etrafındaki müridanlarını. Fakat ikide bir durup Şeyhimize bakıyor. Çok candan bir bakış baktığından öyle bir hale geliyor ki, tekrar tekrar devam ediyor, bakmaya, fakat sonunda dayanamayıp Şeyhimize sordu, "efendim kim olduğunuzu öğrenmek istiyoruz, bize kendiniz hakkında malûmat verir misiniz?" dedi. Mübarek tercümeyi haline şöyle bir başladı, daha söyler söylemez Şeyh Abdulhay hemen sedirden aşağıya inerek gelip şeyhimizin önünde diz çöktü. Öyle bir hale geldi ki âdeta bir mübtedi (ilim öğrenmeye veya bir iş ve sanata yeni başlayan, acemi). Etrafındakiler şaşırdılar. Şeyhimize ne oldu, böyle koskoca Şeyhimiz geldi bu zâtın önüne çöktü, bu nasıl şey diye onlar da hayret ettiler. Mübarek Şeyhimizden intisab etmeyi taleb etti, doğrudan doğruya bir mübtedi gibi bir mürid olarak şeyhliğe değil de, mürid duruma gelmeye razı, diz çöktü ve Şeyhimizden inabe (bir mürşide başvurarak tarikata girme) istiyor. Bu durum karşısında Mübarek âdeta bir mübtedi gibi tövbe, istiğfar ve geçmişlerden nedamet ve benzeri şeyleri anlatarak ve Cenab-ı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'tan Hz. Sıddık'tan müteselsilen gelip de ne zaman ki Ali Hüsameddin'e gelince Şeyh Abdulhay: "Allah! Allah!" diye bağırarak titremeye ve bağırmaya başladı. Oradakiler bu duruma çok şaşırdılar, Şeyhimize ne oluyor acaba diye. Sonradan bu hal yavaş yavaş kayboldu ve kendisini toparlamaya başladı. Halsiz bir durumda idi. Kendisine gelince sedire çıkmadı. Şeyhimizin önünde durdu ve konuştular, yapılması gereken şey ne ise aynı bir mübtedi gibi kendisini irşad etti ve kabul buyurdu.

Demek ki Mübareğin oraya girişindeki hikmet bu imiş. Bunun nasibi vardır. Bu sebeble olmuş, yoksa böyle bir şeye girmezdi. Çünkü oranın bizim ile ilgisi yok. Yahya Efendi Medresesi kendi başlı başına bir müessese. Sonra oradan ayrılırken Şeyh Abdulhay Şeyhimize nerede olduğunu, nerede kaldığını sorar. Şeyhimiz de hiç bir yer adı belirtmeden "bizim yerimiz pek belli olmaz" diyerek bu minval üzere geçiştirdi. O istiyordu ki tekrar buluşalım, ziyaretine gelelim diye. Mübarek inşAllah yine buluşuruz diye işi bitirdi. Ben de kendisine sordum, "efendim neden yerinizi belirtmediniz, şurada kalıyorum" diye belirtmediniz. Mübarek "hayır, hayır gerek yok, hiç kimsenin üzerinde külfet vermeye hakkımız yok ki. Çünkü bunlar çokluktur. Vardığımız yere gelirlerse külfet olurlar, onun için böylesi daha uygun olur" dedi. Sonradan Mübareğe sordum, "adamı az kalsın öldürecek duruma getirdin, onlar da hep Şeyhleri ölecek diye korktular, bunun sebebi hikmeti ne idi?" Mübarek buyurdu ki; "Elhamdülüllehi teâlâ sâdâdları andığımız ve bilhassa Muhammed Ali Hüsameddini andığımız zaman Mübareğin ruhaniyeti şimşek gibi gelip öyle bir çarptı ki, tabi o da bu güne kadar, böyle bir ruhaniyetle karşılaşmadığı için bu kadar çok etkilendi. Yine buna Allahü Zülcelâl'in lütfü ve merhameti ile dayanabildi, yoksa can verebilirdi. Fakat Elhamdülüllehi teâlâ bu hal olmadan gayri ihtiyari olarak bu hale düştü. Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun ki, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin'in kabuliyetinin izharı (Huzura getirme, hazır etme) bütün açıklığı ile belli oldu."

Hacı Sami Efendi'ye gelince: İstanbul hali nasıl geçti bilmiyorum. Fakat, Adana'ya vardıklarında görüşmüşlerdir. Hacı Sami Efendi'nin de Mübarek Şeyhimize karşı hürmeti saygısı olmuştur, bunu çok iyi bildiğim için söylüyorum, hâşâ iftira değil.

 

MUHAMMED ZAHİD KOTKU HZ. LERİ

Hacı Muhammed Efendi ise Allah rahmet eylesin, İskender Paşa Camisinde olduğundan Şeyhimiz Fatih semtlerinde bulunduğu devrelerde bazen camisine giderdi. Hacı Muhammed Kotku Efendi, Şeyhimize karşı çok saygılı idi, çok hürmet ederdi. Hatta muhabbetin derecesini belirtmek için şunu bir ölçü olarak koyabiliriz. Şeyhimizin vefatından sonra oğlu Şeyhzâde, Muhammed Kotku Efendinin Camisine gittiğinde, çünkü Muhammed efendi'yi ziyaret ederdi, oraya gelip Hacı Muhammed Efendi'nin elini öpmek isteyenlere Şeyhzâde'nin elini öptürmeden kendi elini vermezdi Mübarek. Gelen kimselere mutlaka önce Şeyhzâde'nin elini öptürürdü, yani Şeyhimizin oğluna dahi böylesine saygı ve sevgisi vardı. Yine aynı Şeyh Muhammed Kotku Efendi Hacı Bayram Camiinde kalabalık topluluk halinde iken inâbe almak için istekte bulunanlar olurdu. Mübarek Şeyhimize mensub olan bir kardeşimiz de orada bulunur. İnâbe alanlar almış, fakat Şeyhimizin mahsubu olan bu kişi inâbe almak için hareket etmeyince Muhammed Kotku Hz. ona bakarak, "Allahu âlem sizin bir zâta intisabınız vardır" demiş, o da "evet efendim" demiş. Sorar kime intisaplısınız diye. O da anlatmış, Şeyh Alaaddin Hz.ne diye. O zaman Şeyh Muhammed Kotku: "Allah Allah! İnanın ki biz bu gibi zâtların ayaklarının tûrâbı bile olamayız." diyerek tebrik etmiştir.

Sivaslı Şeyh İsmail Hakkı Hz. Allah rahmet eylesin. Sivas'ta mahsubları vardı, malatya'da da Şeyhimizin mahsubları vardır. Bunlar demiryolları memurları oldukları için birbirlerini bilip tanıyorlar. Bir gün Malatya'daki kardeşimiz Sivas'a gider, onlar da bizim Şeyhimizi ziyaret etmez misin derler. O da hay hay, tabi der. Vardıklarında bazıları inâbe alıyorlar. Şeyh İsmail Hakkı Efendi bunun bir talebi olmayınca ziyaretçi olduğunu anlamış, sizin intisabınız var mıdır diye sormuş, evet efendim var demiş, kim diye sorunca o da anlatmış: Mübarek bir miktar rabıtaya girerek bekledikten sonra başını kaldırıp şöyle buyuruyor: "Hu! Hu! onlar güneş, bizler yıldızız. Onlar olmasa bizler sönüğüz" der. Mübarek Şeyhimiz hakkında söylediği aynen böyledir.

Bir başka hadise de Kayseri'de cereyan eder. Kayseri'de bulunan büyük bir zât, halk arasında çok saygın bir yeri var, ama ben ismini bilmiyorum. Şeyhimizin vefat ettiği Cuma günü idi, kendisi Cuma namazından sonra halkı davet ederek bugün zamanımızın ğavsı vefat etmiştir. Gıyaben cenaze namazı kılalım diyerek, kendisi bizzat namazı kıldırmıştır. Kayseri'de bu hal cereyan etmiştir.

Şeyhimiz ile alâkalı bir başka hadise daha: Şeyh Muhammed Raşid'i babası, Allah rahmet eylesin, Seyyid Abdülhakim, Şeyhimizin vefatına yeminle "Vallahi diyerek Şeyh Alaaddin zamanın ğavsı idi" diyor. Bunu gerçekten, keşfen bilerek mi söylüyor, yoksa itikaden mi Allahü Zülcelâl mahşerde bizleri bunlarla beraber kılmasını nâsib ve müyesser eylesin. Hayrat ve bereketine de nail eylesin. Âmin.

Şeyhimizin bazı hallerini, muamelerini, keramet yönlerini, diğer meşayih ile irtibat yönlerini anlattık ve anlatıyoruz. Bu, Şeyhimizin bir tercümeyi hal durumudur, bunları okuyan kardaşlarımız tabi inananlar zaten inanıyor, azını da çoğunu da kabul eder. Fakat bazen itiraz edenler de çıkabilir, tabi herkes inanacak ve kabul edecek diye hiç bir kimseyi mecbur da tutmuyoruz. Fakat bütün kardaşlarımız, her fert şunu bilsin ki biz bunları söylerken bunu herkes kabul edecek diye bir davanın peşinde değiliz. Bu bir davet değil, bir teşvik, bir tezgâhtarlık hiç değil. Asla böyle bir niyetimiz yoktur. Bu söylediklerimizi duyanlar okuyanlar hoş görür görmez, ister kabul eder isterse etmez. Hiç fark etmez. Çünkü bu Allahü Zülcelâl'in bir takdiridir, zira Rabbimiz (Celle Celaluhu) ezelde takdir ettiği hüküm ne ise o olur. Herkesin bir nasibi vardır, bir bağlandığı kabullendiği vardır. Bunların hepsi Enbiya mirasçıları, yeter ki o seviyeye gelsinler, o seviyede olan zâtların hepsi Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile çok yararlıdırlar, menfaatiıdırlar. Nebilerin mirasçısı olan bir zât nasıl menfaatlı olmasın. Muhakkak onlara yaklaşan herkes onlardan menfaatlanır, bundan hiç şüphemiz yoktur.

 

FERDİYET MAKAMI

 

Kardeşlerim,

Ancak şunu iyi bilin ki bu mirasçıların içinde Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın seviyesinde tek bir fert yoktur, ferdiyyet makamı Allah (Celle Celaluhu) tarafından ancak Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'a verilmiştir. Dünyada hakim ve dünyadakilerin tamamını kendisine tek olarak bağlanma sorumluluğu ve mecburiyeti vardır, bu teklik sadece ve sadece Peygamberimize mahsustur. Hatta diğer Enbiyada bu durum yoktur, onlar bir kavime, bir topluluğa, bir millete nebi olarak gelmişlerdir dünya çapında ferdiyyet makamı tek olma durumu sadece Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'a mahsustur.

Ğavsiyet makamı ise, esasen ğavsiyet umumadır, ama her fert bunu tanımak ve bağlanmak mecburiyetinde değildir. Evet Maneviyatta hepsi mutlaka ğavsın hükmü altındadır. Ama bilmek mecburi değildir. Haliyle herkes ğavsın kim olduğunu bilemez ki, bilemiyoruz da, ancak bu keşif yolu ile olur. Allahü Zülcelâl kimlere nasib etmiş ise onlar bilir. Onun için herkes elbetteki bağlandığı zâtı sever, saygı duyar, böyle olmasa zaten bağlanmaz. Ancak, şu hususu da özellikle belirtmek istiyorum herkesin kendi Şeyhi için "asırdaki tek imamdır, asrın imamıdır veya asrın müctehididir" veya müceddididir. Dünyaya hâkimdir, yani varsa yoksa bu gibi sözler çok yanlıştır. Bu yanlış bir davadır, böyle bir makam sadece Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'a aittir. Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'a bağlanma, inanma ve kabul etme mecburiyetinden kimse müstağni kalamaz, Yahudisi, nasranisi, ve herkes. Tabi bu anlattığımız gibi enbiya mirasçıları ulemâdır, âlimlerdir. Bu ulemâ, Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın hem zahirine, hemde batınına mirasçıdırlar, herkesin nasibinde ne varsa, ona razıdır.

Allahü Zülcelâl denk getirmiş ve ona bağlanmıştır. Ancak Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:

اصحابى كاالنجوم بأيهم اقتديتم اهتديتم

"Ashabım yıldızlar gibidir, hangisinin arkasına düşerseniz düşün, uyun hidayet bulursunuz." Demek ki ashabının hepsi müctehid seviyesindedirler. Öyle yetiştirmiş. Onun için sadece Ebubekir Sıddık (ra)'ın arkasına düşün, başka birisini tanımayın, ancak onun arkasından gidin denilemez ve denilmemiş de. Onun için dünya bir kimse üzerine hasredilemez, bu mümkün değildir. Bu sebeble müctehidi nerede bulursanız ona uyun, tabi mürşiddir, haliyle hepsi aynı derecede, aynı seviyede olamaz, bu Rabbimizin bir lütfü ihsanıdır, iyisi gelir, vasatı gelir, (kendi istidat ve kabiliyetine göre bir seviyesi olur.) Şunu söyleyeyim ki, Allah (Celle Celaluhu) ezel âleminde nasıl takdir etmişse o olur, tecelli eder, değişen hiç bir şey olmaz. Hatta bazı zâtlar bile bazı kimseleri terbiyesi altına alırlar ve derler ki, sen benim nasibim değilsin, sonradan vakti gelince nasibi olan zâta gönderir, bu zâtlar bu gibi halleri dahi bilirler. Nitekim Mübarek Şeyhimiz de herhangi bir kimse talebte bulunduğu zaman hemen vermezdi, sorardı, mensubiyetin kimedir, şeyhin kimdir diye. Eğer onun şeyhinin durumunu iyi görür ise şeyhin iyidir, şeyhinden ne zarar gördün ki bırakıyorsun buyururdu. O da bir zarar görmedim efendim dediğinde o zaman gerek yok şeyhine sahib ol derdi. Onun için eğer uhrevî âlemde az veya çok menfaat verebilecek bir halde olabilecek ise sahib çıkmazdı. Ancak ne zaman ki zavallıdır, başı boştur, şeyhi şeyh değil, mürşidi mürşid değildir, kendisine bile medarı yok, avam sınıfından biri durumundadır, başkasını bırakın kendisine bile hayırı yok, işte böyle birini gördüğünde ona sahib çıkardı. Mürşidlikten ve şeyhlikten gaye Allahü Zülcelâl'in mahlûkatına, Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın ümmetine hizmettir ve onlara menfaat vermektir. Yoksa kendisi milletin sırtından geçinip onların üzerlerine külfet olmak, onları haraca bağlamak değildir. Milletten menfaatlanmak için gelmemişlerdir, sadece insanların menfaatlarını aramak için de gelmemişlerdir. Esasen milletin sırtına yük olmak için değil, bilakis onların yüklerini hafifletmek için gelmiştir. Bütün dünyevî ve uhrevî yüklerini hafifletiyor. El birliği ile müşterek bir hali vardır, onların dertleri ile dertleniyor, onların ferahları ile ferahlanıyor. İşte şeyh ve mürşid budur.

Nitekim Gavsul Azamın buyurduğu gibi:

القصد هوالله

Evladım, şeyhlikten mürşidlikten kasıt Allah'tır, Allah'a ulaşmaktır, Allah'ın rızasını kazanmaktır, eğer kast Allah ise Allahü Zülcelâl kimi sever, zira Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki;

الخلق عيال الله

Tüm mahlûkat Allah'ın iyalidir, Allah'ın iyaline kim daha fazla menfaat verirse Allah nezdinde o daha kıymetlidir. Ne kadar çok yardımcı olursa, ne kadar çok menfaat verirse o nisbette Allah katında, Allah nezdinde geçerlidir. Yoksa mürşidlik millete külfet vermek, onların sırtından geçinmek değil. Esasen kendisinin onlara menfaat vermesidir, onları hem dünyevî hem de uhrevî olarak gütmesidir, onlara çobanlık yapmasıdır.

 

NAKIS ŞEYHİN ZARARLARI

 

كلكم راع و كلكم مسؤل عن رعيته

"Hepiniz birer çobansınız ve maiyetinizden mesulsünüz, sorumlusunuz." Bugün bir mürşid, bir çoban mesabesindedir, sürüsünü her yönü ile en iyi şekilde gütmeğe mecburdur. Eğer buna kudreti yoksa ona şeyh veya mürşid değil de artık zavallı demek lâzım, başka bir şey diyemeyiz, çünkü büyük bir külfete girmiştir. O bu sorumluluğun altından kalkamaz bile. Çobanlık dediğimiz zaman bile aile reisi çobandır, bir vali ilin çobanıdır yani çobanlık esasen kendi maiyetindeki kimselerin noksanlıklarından ihtiyaçlarından sorumludur. Aynı şekilde bu Mübarek mürşidler de birer çobandırlar. Onun için biz bu misâli verdik. Eğer çoban güttüğü sürüyü nereden götürüp getireceğini, her türlü zarardan nasıl korunacağını bilmiyor ise bu çobana nasıl çoban denilebilir? Haram yerlere, gayri meşru yerlere girmelerine, başkasına ait tarla ve bahçelerine girmelerini nasıl fehmedebilir? Çoban kendisi yatacak, sürüyü başı boş bırakacak, nereye giderse gitsin, kuşa kurda yem olsun öyle mi? Böyle çobanlık olmaz.

İşinin ehli olmayan kişilere bir koyun bile teslim edilmezken insan dinini, diyanetini, dünyasını ve ahiretini kurtarmak, kazanmak için teslim olabileceği çobanını iyi seçmek zarureti vardır. Onun için İmamı Rabbani Hz. Mektubat 1. Cilt 23. Mektubunda bu duruma dikkat çekerek ısrarla noksan olan Şeyhe teslim olmamak için şiddetle uyarıyor. Nasıl ki, bir tabibe kendinizi teslim ederken, çok yararlı, faydalı, ihtisası yerindedir, kemal sahibi olmuştur diye hakiki bir kanaatle kendimizi teslim ediyorsak, yine ziraatçılıkta bile insan bir tarlayı kullanırken toprağı tahlil eder de burada hangi tohum daha elverişlidir, fesada mı uğrar, yoksa salaha mı elverişlidir, diye bunları dahi misâl vermiştir. Zira noksan olan bir şeyh bu yolların terakkiyât yönlerini bilmediği için faydadan çok zarar verir, çünkü kendisi için bu meçhuldür, bunu bilmez. Allah'a vuslat yolu hangisidir, hangi yöndendir, mürid üzerine feraseti olması lâzımdır ki onun istidadı hangi yöne uygundur, seyri sülük yolu ile midir, yoksa cezb yolu ile midir bunları bilmesi lâzımdır. Onun için istidadının dışında atâlete batâlete sürükler, hatta fesada sürükler. Çünkü kabiliyetinin istidadının o yöne imkânı yoktur. Onun için hem tarikatın yönlerini bilmesi, hem de gelen bir müridin istidadını keşfiyatıyla seçemedikçe müridi üzerinde tasarruf edemez, bunun sonucu da faydadan ziyâde felâkettir. Çünkü Şahı Nakşibend Hz. "bu gibi halleri bilmeyen kimsenin mürid üzerine tasarruf etme yetkisi yoktur" buyuruyor.

Hülasa kardeşlerim, İmamı Rabbani Hz. ne diyor; "Noksan bir şeyhin eline düşmektense hiç düşmemek daha iyidir." Çünkü işinin ehli olmayan bir doktora gitmektense hiç gitmemek daha iyidir. Çünkü tedavi yöntemleri ile vücudumuza daha fazla zarar verir. Eğer iyi bir doktora gidersek vücudumuz sıhhat ve afiyet bulacaktır. İyi doktoru bulmadan ehli olmayan birine tedavi için gitmiş ise bu vücudumuzu fesada uğratacaktır. Mesleğinde maharetli, ehli olan bir doktora geldiğimiz zaman onu yapacağı ile işi öncekinin fesada uğrattığı vücudu o ilâçlardan temizlemektir ye bundan sonra asıl tedaviye devam eder. Bir tarla sahibi bile tarlaya bir tohum ekeceği zaman önce o tarlayı fesada uğratan yanlış tohum ve bitkilerden arındırır ve ondan sonra bu ekme işine teşebbüs eder. Yoksa tarlayı hiç temizlemeden, tahlil etmeden bu ekim işini yaparsa, faydalı tohumları da zayi etmiş olacaktır. Tohumu zayi etmemek için tahlil zamanında yapılsın, zararlı şeylerden tarla tamamen temizlensin, ekilen tohum zayi olmadan bitsin ve yararlı olsun. Onun için böylesine nakıs ve ehil olmayan şeyhlere intisab edip de tarikata girmemeyi evlâ görüyor, İmamı Rabbani Hz. bu yönü tercih ediyor. Mutlaka kâmil, mükemmel olan bu seyrü sülûkû bilen, kulu Allahü Zülcelâl'e vasıl edecek olan yön ve yöntemleri bilen birisinin olması zaruridir diyor. Yoksa mahşer âleminde Allahü Zülcelâl bu gibi kimselere sorar: "Ne kulumu kendi haline bıraktın, kendisinin ehil olanı aramasını engelledin, kendini de bu yolun yolcusu gibi gösterdin, böyle göründün; ne de ona gereken ne ise onun hakkı olanı verebildin, ne de bir yarar sağlayabildin, bilakis onun hakkını gasbettin" diye.

Bir kimse Tıbbiyeyi kazansa, kaydını yaptırıp oraya girse, bu tıb fakültesine giren kimse kendi başına doktor olabilir mi? Onun doktor olabilmesi için işinin ehli hocalara ihtiyaç yok mudur? Elbette ki vardır. Bu tarikat da böyledir, mutlaka ehil ve kâmil mürşid olması lâzım. Ehil olmayanlar mutlaka zarar verir, müridini istenildiği şekilde yetiştiremez. Çünkü kendisinde bu istidad bu kabiliyet yoktur. İşte bu sebeple mürşidlerin hepsi irşada girmiyor, büyük bir sorumluluk altında olduklarını biliyorlar da, bundan çekiniyorlar. Allahü Zülcelâl'e yalvara yalvara kendilerini affetmesi için biz buna ehil değiliz diyorlar. Fakat Allahü Zülcelâl kullarına hizmet edecek kabiliyetleri olduğu için bilerek bunları mecbur tutuyor, emrivaki ile gönderiyor, mecbur tutması hizmet edebilecek güce geldikleri içindir. İşte bu emrivaki ile gelenler sorumlu değildir, bir ahid ve vahidleri vardır.

 

HZ. ŞAZELİ'YE GÖRE MÜRŞİTLİK

Ebu Hasan'ı Şazeli Hz. bu hususta şöyle buyuruyor:

"Bir kimsenin buna kabiliyeti yoksa, ancak el öpme ile postu da kalın bulmuş, halk da etrafında toplanmış, bununla şöhret bulmuş, o da bununla yetinerek yürüyecek olursa, bu gibi kimselerin zararı menfaatından fazladır, bu gibileri çok tehlikelidir, halka büyük bir zarar verir" diyor.

 

EBU ABBASİL MÜRSİ'NİN SÖZLERİ

Bir gün EBU ABBASİL MÜRSİ'ye soruyorlar; "Efendim Şam'da bir kimse var, çok büyük şöhrete sahib, her tarafta şöhreti vardır." diye. O da "Evet bu fakir o kimseyi görüyor, gerçekten dünya üzerinde çok şöhreti var, ama gök âleminde hiç bir esâmesi yoktur." diyor. Onun için bir şeyhin şöhreti kendi rütbesinden daha yaygın ve fazla ise o şöhret o kimse için helaktir, esasen şöhreti, rütbesini aşmaması lâzımdır. Ama diyeceksiniz ki, Gavsul Âzam ve o kadar şöhret almış zâtlar var ki, bunlar hakkında ne buyuruyorsunuz? Allahü Zülcelâl'in bu zâtlara vermiş olduğu meziyetler, yücelikler ve rütbeleri diyebilirim ki şöhretlerinden fazladır. Hülasa Rabbimiz bizlere iz'ân ve şûûr versin, mühim olan şuurdur.

 

Kardeşlerim,

Sizlere çobanlık hususunda bir hadiseyi anlatmak istiyorum, bakınız çobanlık nasıl oluyor. O devirde Siirt'te bir hastane açılmış, o hastanede de göz hastalıkları bölümü hizmete girmişti. Trahom devresi idi. Hatta doktorların azlığı sebebi ile muayene için asken doktorlar da geliyorlardı. Hülâsa bir gün Şeyhimiz, bu hastaneye gitme ihtiyacı duymuş ve bir göz tedavisinden geçmişti. Fakat orada bir hemşire vardı, o hemşire Şeyhimize gereken hizmeti yapıyor, içinden gelerek ona karşı hizmet veriyor, Elhamdülüllah Mübarek Şeyhimiz, sıhhati ile oradan çıktığında bu hemşire, "Efendim bizi de duanızdan unutmayın" diye yalvarmış, Mübarek de inşAllah diyerek ayrılmış. Zamanla bu trahom hastanesine gerek kalmadı, tamamen kaldırıldı, lağvolundu. Seneler geçti, tabi ne kadar zaman geçti ise, tam olarak tarihini veremeyeceğim. İşte günün birinde İstanbul'da Hacı Hüsnü, ki ilk bölümlerde kendisinden behsedilmiştir, Şeyhimizin sesini kasete alan ve sohbet eden Hacı Hüsnü'nün komşuları vardır. Komşularından bir tanesi hastalanıyor, sekerat halinde durumu çok ağır, tabi bu komşunun başkaları ile fazla irtibatı yoktu. Emekli bir kimse, onlara fazla uyum sağlayamıyor. Bu durumda onunla fazla alış verişleri yok, yani fazla bir tanışmaları, gidip gelmeleri yok. Tabi hasta olunca sekerat haline düşünce Hacı hüsnü'nün hanımları gitmişler, komşu hukuku yönünden yardımcı olmak için. Bu sekaret halindeki hanımdan bir şeyhe bir tarikata yönelik halinin olduğunu da kesinlikle bilmiyorlar, hatta tahmin bile etmiyorlar. Yaşayışı hiç o yönde görünmüyor. Sekaretın son anında, "ya Şeyh Alaaddin" diye çok saygılı bir halde ismini anıyor. O anda her halele görüntü oldu ki Şeyh Alaaddin diyerek söyleyip hemen ardından çok güzel bir şekilde, Kelime-i Şehadet getirerek ruhunu teslim ediyor. Bunlar hayret etmişler, bu hanım "Şeyh Alaaddin" dedi ama dünyada nice Şeyh Alaaddinler vardır. Acaba bu hanım böyle söylemekle ne demek istedi? Bunun böyle bir Şeyhle irtibatlı hali ve görüntüsü yoktu, bu nasıl bir şey diye hayret etmiş ve bir karara varamamışlar. Ancak bekliyorlar ki, Şeyhimiz İstanbul'a geldiğinde hadiseyi anlatalım da, bakalım ne diyecek, bu hususta ne buyuracak? Bu hanımın sekerat halinde Şeyh Alaaddin'i anmaları içlerinde bir dert olmuş. Ne zaman ki Mübarek Şeyhimiz İstanbul'a geldiklerinde bu hadiseyi açmışlar, şöyle şöyle bir hadise cereyan etti diye. Böyle dediklerinde VAllahi Mübarek şöyle buyuruyor; "Makbule Hanım mı?" diyor... İnanın ki komşuları o hanımın ismini dahi bilmiyorlar, araştırıyorlar, soruyorlar ki evet, o vefat eden hanımın ismi Makbule imiş. Evet, dikkat edin çobanlık nasıl olurmuş. Bu hanım onun mensubu veya müridi değil, ama seneler önce Şeyhimizin ona vermiş olduğu bir sözü var.

Başka bir mesele daha. Bir yörük vardı, sakattı, fazlaca memlekete gelemiyordu, imkân bulamıyordu gelmeye. Amma etrafındakiler, yakınında bulunanlar anlatıyor. Bu yörük defalarca, "ah, ah, Şeyh Alaaddin'i bir görseydim" diye ah çekerdi. Ona karşı sevgisi muhabbeti vardı, görmeyi heves ediyor ve arzuluyordu, mensubu falan değildi, ama samimi olarak içinden gelen bir haldi bu. Günün birinde yani sekerat halinde Şeyhimiz orada bulunmasın mı? Sekerat halinde Şeyhimiz başında bulunmuş ve o da orada vefat etmiş. Vefat edince esasen onu orada defnetmeyeceklerdi, onlar da madem ki Şeyh Efendi de buradadır, o zaman onu başka bir yere götürmeye gerek yok, burada gömelim diyorlar, bu Allah'ın bir lütfudur. Şeyhimiz de artık orada onun cenazesine iştirak etmiş ve defnedildikten sonra başında bulunmuştur. Mübarek telkinden sonra başında biraz durunca, onun başında bir miktar bekleyince babası Şeyhul Hazin'in de ruhaniyeti oraya geliyor, Şeyhul Hazin'in manevî bir kardeşi vardı, adı Şeyh Muhammed idi. Bunun soyu Seyit Ahmet Bedevinin kerdeşlerinden gelen bir sülâledir, beş altı yüz sene evvelden orada medfundu. Şeyhul Hazin oradan giderken gelirken selâm verirlerdi de onların birbirine selâmı duyulurdu. İşte böylesine bir zât. Ona da Şeyh Muhammed'i Tomî diye tabir ederlerdi. Mübarek Şeyh Muhammed-il Hazin'in manevî kardeşi olunca o da oraya gelmiş, onun da ruhaniyyeti orada hazır bulunmuş. Aynı zamanda bu yörük Şeyh Muhammed'i Tomî'nın bulunduğu sahada defnolunmuş. Bu minval üzere olup dururken Şeyh Alaaddin orada olur da, Mübarek hazreti Pir orada hazır olmaz mı, o Mübarek Şeyhimiz ile beraber üç tane zâtın ruhaniyeti orada hazır bulunmuştur. Adamdaki aşka şevke bakın ki, şu muhabbete bakın ki, onları nasıl getiriyor. Çünkü:

المرء مع من احبه

"Kişi sevdiği ile beraber olacak." Yani sevginin ciddiyeti, halisane hali nasıl celbediyor. O muhabbet Şeyhimizi celbetmiş, Şeyhimizin bulunuşu sebebi ile hem şeyhi, hem babası, hem de babasının manevî kardeşini celbediyor. Sonra da Seyyid Muhammed'i Tomi Hz. onlardan rica ediyor, bu benim sahamdadır, bunu bana bırakın diyerek. VAllahil azîm hal bu şekilde cereyan ediyor. Allahü Zülcelâl bu gibi zâtlardan faydalanmayı bizlere de nasib eylesin. Nitekim meşhur Yusufu Hemedanî Hz. yani Abdülhalıkı gücdüvani ve Ahmet Yesevi'yi yetiştiren bu Mübarek zât kendisi bizatihi diyor ki bu muhabbet yönünden, bir gün şöyle yatmak istedim ama bir türlü yatamadım, içime bir sıkıntı peydah oldu. Sanki davet varmış gibi üzerimde çekici bir hal vardı, dışarı çıkmak istiyordum. Dayanamayarak dışarı çıktım, bineğime binip kendi haline bıraktım ve bakalım nereye gidecek diye. Netice olarak bir yere gitti ve orada durdu. Hayırdır inşAllah dedim, o durduğu yerde indim bir de baktım ki orada birisi yatıyor. Beni görünce, "buyurun buyurun Şeyhim," diye davet etti. Muhabbet yönünden sorularım var diye suallar sormuş o da cevab vererek anlatmış. Yusufu Hemedanî ona diyor ki; "Evlâdım, bir daha böyle soruların olursa, beni bu halde yorma, artık ihtiyarım, kendin gel de o şekilde sor" der. O kimse de "efendim, ben muhabbetimi denetleme yaptım, bakalım Şeyhi celbeder mi etmez mi diye. Ben bunu yapmasam muhabbeti nasıl anlarım," diyor. Onun için adamın muhabbetinin ciddiyeti Şeyhi nasıl celbediyor. İşte, o yörüğün muhabbeti de Şeyhimizi bu şekilde celbetmiş.

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Bunları anlatırken tabi hepimizin böylesine kâmil, mükemmel bir Şeyhi bulma imkânımız olmaz. Peki ne yapmak lâzım, piyasada çeşit çeşit fikirler veriliyor, zikirler yapılıyor, ve bir çok muamelât mevcuddur. Ama bunların hepsi anlattığımız gibi irşad için yani mürşid olarak daha doğrusu mürşit olabilmesi için bu anlattığımız vasıflara haiz olmaları şarttır. Çünkü halkı irşad edecek zât bunların istidad ve kabiliyetlerine göre bir muamele yapması gerekir. Buna mecburdur. Ama Mürşid değil ise, bu kabiliyette değil ise, ismini ister Şeyh koysun, ister başka bir şey koysun ama yol tarifi başka, kapı gösterme başkadır.

Mübarek Ebu Hasenel Şazeli Hz. lerinin buyurduğu gibi "Tedavi etmek, ilaç göstermek, ilaç tarif etmek değil, tedavi yöntemini kullanabilmektir. Sağlık ve sıhhate kavuşturabilmektir. Kapı göstermek değil de Rabbisi ile arasındaki hicabları yok etmektir. Vuslat buldurmaktır." diyor.

İşte mürşid budur, bu yetkisi vardır. Diğerleri de yol göstermektir. Bunlar artık mürşid değildir. Şeyh de değildir. Esasen bir aracıdır. Bir delildir. Halka doğru yolu göstermektir. Doğru yolu göstermek olursa, bu da güzeldir. Fena değildir. Allah rızası için halisane lillâhi olduktan sonra bir zerresi zayi olmaz. Rabbimiz mükâfatlandırır. Eğer gaye, halka yarar ve sapıklıktan doğruya yöneltmek kastıyla olduktan sonra, hiç bir davaya da bağlı olmamak şartıyla sadece ve sadece halisane lillâhi teâlâ, herhangi bir dünya menfaati değil, sadece Allah için olursa bu da faidelidir. Yani iyi bir mürşidi kâmil bulamadım diye tamamen dünyadan öyle attal battal olmak manasında değil. Esasen ihtiyacımız olan bir şeyleri sormak öğrenmek. Nasıl ki bir ilim için vaaz, nasihat gerekiyorsa, zikir yönünden de böyle şeyler güzeldir. Ancak anlattığımız gibi bu bir delildir, yol göstericidir. Şeyh değil, mürşid de değildir. Bu delilin niyyet ve azmine göre Rabbimiz verir. Çünkü Rabbimiz hâşâ hiç kimseye zulmetmez. Niyyeti ve azmi ne ise o nisbete göre muamele görür, Allahü Zülcelâl'in izni ve inayeti ile. Zira cenabı Rasulullah şöyle buyuruyor:

خير الناسى من ينفع الناسى وشر الناسى من يضرالناسى

"Nâsın en hayırlısı nâsa menfaat verendir. En şerlisi de nâsa zarar verendir."

Maddî ve manevî zararı ve menfaatinin nisbetinde karşılığını alır. Zira Allahü Zülcelâl: Ben kullarıma asla zulmetmem... hâşâ... velâkin kerem ve ihsanını da asla esirgemez...

 

Kardeşlerimiz,

Rabbimizden dilediğimiz şudur ki, Tevfikatıyla Refik eylesin, Hakkı Hak bilip Hakka tâbi olanlardan, batılı batıl bilip batıldan sakınan kullarından eylesin. Rabbimizin meded ve inayetine sığınırız, bize hayırlısı ne ise ona muvaffak kılsın. Şeyhimiz ile alâkalı hali anlattıkça uzar gider, biz gayet kısa bir şekilde anlatıp bir sonuca varmak ihtiyacı duyulduğundan kısa geçeceğiz. Zira dinleyen için bir kelime dahi yeterlidir, dinlemeyen için ise ne kadar anlatır isek anlatalım faydasızdır. Hani bazen derler ki anlayan için bir ayet bir hadis yeterlidir, bu inanan için böyledir. Fakat inanmayan anlamayan için yüz ayet yüz hadiste olsa inanmaz, ama inadından, ama ifratından dolayı veyahut hasedinden dolayı, herhangi bir sebebten dolayı kabullenmez, anlamak istemez, saplandığı bir fikri vardır. Aslında hak hikmet kimden olursa olsun alınması caizdir.

Zira şöyle buyurulur:

الحمكمة ضالة المؤمن

Yani, "hikmet müminin yitiğidir, kimde bulursa bulsun alması caizdir." Bu kimse ister gayri müslim olsun, bir hikmet durumu varsa ondan dahi alabilir, önemli olan alınan şeyin hak olup olmadığıdır. Hak haktır, bâtıl bâtıldır. Ne sevdiğimizden dolayı hakkı bâtıl ederiz, ne de sevmediğimizden dolayı batılı Hak ederiz. Böyle şey olamaz, insan daima mutedil alelhak doğru ne ise doğrudan yana olmalıdır. Doğru olmayana sahib çıkmamakta herkesin hakkıdır.

 

VAHİY - İLHAM - RÜYA

 

Kardeşlerimiz,

Mübarek Şeyhimiz ile alâkalı bir rüyamız vardır, onu sizlere anlatmak istiyorum, gerçi Mübareği rüya yolu ile anlatacak olursak rüyalar bitmez tükenmez. Fakat biz rüya yönüne fazlaca girmeyeceğiz. Ancak bu rüyayı anlatmayı zaruri görüyoruz, bunu anlatma zorunluluğumuz var, inşAllah faydadan hali değildir. Zira rüya nübüvvetin kırkaltı cüzünden bir cüzdür. Kırkaltı cüzünden bir cüz olmasının nedeni Cenabı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın risaleti yirmi üç sene devam etmiştir, bunun altı ayını rüya yolu ile geçirmiştir.

كان يرى الرؤيا تجيئ كفلق الصبح

Cenabı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) öyle bir rüya görüyor ki âdeta fecir gibi açık tabiki müsbet rüyalar. İşte altı ay böyle rüya ile geçirmiş, ondan sonra vahiy başlamıştır. Onun için bu altı aylık rüya yönü müminlere bir hadiyedir. Vahiy enbiya içindir, ilham evliya içindir. Müminin işi de rüyadır. Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) evliyaya ilham yönünü bırakmıştır, müminlere de rüya yönünü bırakmıştır. Müminlerin rüyası da gerçektir. Çünkü nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür. Bu sebeble umarız ki bu rüya da bu nevidendir, sağlılı sıhhatli olduğundan hiç şüphemiz yoktur, inşAllahu teâlâ.

 

Kardeşlerim,

Bir gün sabah namazından sonra, dersimizi ve gereken şeyleri okuduktan sonra içtenlikle gelen bir istekle şu mübarek sâdâtı nakşibendiyenin onlara karşı olan muhabbetimizden, aşk ve şevkimizden arzuladık, bunların tercüme halini bir parça okuyalım diye başladık. Evvelâ fahri âlem aleyhisselatu vesselamdan Hz. Sıddık (ra), Hz. Selmanı Farisi, Hz. Kasım İbni Muhammed ve Caferi Sadık (ra) ve Ebayezidi Bestami, Ebül Hasanı Harkanî, Aliyi Fermadi, Yusufu Hemedanî, Abdulhaliki Gücdevanî, Arifi Rivegeri, Mahmudu Fağnevi, Aliyi Ramiteni, Eşşehidi'l Azizan, Muhammed Baba Semmasi, Seyyit Emir Külal, Şahi Nakşibend Hz., Alaaddini Attar Hz. silsile olarak buraya kadar geldik, inceden inceye. Fakat Alaaddini Attar'a gelince daha önceki bölümlerde de geçti, Muhammed Farise Hz. nin yazdığı ve Ubeydullahi Ahrar tarafından ilân edilen ve Muhammed Farise'nin, Hz. Alaaddini Attarın vefatı anında sekerat halinde iken kullanmış olduğu kelimeyi, evet o zaman da şöyle demiştim; "şu ana kadar hâlâ bu kelimenin etkisinden kurtulamıyorum." O zaman söz vermiştik, onu şimdi anlatmaya çalışıyoruz. O anda şöyle buyurmuş; "Rabbimizin inayeti ile ve Hz. Seyyidi Şerif Seyid Şahı Nakşibend Hz.lerinin meded ve himmeti ile vermiş olduğu manevî kuvvet ile irşad yönünden (o kadar güç sahibi kılmış ki) bütün insanlara karşı muvacehe kılsam bunları tamamen âdeta vasilin duruma getiririm ama Rabbimizin kaderi dışındadır, tabi bu kadere bağlıdır."

Mübarek sâdâtların tamamını durduran ve ellerini kollarını bağlayan kaderdir. Kaderin dışında bir şey işleyemezler, fakat güç var o güç verilmiş. Allahü Zülcelâl kendilerine yeterince kuvvet vermiştir. Bu mümkündür. Eğer gelen kimse inanarak gelmişse. Zâtın biri Ebul Hasan el Halkaniye soruyor, "bize biraz Ebayezit'den bahseder misiniz?" o da diyor ki "efendim Ebayezid'den nasıl bahsedeyim o öyle bir Mübarek zât idi ki karşısına gelen kimseye, bir nazar kıldığı zaman hemen hallederdi" dediği zamanda, o zât diyor ki efendim sizin anlattığınız bu hal Cenabı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'a dahi nasib olmamıştır. O zaman Ebul Hasenil Harkâni diyor ki, "evet şimdi sizin ne demek istediğinizi anladım" Bu hal Cenabı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'a nasib olmamış demek değildir, bu ancak karşısına gelmiş olan kimseye bağlıdır. Çünkü Ebu Cehil ve Ebu Leheb ve benzerleri cenabı Rasulullah'a nazar kılarken ona Rasul'dür, nebidir diye bakmıyorlardı, bu inanç sahibi değillerdi, Ebu Talibin yetimidir, Abdullah'ın oğludur diye ona bu nazarla bakıyorlardı. Bu nazarla baktıkları için buna muvaffak olamıyorlardı. Eğer gerçekten risaletini resulluğunü anlasalar, kabullenseler, arzuladıklarının daha fazlasını bulurlardı. Evet, esasen münkir saf dışıdır, böyle kimseyi halledemez ki, ancak Ebayezide inanarak gelirse hallederdi, bu da sadece Ebayezide bağlı, ona mahsus bir hal değildir, saydığımız tüm zâtlar için bu hal geçerlidir. Evet birbirlerine karşı üstünlükleri vardır, meselâ Şahı Nakşibend gibi, Abdülhâliki Gücdüvani gibi, Yusufu Hemedanf gibi. Bu Mübarek zâtlar karşısında olan bir kimse eğer inanarak, kabullenerek o nazar ile olsa onu halleder, fakat o nazar ile bakmadığı takdirde bu hal olmaz. Çünkü:

المؤمن مرآت المؤمن

"Mümin müminin aynasıdır."

Bu şekilde bakmak lâzım ki ona tesir edebilsin. Hülasa kardeşlerim, bu anda Rabbimiz de şahittir. Rabbimize nasıl teşekkür edeceğimizi, nasıl minnettar olacağımızı, böylesi zâtlarla karşılaştıran, bu Mübareklerle karşı karşıya getiren Allahü Zülcelâl'e nasıl şükredeceğimizi bilemiyorum. Şükretmekten aciziz, zira, Allahü Zülcelâl biliyor. Hiç şek ve şüphemiz yok, mensub olduğumuz zevat bu anlatılan zâtlardan noksanlıkları yoktur, eğer fazlalıkları yoksa noksanlıkları yoktur, İnancımız böyledir, bu gerçeği ilân ediyoruz. Bir noksanımız varsa Allahü Zülcelâl öbür âlemde bizi bu yönden sorumlu tutsun, inancımız budur. Yine Alaaddini Attan nasıl Hazreti Şah yetiştirdi, bu hale getirdi ise; Hz. Şah Ali Hüsameddin'in yetiştirmiş olduğu Mübarek Şeyhimizin ismi de ismine denk düşünce hiç şüphemiz kalmadı, ve Allahü Zülcelâl'e nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim o anda. Bu kuvvet azizeyi bu şekilde geniş ve yaygın olarak kabiliyet ve istidatlarına karşı beni tamamen mestu hayran etti. O anda böylesine mestu hayran durumda iken kendimden geçmişim. O anda tam zevale yakın bir devredir, kahvaltı dahi yapmamışım, o ana kadar da hiçbir şeyle meşgul olmamıştım. O anda Mübarek Şeyhimizi göz önüne getiriyorum, Mübarek o zaman hayatta idi. Mübarek Alaaddini Attan da göz önüne getiriyoruz, bilhassa Şeyhimiz fazlalık olarak da Seyid idi ve tezleri birbirine benziyordu. Çünkü Hz. Alaaddini Attar'ında mahviyet yönü çok acayib idi. Bidayetinden beri Şahı Nakşibend ona o yöntemi kullanmış ve daima nazarı altında yetiştirmiş, âdeta her ikisinin de yetişme halleri birbirine benzer. İrşad yönünde de geniş bir yetki ve selahiyetleri var, tesiratları var, görüntüleriyle sözleriyle, hallediyorlar. Bu sebeble Rabbimize nasıl şükredeğimizi bilemedim, bu şekilde mestu hayran oldum.

Hz. Muhammed Ali Hüsameddin ile Şahı Nakşibend'in devri arasında büyük bir fark vardır, yani Hz. Nakşibend de, Hz. Muhammed Ali Hüsameddin de bulunan hal ve vasıfların, daha üstün hal ve vasıfların olduğu ve varlığını düşünemiyorum. Bir kere Hz. Ali Hüsameddin de bulunan vasıflar, amma teceliyyat yönünden, amma Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) ile irtibat yönünden bundan daha ötesini yani Hz. Ali Hüsameddin'den daha üstün olanını bilemiyorum. Dolayısıyla işte yetişme tarzı birbirlerine benzediğinden dolayı Rabbimize binlerce defa şükrettik ve içimizde âdeta bir ferah ve sürür duyduk. Zira Alaaddini Attar'ın kıymet ve değerinden bahsederken diyor ki, Hz. Şahı Nakşibend'in vefatından sonra hülafa ve müridanları tamamen kendisine bıraktı ki, Hz. Muhammed Farise gibi bir alim, Akdemül Hülafasından olmasına rağmen kayıtsız şartsız Hz. Alaaddin Attara teslim olmuştur. Teslim olmayan hiç bir hulefa, hiç bir kimse kalmadı. Bu mestü, hayranlık içinde kendime güvene geldi, ferah ve sürür verdi, bu haller dolayısıyla kendimden geçmişim, uyumuşum. O anda zevale yakın bir zamanda idi, şöyle bir rüya gördüm; Siirt'te memleketteyiz, Mübarek Efendimizin dergâhında dikeliyorum. Dergâhın dış kısmındayım. Baktım ki, Mübarek beyaz bir taksi ile geliyor, taksiyi süren Şeyhimizdir. Mübarek o taksiyi o yokuştan nasıl çıkardı? Çünkü olduğu yer hayli yokuştu, o yokuştan tamamen çıkardığı gibi Mübarek defnolacağı kubbenin yanına kadar getirdi. O anda da Mübarek kapısını açtı ve kubbeye doğru yöneldi. Üzerinde beyaz elbise ve gri renkli pardesü vardı, arka koltukda da Muhammed Farise Hz. oturuyordu. Hani biz dedik ya Muhammed Farise kayıtsız şartsız Alaaddin Attar'a teslim oldu. Aynı minval üzere bu fikrimizdeki olan iyice tesirat yapmış ki, Hz. Muhammed Farise arka koltukta oturuyor. Üzerinde de deve tüyü rengine benzer bir abası vardı, bir hayli kabadayı bir hali vardı, orada oturuyor. O takside kalınca benim içimden de gidip indirmeye çalışayım diye geçti. Fakat bizden evvel bir cemaat onu indirmeye çalıştılar, içlerinden birisi de Şeyhimizin ortanca oğlu idi. Hep beraber onu taksiden indirdiler. Bundan mahrum olduğumdan dolayı müteessir olmuşum, hatta yüzümde dahi müteessir oluşumun eserleri peydah olmuş. O anda rüya değişti, bir odanın içinde sadece Mübarek Şeyhimiz ve bir de biz aciz varız, yalnızca ikimiziz, Mübarek benim yüzüme baktı, "ne oldu Muhammed Sıddık?" diye sordu. Ben de "efendim, Muhammed Farise'yi indirmek istedim, fakat fırsat vermediler, onun için üzüldüm" dedim. Mübarek sağ elini kaldırdı ve bizi âdeta yastık edercesine yaslanmak üzere bir koltuğuna aldı, üzerime yaslandı. Tabi Mübareğin sağ tarafı bizim sol tarafımıza geliyordu. Ben de o zaman neden sol tarafımızı vermişiz diye düşünürken o anda aklımıza gelen, sol tarafta kalbimiz olduğu için bu yönden olmuştur ve soluk alış verisini dahi hissediyorum. Sonunda rüya değişti, o yüzümüzdeki üzüntülü eserler değişti ve eski durumunu aldı.

 

Kardeşlerim,

Taksinin durumuna gelince, ben o anda yani taksinin gelişinde dergâhın önünde duruyordum. Taksi, kıble tarafından kuzeye geliyor ki Mübareğin şu anda Medfun bulunduğu kubbenin altına gelmiş oluyor, yokuş olmasına rağmen oraya gelmiş. Beyaz bir elbise var, biraz gri rengine çalıyordu beyazlığı. Muhammed Farise arkasında olunca biz o anda taksiye baktığımız zaman pencerelerinin bir kısmı bize doğru yani doğu tarafına geliyor, öbür tarafı da batı kısmına geliyor. Şöyle taksinin pencerelerinden karşıya baktığımız zaman batıda güneş batmak üzere, bu şekilde batıda güneş tamamen inmiş, batmak üzere. Tabi o anda hiç bir sebebini hiçbir tahlile kalkışmadım ve bilemiyorum, böylece kalktım. Şimdi hikmeti azimesine gelince, mübareği o andan itibaren fazla sürmedi, artık bu ayrılık ve firkattir. Bu şekilde demek ki rüyayı zeval devresinde görüşümüz, o takside görmüş olduğumuz güneşin batma yönü demek ki her kemalin bir zevali vardır. Zeval devresinde görülen rüya demek ki kemaliyet. Güneşin batmak üzere olması da zevâle-sona diye anlaşıldı. İşte bu rüyanın tabiri sonradan yani vefatından sonra anlaşılmış oldu. Muhammed Farise'nin arkasında oluş sebebi ise; Bu da sonradan anlaşıldı. Zira Muhammed Fariseyi indiren kimseler Şeyhimizin vefatından sonra tamamen doğrudan doğruya gidip Muhammed Bahaddin Hz. intisab ettiler, oraya iltica ettiler. Bunun da bu şekilde oluşunu o zaman fehmettim. Nasıl ki Mübarek Hz. Alaaddini Attar'a tüm hülefa, hatta Muhammed Farise gibi bir şahsiyet bile kendisine kayıtsız şartsız teslim olduysa Şeyhimize, Hz. Ali Hüsameddin'den sonra oğluna varıncaya kadar, hepsinin kendisine teslim olduğunun delili oldu, Muhammed Bahaddin Hz. bu Muhammed Farise'nin timsali ve teslimi durumunda oldu. Çünkü o anda Muhammed Farise yok. Anlaşıldı ki o bizim fehmettiğimiz Muhammed Farise, Muhammed Bahaddin Hz.dir. Mübarek Pirimizin Şahımızın oğlu olmasına rağmen o da böyle kayıtsız şartsız teslim olmuş, arkasında oturuyordu. İşte Mübarek taksiden inince artık kendisi kaldı ve bunlar indirmeye çalıştılar, ama bunda bizim nasibimiz olmadı, indiren kimseler tamamen varıp kendisine intisab ettiler. Alacaklarını aldılar, icazet ve benzeri gibi. İşte rüya, işte tabir, aslında kendi kendini tamamen ne ise tâbir ve te'vil etmiş oluyor.

 

Kardeşlerimiz,

Bir gün Konya'dan bir zât gelir. Ağabeyimgile geldiğinde, ağabeyim bu gibi kimseleri sever, onlardan faydalanmayı arzu eder, bir talebleri varsa araştırır, bu yönden girişkendir. Gelmiş olan adam, şeyh aramaktadır. Anlattığına göre çok yer gezmiş, hemen hemen gitmediği yer kalmamış. Gerçekten bir şeyh arıyor. Hatta bu zâtın Muhammed Ali Hüsameddin ile bir yakınlığı akrabalıkları vardı, teyze zâde diye tabir ediliyor, ama ne yönden, nasıl bir akrabalıkları var bilmiyorum. O geldiğinde Mübarek şeyhimiz Diyarbakır'a gittiğinden tesadüfi memlekette değildi. Bu meyanda Şeyhimizin ağabeysini duyar oraya gider. Oraya gidip geldikten sonra ağabeyime anlatıyor ve diyor ki: İlmine gerçekten diyecek yok alimdir, fakat mürşidlik vasfı yoktur, diyor, yani tatminkâr değildir. Tatmin edemiyor. Herhalde kendisinde bir kabiliyet, bir istidad var ki kendisini öyle rast gelene Şeyh diye teslim etmiyor, teslim olmuyor. Gerçek hakikî bir mürşid arıyor ki böyle birisini bulmak için yola düşmüş, diyar diyar gezip arıyor. Sonunda kaderi öyle imiş ki bir iki gün orada kaldıktan sonra Şeyhimiz teşrif etmiş. Mübareği ziyarete gittikten sonra onu görünce mestu hayran olmuş. Teslimiyeti külli ile teslim olmuş. Artık nasıl cereyan etmiş, artık gidiş, o gidiş aradan zaman geldi zaman gitti, Mübarek Şeyhimiz bu dünyadan göç etti. Kaderullahdır. Bu dünyada hiç kimse baki değildir ebediyyen kalmayacaktır da. Kalacak olsa idi Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) kalırdı. İnsan Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) ı göz önüne getirince herşey kolaylaşıyor. Musibeti azime esasen Rasullullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ın vefatıdır. Onun için herhangi bir kimse vefat ederken ibret verecek olan, sabra yöneltecek olan tek vesile Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'ı hatırlamaktır. Bu sebeble işte şeyhimiz de dünyadan göç edince vedâlaşarak gitmiş Kuddise sırrıhulaziz. Uzun aradan sonra aynı bu şahsiyet ziyaret için tekrar memlekete gelmiş. Şeyhimizin vefat ettiğini biliyor yada bilmiyor bunu bilmiyoruz. Mübarek geldiğinde doğrudan doğruya hiç kimse ile irtibat kurmadan yukarıya çıkmış, türbenin olduğu yere. Bu Muhammed Bahaeddin'e mensub olan Şeyhimizin ortanca oğlu orada duruyordu. Kubbede bazı tadilâtlar yapıyor, bir şeyler sermek süpürmek gibi şeylerle meşgul oluyordu. Bu şahıs geldiği zaman selâm vermiş, ayağında bir lâstik pabuç kalendervâri bir dervişvâri hali vardır. Biraz konuştuktan sonra; "Sen bu zâtın evladlarından mısın? Muhiblerinden misin? Veyahut buranın hizmet yönünden görevlilerinden misin?" diye sormuş. Kendiside "hem evlâdıyım, hem de hizmetçisiyim" diye cevab verir. O zât da "afetim evlâdım yerinde söz söylediniz," diyerek kendisine rica eder; "Evlâdım beni türbede bu Mübarek Şeyhim ile başbaşa bırakır mısın?" Çünkü bu kubbe vakti ile Şeyhimiz için yapılmamıştı. Çünkü ağabeysi ondan evvel vefat etmişti. Bu türbe de onun için yapılmış. Mübarek Şeyhimiz Şeyh Alaaddin Hz. öteden beri külfet taraftarı olmadığı için o da o kubbenin arka tarafında yatıverdi. O da şöyledir; Mübarek, ağabeysinin arka kısmında baş tarafı batı tarafa fazlaca çıkık ağabeysinin ayakları ağabeylerinin omuz hizasına gelecek şekilde böyle bir halde kubbenin arka kısmında yatıyor. VAllahi Şeyhül Hazin dahi bazı rüya yolu ile bu şekilde dahi medfun olmasını hoş görmemiş. Çünkü Alaaddin benim iftiharımdır. Müstakil bir halde olsa idi daha çok sevinirdim diye. Ama Mübarek Şeyhimiz her hali ile külfete, zahmete taraftar olmadığı için bu halde olmasını arzuladı. Evet o kubbe Şeyhimizin kendi yeridir. Kendi mülküne yapıldı. Mübarek oranın ismini de "Darüssafa" olarak verdirmiş. Safa yeridir. Bunun hikâyesi çok uzundur, onun için anlatmayalım. İşte Mübarek o kubbede darüssafada medfundur. İşte bu gelen zât oğluna diyor ki; "Evladım beni burada biraz yalnız bırak." Şeyh Esireddin kendisini rahat bırakır, dergâha gider oturur. O zât bir müddet kubbede kaldıktan sonra dergâha gelir, ama yüzünde öyle bir hal vardır ki mestu hayran durumu vardır. Öylesine tesirat yapmış ki, bir hoş hali var, Mübareğin konuşmaya bile medarı yok. Esireddine soruyor. "Evlâdım Esireddin senin baban Şeyh Alaaddin Hz.leri farzet ki şu tarikat-ı aliye Nakşibendiye şu dünya çapında dünyaya bir deniz nazarı ile bak, o denizin ortasını da Cenab-ı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem)'a varılacak yer kabul et. Bu deniz kenarında ortaya varabilmek için bir çok yollar vardır. VAllahi bu anda dünya çapında Şahı Nakşibend yolu, Hz. Sıddık'a varan yolların bir çoğu da çökmüştür, ya da inkıtaya uğramıştır veya bazı yönleri mutlaka bozulmuştur. Bu yolların içinde vAllahi en sağlıklı ve en sıhhatli, dosdoğru, buraya varıncaya kadar hiç inkitaya uğramayan, düzgünce varan tek yol senin babanın yoludur." Şeyh Aladdin'in yoludur, diyor. Bunu anlattığı zaman aşk ve şevkinden "VAllahi Şeyh Alaaddin ölmemiştir, Şeyh Alaaddin ölmemiştir, Şeyh Alaaddin ölmemiştir" diye üç defa tekrarlıyor. "Ölmemiştir" demekten kasıt büyük bir tasarrufa sahihtir. Vefatından sonra da bu tasarrufu artarak devam ediyor, demektir. Hatta ve hatta bu yönünden Şeyhimiz bizzat, Mübarek gizli bir sır sahibi olmasına rağmen, kendi kardeşimize, yani hemşiremize kaç defa kendi huzurunda, "kızım Şeyh odur ki vefatından sonra tasarruf bakımından tasarruf hali eğer yetmiş kat artmazsa, o Şeyh başına kül döksün" derdi. Bunu kaç defa kendinden duymuştur. "Bir Şeyh, vefatından sonra hayatta oluşundan daha çok tasarruf sahibi değilse, kendi kendisini ölülerden kabul etsin, başına toprak döksün, kül döksün" buyururdu.

 

SOFİ NUMAN

 

Kardeşlerimiz;

Bizim bir Sûfî Numanımız vardı, Şeyhimizin aşığı idi. Şeyhimizin bulunduğu yerde ufak bir mescid var idi. Tabi bizim muhitimizde böyle ufak mescidlerde Cuma namazı kılınmaz, biraz büyük olan camilerde kılınır, caminin biri dolar, sonra diğer cami derken halkı alabilecek büyük camilere cevaz verilirdi. Vakit namazlarında olduğu gibi rast gele yerlerde Cuma kılınmazdı. Büyük bir cemiyet halinde, büyük yerlerde kılınırdı. Aslında böyle olması lâzımdı. Onun için bu mübarek mescidde kimse yok. Halk tamamen Cuma namazı için aşağıya iner, ama Sûfî Numan ise bilakis o mescide doğru yönelir. Karşısından gelen kimseler ona; "Amca, Sûfî Amca sen nereye gidiyorsun? Elâlem aşağıya iniyor cuma için, sen ise yukarıya çıkıyorsun. Orada ne yapacaksın? Cuma yok bir şey yok." Mübarek Sûfî Numan bazılarına: "Siz öyle bilin, ben kendime zor yer buluyorum," derdi, yani o varacağı yerde Şeyhimizin Mescidinde ben kendime zor bir yer bulabiliyorum der. Artık kendince ne biliyor görüyorsa... Sûfî Numan Mübarek için şöyle derdi: "Hoş bu Şeyh değildir, bunlar Padişahtır, Padişah" derdi. Hz. Ali Hüsameddin'e de Gavsul Azam diye birleştirerek söyler, bunlar Padişahtır derdi. Çok defa bazı kimseler ziyarete geldiğinde kendilerine "Şeyh burada değil" derdi. Bu da gösteriyor ki Şeyh Alaaddin Hz.lerinin tasarrufunun kat'iyetle kesilmediğinin tasarrufunun fazlası ile devam ettiğinin, bu olay delilidir. Çok mühim bir mesele daha, bu Şeyhzâde dediğimiz Şeyhimizin ortanca oğlu Muhammed Bahaddine mensub olan Şeyh Esireddin'den kendim duydum, şahid oldum. Hadise aynen şöyle oldu, kendisine sordum: "Kardeşim bu Muhammed Bahaddin'in mensubları herkes kendi davasını yürütmek istiyor. Seyid Kadri'nin oğlu Seyyid Muhammed Nesim güya onlar sizin de oraya gitmenizi gelmenizi istiyorlar. Çünkü, Türkiye'de hâkim duruma geldiklerini ilân ediyorlar. Yani güya Muhammed Bahaddin Hz.leri kendisini Türkiye Mürşidi olarak gönderdiğini söylüyor. Bu nasıl şeydir?" diye sordum. Mübarek o zaman şöyle buyurdu: "VAllahilazim bize karşı olan iltifatı ve muhabbeti ne ona ne de başkasına benzemiyor, Allaha şükürler olsun, Muhammed Bahaddin Hz.lerinin bizimle muazzam bir konuşması da var, muhabbeti de var. Şöyle ki, günün birisinde inceden inceye Mübarek öyle hayrat ve bereketli bir konuşma yaptı ve babamı da zikrederek şu Konyalı'nın söylediği kelimeyi aynen, harfiyen bu şekilde Bahaddin Hz.leri üç defa tekrarladı, Esireddin, Şeyh Aladdine varan yol sadâtı Nakşibendiye yolu, Şeyh Aladdine varan yol yüzde doksandır, Şeyh Alaaddin ölmemiştir, VAllahi Şeyh Alaaddin ölmemiştir." Yani bu hadisede yolun dosdoğru gittiğini anlatmış. Bahaddin Hz.leri de bu yolun yüzde doksanı Babana varan yoldur diye tekrarlamıştır. Bu da babasını bırakıp Şeyh Bahaddine mensub olduğu halde Konyalının söylediğinin aynısını anlatıyor bana. Babasını büyütüyor değil. Yani Şeyhinin kerametini anlatıyor bana. Kendisine olan iltifat muhabbet ve sohbetlerini anlatmak istiyor. Onun için bu hal bu şekilde cereyan etmiştir. Gaye tasarruf yönünü anlatıyoruz, tasarrufu hiçbir zaman durmuş değildir.

Nitekim şu da bir vakıadır ki sizlere anlatayım. Mübarek bu dünyadan göç ettikten sonra bir çok kimseler kendisine başvurduğunda onların dertlerine deva olan, bir murad kapısı idi. İhtiyaçlarına karşı medar olurdu. Yine bir gün böyle ihtiyaç sahibi muzdarib, gözleri görmez bir kadın. Bitlis taraflarında, derdine bir çare bulamamış, Siirt'e getirdiler, orada çare bulamadı, daha ötelere gitmek lâzım. Kendilerinin öyle güçleri de yok, önlerine düşüp götürücekleri kimseler de yok. Böyle çaresizlik içinde kalan o kadın, kendinden geçmiş. Bu hal karşısında tamamen ye'se düşünce ağlıyor ve şöyle diyor: "Allah aşkına lillah aşkına beni türbeye götürün de Şeyhimin yanına bırakın, artık ben başka bir kapı bilmiyorum ki, başka bir çare bulamıyorum ki Allah'tan gayrisi bana şifa veremez, beni Şeyhimin oraya bırakın." Velhasıl kendisini getiriyorlar, kubbeyi açarak Mübareğin sandukasına yaklaştırıp türbenin kapısını çekip onu içeride bırakırlar. Bir miktar orada yatar yatmaz, bir uyur uyanıklık hali içerisinde bir bakar ki Mübarek Şeyhimiz ellerini kadının gözlerinin üzerlerine sürerek, biiznillahi Tealâ der, kendinde bu aşk ve şevk hali karşısında bir uyanıyor ki, gözleri evvelkisinden daha iyi görür bir vaziyette açılmıştır.

 

Kardeşlerim,

Bunu söylerken öyle tarih veya asır geçmiş değildir. Gayet açıklıkla söylüyoruz ki, kendisi oradan çıktıktan sonra Dergâha geldi, -kadın Allah selamet versin, belki şimdi daha yaşıyor, sağdır- Dergâhın damına çıkar, Şeyh Fahreddin Hz.lerinin kubbesi şu kadar kilometrelerce uzaklıkta olmasına rağmen biz ancak dürbünle bakıp görebiliyoruz, ben şahsen dürbünle bakıp ancak görebildim. Bu kadın ise çıplak gözle Şeyh Fahreddin'in türbesini dürbünsüz olarak anlatmış, o göz öyle bir göz olmuş, yani Mübareğin ziyaretinden çıktıktan sonra bu hal sahibi olarak Allah'ın izni ve inayeti ile oradan sağlık ve sıhhatle ayrılır.

Bu hususta gördüklerimizi, bildiklerimizi anlatacak olursak bitmek tükenmek bilmez. İnanan için bir tanesi yeterlidir. İnanmayınca da bir tane olmuş, yüz tane olmuş farketmez. Onun için bu Mübarek zâtları da üzmeyelim, kendimizi de fazlaca yormayalım, Mübareğin tasurrufu fazlası ile mevcud Elhamdülillahi Tealâ.

Şimdi gelelim, Mübarek Muhammed Ali Hüsameddin'in evlâdlarına. Evlâdları üzerinde bizzat bizim bildiğimiz Muhammed Bahaddin, kardeşi Muhammed Mutasım ve Şeyh Osman. Şeyh Osman babasından evvel vefat etmiştir, fakat Muhammed mutasım fazlaca İran cephesinde bulunurdu. Muhammed Bahaddin İran'da da olurdu, bazen baba ziyaretine de gelirdi. Yani Şeyhimiz oraya vardıkları zaman Pirimizin ziyaretine gittiklerinde Muhammed Bahaddin de oradaydı, bunu daha önce de anlattık. Muhammed Ali Hüsameddin'den gelen minval üzere, Dergâhın ihtiyaçları ve diğer işleri Şeyh Ahmetin idaresinde dönüyordu. Muhammed Bahaddin Hz.leri devamlı orada bulunmadığı için bu işleri Muhammed Bahaaddin'in oğlu Şeyh Ahmed yapıyordu. Hatta bu ziyaretten döndüklerinde ağabeyim ve yanlarındaki bazı kimseler Şeyh Ahmed'i çok methettiler, çok beğendiler, her yönüyle fevkalâde diye kabul ettiler. Şeyh Muhammed Bahaddin'i de daha sükûnet içerisinde görünce onu fazlaca anlayamıyorlar. Tabi onların anlatışlarına göre Şeyh Ahmed, Bahaddin'den üstünmüş gibi tavırlarına karşı Şeyhimiz: "Hayır hayır siz bilmiyorsunuz, Muhammed Bahaddin çok muazzam gizli bir sır sahibidir, Şeyh Ahmed ise bizim Bedreddinimiz gibidir." buyuruyor. Onların Şeyh Ahmed'i var ise bizim de Bedreddinimiz vardır, böylece bir dergâh bakıcısı ve bir dergâh idarecisidir. Bahaddin Hz.lerinin bir Şeyhlik vasfı var idi. Şeyh Esireddin bizatihi kendisi ile Amca oğlu Şeyh Muhammed Kazım gittiler de, yani Muhammed Kazım Şeyhimizin yeğenidir, ağabeysinin oğludur, diye merhameten yardımcı olmak üzere kendisine dahi bir inabe vermişti, buna benzer bir başka yeğenine de vermiştir. Ama Mübarek Şeyhimizin vefatından sonra bunların kimisi Şeyh Osman'a kimisi de Esireddin Şeyh Muhammed Bahaddin'e gittiler. Şeyh Muhammed Bahaddin Hz.lerinin nefis bir hali var idi. Şeyh Muhammed Kazım yaşlı başlı, aynı zamanda o muhitin en âlim şahsiyeti. Mübarek kendisine anlatırmış, "ben kimseye emrivaki etmem gece yarısı olsa, su ihtiyacım olsa, kendim kalkar gider, su içer gelirim." Bakınız bundan ibret almış olsalar Mübarek kendisi anlatıyor böyle emrivakiler taraftarı olmadığını. İkincisi de;

حب الدنيا رأس كل خطيـة  

"Dünyayı sevmek hataların başıdır." Bununla da kendilerini uyarmış, ne çare ki bunların arasında oradan dönen bazı kimseler, hem dünyaya aşırı derecede tamah eder hale gelmişler, ayrıca da emrivakilere çok muazzam düşkün bir tezleri vardır. Meselâ oradan gelen Seyit Kadri'nin -Allah Rahmet eylesin- oğlu âdeta Türkiye'ye bir hâkimiyet kurmak gibi bir halleri vardı. Şeyh Esireddin dahi Şeyhimizin oğlu, gelişinde bize dahi teklif etti: "Efendim Muhammed Sıddık tövbeni tecdid etmek istersen falan gibi" falan gibi diye söyledi. Ben de kendisine şöyle söyledim: "Dünya çapında Şeyhimin üstüne başka bir Şeyh tanımam, başımın tacıdır. Mübarek Muhammed Bahaeddin Pirimizin oğludur, amma Şeyhim ise bir tanedir, her ne bildim ise bununla bildim." Ben böyle söyleyince bir daha böyle bir şey söyleyemedi.

Hülâsa gidene gelene "tövbeyi tecdit ediniz," hele bilhassa Seyid Kadri'nin oğlu Muhammed Nesim ve benzerlerinin söyledikleri varsa yoksa bu. Muhammed Bahaddin Hz.leri çok atuf ve şefuk bir şahsiyet idi. Yanlarında fotoğraf almışlar da güya artık varsa yoksa sizlersiniz, Türkiye'de şöyle imiş böyle imiş bir tavırları vardı. Hatta Konya'ya gittiğimde Konya'da bize dahi teklif ettiler, sanki tamamen o ana kadar Pirimizden dahi ra'sen almış olsa dahi tövbesini yenileyecekmiş gibi bir tavırları vardı. Esireddin'imiz de öyle idi, babasından aldıkları halde onlar da yenileyecekmiş, artık güya ötekileri geçersizmiş gibi. Halbuki bu çok sakat bir iştir.

 

Bakınız kardeşlerim, ben size anlatayım;

Bazı şahsiyetlerin, bazı zümrelerin anlayamadıkları şudur, yani şeyh vefat etti mi başka bir şeyhe intikaliyeti mutlakadır. Çünkü sağ olan bir şeyh kedi ise, vefat eden şeyh de aslan ise... Sağ olan Şeyh kedi ise dahi bundan daha çok faydalanırmış, bu şekilde bir beyanları vardır. Onun için yenilerler ve ona mecbur tutarlar gibi bir halleri vardır. Fakat şu enterasan ince sırra şöyle dikkat ediniz: Filhakika eğer, Şeyh, senin mürşidin, gerçekten seni terbiye eden mürşid, terbiyesi ruh yolu iledir, sır yolu iledir. Bu yollardan müridanı terbiye ediyor ise, ruhu hiçbir zaman ölmez vefat etse dahi, bin kabire girse dahi ruhu aynı tasarruf sahibidir. Eğer becerikliyse ruhu işliyor, sırrı işliyor ise bunlar hiçbir zaman ölmez, toprağa gömülmez bu. Onun için bu Mübarek zâtların her zaman tasarrufları mevcuddur ve hatta çok daha serbesttir. Neden? Çünkü bu dünyanın çilesinden ve imtihan sansüründen kurtulmuşlardır. Dünyada durdukça burası bir imtihan sahnesidir.

Allahü Zülcelâl Habibine şöyle buyuruyor:

وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ

(Hicr/99)

”Ölüm gelinceye kadar kulluk yapmak sorumluluğun vardır.” Kulluk vasfı ve sorunu vardır, efradu iyal sorunu vardır, etrafındaki bedenen gelen ve birçok talebleri ve isteklerini karşılama sorunu vardır. Ama vefatından sonra bu gibi çilelerden tamamen kurtuluyor, bu külfetlerden tamamen çıkıyor, emrivakiler bitiyor. Ne kaldı geride? O zaman esasen ruhen yani mensub olduğu kimselere yardımlaşmak, nerede olursa olsun istimdad edenlere, meded isteyenlere yetişir ve kavuşur. Hatta ki eğer ruhu yetersiz bir hale geldi ise çok muazzam, geniş bir melek kitlesi bu zâta yardımcı olurlar.

Kardeşlerim; bu meşayihlik kolay bir mesele değil, mürşidlik kolay bir mesele değil. Eğer Şeyhin bu şartlara haiz ise bu minval üzere ise, hiç değiştirmeye gerek kalmaz, yani onun her zaman tasarrufundasın. Ruhun tasarrufu her zaman mevcuddur. Bizim gibilerin ki yol anlatmadır; şöyle gidin, böyle gelin, bu gibi şeyler kendisine verilmiştir. Bunu idame ettir, halka anlat, kapıyı göster. Yol anlatırsınız derken bu misilli kimseler kalıp ve cevarih iledir. Kalıp ve cevârih yoluyla olan bir mürşid öldüğü zamanda evet başka bir kalıba ihtiyacımız vardır, bu doğru. Çünkü alışverişimiz kalıpladır, cevarihledir. Böyle bir mürid gerçekten Şeyhi vefat ettikten sonra kendisine diliyle kulağı ile anlayacağı şeyleri anlatacak başka bir kalıp, bir şeyh bulması, araması tercihlidir, bu doğru. Ruhen tasarrufu yok ise bu böyledir.

 

Kardeşlerim,

İşte bu minval üzere anlamak lâzımdır ki, Şeyhi seçebilmek Şeyhin muamelâtı nasıl yapılır, kimlerdir, nasıldır, mürşidler hangileridir, bunları iyice anlamak lâzımdır, onun için bu anlattığımız şeyler hâkimiyet böyle idi. Şeyh Ahmet Hz. Allah rahmet eylesin dergâhla alâkalı idi, dergâh idarecisi idi, tabi bu baba seviyesinde değildir. Sonradan artık Şeyh Ahmed'in oğlu meselâ İrfaneddin böyle gelmiş, velhasılı ben bunu hiç görmedim, bilmiyorum, üzerine söyleyeceğimiz hiç bir şey yoktur. Çünkü Pirimizin torunun oğludur, başımızın üzerinde bir kıymet ve değerleri vardır, başımızın tacıdırlar hepisini de severiz ve saygımız vardır. Fakat inanın ki dünya tamamen şeyhler ile dolsa, vAllahi Hızır (as) dahi gelse ben Şeyhimi hiçbir ferde katiyetle değişmem. Çünkü vefatından sonra bu ana, bu güne kadar hiçbir soruna ihtiyaç bırakmamıştır, Elhamdülillahi Tealâ bu Rabbimizin büyük bir lütfûdur. Anlattığımız gibi Hz. Pir'in büyük oğlu Muhammed Bahaddin, daha küçüğü Muhammed Mutasım, onun da küçüğü Şeyh Osman idi, O'da babasından evvel vefat etti. Gelelim onun da torunu Şeyh Ahmedi biliyorum, tabiki İran taraflarında bunların evlâdları vardır, bunlar hakkında fazlaca malûmatımız yoktur.

Şeyhimize gelince kardeşlerim, büyük oğlu var idi, ayrı bir anneden. Şeyh İzzeddin çok âlicenab bir şahsiyettir. Çok güzel bir ilim sahibi idi. Mübarek Şeyhimiz hayatta iken kendisine tarikata yani ders vermekle yetki vermişti, bu şekilde memlekette devam ettiriyordu. Çok ilim sahibi idi, çok az konuşur, fazlaca kelâm tasrifi yoktu, güzel hadis sahibi idi, fetva yönü, fıkıh usulü, akaid yönü çok güzeldir. Aynı zamanda şunu da söyleyeyim, onun gibi böyle takva, vera ve sünnete riâyet eden daha böylesi görülmemiştir. Mübarek çok ciddiyetle sünneti seniyyeye harfiyyen riâyet etmeye çalışırdı. Kesinlikle ehli sünnet vel cemaatın dışına çıkmazdı. Hatta imametlikten emekli olmasına rağmen hiç cemaattan geri kalmazdı. Hayatında hiç bir zaman izin diye bir şey kullanmamıştır, yani gücü varken yeterken, Camiye gitmemezlik etmezdi, Mübarek o kadar itinalıydı. İşte bu Mübarek de hakkın rahmetine kavuştu, Allah bereketinden bizleri de faydalandırsın. Ortanca oğlu yani Muhammed Bahaddin mensubu olan Esireddin de vefat etti. Hali hazır dergâh ile alâkalı idareci olan Şeyhzâde Şeyh Bedreddinimiz vardır. Mübarek şeyhimizin "bizimde Bedreddin'imiz vardır" diye Şeyh Ahmed'in idareciliğine kıyasla bu şekilde görmüş ve anlatmıştır. Şeyh Ahmed'de vefat etmiş Allah rahmet eylesin hayır ve bereketlerinden bizleri de faydalandırsın.

İşte dünya bu, buraya kadar gelmiş bulunuyoruz. Rabbimiz cümlemize hüsnü hatimeler nasib eylesin. Âmin...

 

Aziz Kardeşlerimiz,

Bunu böylece bilin ki sizleri her zaman aziz kardeşlerimiz olarak kabul ediyorum ve o inançtayım. Zîra takrîben kırk sene Mubâreğin emretmiş olduğu minval üzere taleb eden kardeşlerimize inâbe vermek diye bize bir yetki vermiştir. Ancak taleb olmak kasdı ve şartı ile biz bunu böyle duyduk, böyle inandık, böyle kabullendik, isterse senelerce berâber dostluğumuz ve yakınlığımız olsun, taleb etmedikçe asla kimseye vermeyiz. Zîra taleb kendi enâniyetimizden doğabilir, fakat bizler âciziz. Biz bu yolun yolcusu isek de fakat bu mürşidlik tezi bizden çok uzak, hâşâ bu bizim gibi birine düşsün öyle bir şeye inanmıyoruz. Bizimki sâdece yol târifidir o kadar, hepimiz aynı zâtın mensublarıyız. Bir istek vâki olduğunda mutlaka bunda sâdâtların bir hüneri vardır, arzuladıkları, benimsedikleri kimselerdir ki taleb ediyorlar, taleb edilince de bende bir sorun kalmaz. Çünkü taleb olduğunda vermekliye yetki vermiştir. Bunun üzerine biz bunu bu şekilde takrîben kırk sene yürütmekteyiz. Bizim için bir olmuş, bin olmuş hiç fark etmez. Ne bir mala talebimiz var, ne de böyle bir çokluk olalım diye bir talebimiz, bir dâvâmız var, hiç bir şey de beklemiyoruz, bir şey de ummuyoruz, bir şeye karşı da bu târikatı âliyeyi münezzeh kılıyoruz, bu gibi şeylerden uzak tutuyoruz. Allahü Zülcelâl'e şükürler olsun, çünkü yakıştıramıyoruz. Biz particilik gibi tezgâhtarlık yaparak herkese gel gel, bizimki şöyledir böyledir diye hiç bir kimseye vadetmiyoruz. Çünkü bu bizim tasarrufumuzda değildir.

Şu âyeti celileye dikkat edelim, Allahü Zülcelâl Habîbine Sallallâhu Aleyhi ve Sellem buyuruyor:

قل ادعوا الىالله على بصيرة انا و من اتبعنى

Ben Allahü Zülcelâl'in yoluna basiretli olarak da'vet ederken bana da tâbi olanların da aynı basîretli olmaları gerekir. Yâni Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem ve Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in tezini kullanacak; mürşidlik, irşad yapacak olan kimsenin basîretli olması şarttır. Onun için basîretsiz, bizim gibi önünü görmeyen bir kimsenin şunun bunun böyle vaatleri vesâir, bu çok yanlıştır, hâşâ bu tarikatı tenzih ederim. Bu gibi haller, bu gibi iftiralar, bu gibi teşvikler ve bu gibi tergibler yanlıştır.

من تئالى على الله كذبه

Yani bir kimsenin Allah namına bir rütbe, bir mertebe, bir derece vermesi Allahü Zülcelâl böylesini yalancı eder, hâşâ onun dediği olmaz, çünkü bu Allahü Zülcelâl'in Kerem ve İhsânıdır, kendisi tasarruf eder, kendi verir. Bu Mubârek zâtlar da basîretli olur, öyle rastgele olmaz. Hattâ bâzan Şeyhimizin kendisine gelirler de, taleb ederlerdi. Fakat herkese de vermezdi. Eğer, kendisini kurturacak durumda ise, şeyhi onu iyi bir hâle getirecekse hiç sâhib çıkmazdı. Ama, başı boş kalmış, zavallı akim bir durumu varsa, Şeyhi de akim ise bu kimsenin hayrına girerdi. Çünkü gâye Allah'ın kullarına, Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in ümmetine menfaat vermek için gelmiştir, kendini o zaman sorumlu tutar. Mubâreğin tezi bambaşka bir tez idi. Huzûrunda bulunduğumuz devrelerde çok olmuştur, târikata gelmek isteyenler olmuştur, kendilerine târikatı verirken sâdâtları anardı, Hz. Ali Hüsâmeddin'e gelir ondan öteye inmezdi, bir kere kendi esamesini hiç ortaya koymazdı, tezi buydu. Fakat Mubârek Seyid Kadri, Allah rahmet eylesin, ağabeyim Diyarbakır'da defâlarca dinlemiştir huzûrunda, ders verirken Hz. Ali Hüsâmeddinden sonra kendisini de ortaya koyardı, meşihatı ortaya koyardı: İşte Şeyhimizin Meşrebi Sıddıkî olduğunun delili ki her zaman mahfiyet ve acziyet içerisinde devam etmiştir, hiçbir varlığa sâhib olmamıştı, katiyetle buna yönelmemiştir. Allahü Zülcelâl cümlemizi himmetlerinden mahrum eylemesin. Âmin.

 

Aziz Kardeşlerim,

Buraya kadar anlatmış olduğumuz hususlar Şeyhimizden bizzat duyduğumuz ve dinlediğimiz konular idi. Mubârek Şeyhimizin mensub olduğu silsile Hz. Mevlâna Hâlid'den Hz. Şeyh Osman, Hz. Şeyh Muhammed Ali Husâmeddin, ondan sonra da Hz. Şeyhimiz Şeyh Alaaddin'in târihçe olarak tercüme hallerini kısaca beyan ettik. Müteselsile olarak geliş tarzlarını kısaca îzah etmeye çalıştık. Sonlarına doğru oldukça Şeyhimizin halleri üzerinde durduk. Şeyhimizin hallerini tezini anlattık. Gerek halk tarafından, gerek hayatta olan meşâyih tarafından ve gerekse o zaman hayatta olup şu anda vefat etmiş olan zevat tarafından Şeyhimiz hakkında söylediklerini ve gördüklerini dile getirdik. İnşAllah fâideden hâli değildir. İnsan kendisinin mensûbu olduğu zâtın kim olduğunu hal-u-durumunu az çok fehmetmek muttali olmak çok daha yararlıdır. Onun için inanana bir hikmet yeterlidir. İnanmıyorsa yüz hikmet dahî olsa fayda etmez. Zîra hidâyet Allahü Zülcelâl'dendir. Allahu Teâlâ cümlemizi kendi rızâsını, Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in hoşnutluğunu, sâdâtı kiramın da sevgisini kazanmayı bizlere de nasib ve müyesser eylesin. Âmin...

 

İMAMI RABBANİ HZ.LERİNİN 171. MEKTUBU

 

Aziz Kardeşlerim:

Bu bölümde de Mubârek İmâmı Rabbâni'nin mektûbatında İmâmı Tahiri Bedehşi'ye yazmış olduğu 171. Mektubu üzerinde duracağız. Zîra bu mektubun çok fâideli ve uyarıcı bir durumu vardır.

Esâsen mürşidlik hakkında, mürşid diye bağlanacağımız zât hakkında onda bulunması lâzım olan evsaf hakkında gerekli malûmatı veriyor. Bizim de öteden beri Şeyhimizde vasıflandırdığımız aynı vasıflar ve aynı tez olduğunu görmekteyiz. Mürşidin nasıl olması gerektiğini, şeklini ve şemâlini, sîret ve durumunu hangi tezi seçmesi gerektiğini îzah ettiğinden fâideli olacağını umarak size bu mektubtan bahsetmeye çalışacağız.

Hattâ mürşid hakkında bahsettikten sonra mürşid ile mürid arasında câri hâdiseleri de açıklamıştır. Bu husus hakkında da kısaca duracağız. Bunları anlatmamızdaki gâye İmâmı Rabbâni'yi meth u senâ etmek değil, çünkü o bundan müstağni durumdadır. Zira Allahü Zülcelâl onu ve onun kardeşlerini ve böylesine zâtları mevhibi ilâhisi ile mücehhez kılmıştır. Kerem ve ihsânını bol vermiştir. Tercüme hallerini okuyanlar bilirler. Bunlara inancımız ve itikadımız tamdır. Bunda hiç şüphemiz yoktur.

 

TASAVVUF EHLİ İÇİN İLMİN GEREKLİ OLUŞU

 

Ancak bâzıları bunu inkâra kalkışarak, zaman târikat zamânı değil, devir târikat devri değildir diyorlar. Halbuki târikat dediğimiz şey evvelâ ilim, sonra âmel, sonra da hakîkattir. Yâni insanoğlu sorumlu olduğu şeyi evvelâ bilmesi öğrenmesi gereklidir. Bu ilimdir ve şarttır. Zâhirî ilimleri öğrenmek lâzım ve bu ilmi öğrenmek mecbûridir. Bu ilimde farzı ayın olan miktârı olduğu gibi, farzı kifâye olduğu miktarı da vardır. Bu ilmin bilinmesi gerekli olan farz yönleri ve miktarları olduğu gibi vâcib, sünnet ve müstehab olan yönleri ve miktarları da vardır. Esâsen ilim her fert üzerine farzı ayındır. Ama bunun bir miktarı, bir haddi hudûdu vardır. Bu miktar herkes için aynı değildir. Üzerine farz tahakkuk ettiğinde namaz kılacak kadar ilim ve namaz hükümlerini bilmek, öğrenmek herkes üzerinde farzı ayındır. Zekât vereceği bir devreye gelindiğinde onu da nasıl ve ne kadar vereceğini bilmesi farz-ı ayındır. Oruç hakkında da gerekli olan hususları bilmesi farzı ayındır. Yâni kişinin sorumlu olduğu, kendisine âit hususları bilmesi lâzımdır. Bu ilim herkese farz-ı ayındır.

Fakat bir belde de ihtiyaç duyulduğunda kendisine başvurulması için dinî hususları çok iyi bilen, usul ve fürû'a vâkıf, fetvâ makâmında olan bir fâkihin bulunması farzı kifâyedir. Nasıl ki namaz kılabilecek kadar ilim sâhibi olmak, fâtiha ve diğer zammı sureleri bilmek her ferde farzı ayın olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim'i baştan sona kadar ezberlemek de bir beldede bir kişiye farzı ayın, diğerlerine ise farzı kifâyedir. Yâni o beldede bir hâfızın bulunması ile diğerlerinin üzerinden hâfız olmak sâkıt olur. Diğerlerinin hâfız olması şart değildir. Kendi namazını kılabilecek kadar ihtiyacı olan zammı sureler Fâtiha ve diğerlerini öğrenmek farzı ayındır.

Hülâsa ilim bu, bu ilmi öğrendik. Bu ilmi öğrenen âlimler, bu ilimleri ile âmil olmadıkları takdirde bu ilim kendi aleyhlerine hüccettir. Yarar değildir. Allahü Zülcelâl bunun hesâbını sorar. Bilmeyene bir defâ sorar. Kulum niye öğrenmedin diye. Fakat ilmi olup da âmil olmayanlara da yedi defâ sorar. Hattâ bu soruş öylesine celalli bir halde olur ki âdeta yüzlerindeki etleri dökülecek hâle gelir. Nasıl ki vâizlerin vaazlarında "Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?" diye âyeti kerimeye dayanarak söyledikleri gibi, Allahü Zülcelâl'in huzûrundaki sorguda aynı değildir. Bilip de âmil olmayanların sorgusu bir olmayıp bilenler çok daha sorumludur. Bu sebeple burada okumayalım, âlim olmayalım şeklinde bir teşvik yok, bunu demek istemiyoruz. İlim Allahü Zülcelâl'in sıfatlarından bir sıfattır. Cennete girileceği zaman şehidler, gâziler, âbidler velhâsıl cennete girecek olan bu vasıflara hâiz şahsiyetlerin, biz cennete girmeyi hak ettiğimiz fiilleri yaptık, ama bunu âlimler öğretti bize, biz bunları lâzım diyecekler. Çünkü biz onların sâyesinde bunları bulabildik, diyecekler. Bir de ayrıca âlimlere, "durun bakalım, sizin bir de şefaat etme yetki ve hakkınız vardır," denir.

Zîra şefaat etme yetkisi evvelâ enbiya, sonra ulemâ, daha sonra da şehidlere âittir.

Hülâsa İmâm-ı Rabbâni Hz. mektub sâhibine yâni Tahiri Bedahşi'ye şöyle buyuruyor ve uyarıyor:

اعلم ان اللازم لامثالنا الفقراء اختيارالذل والافتقار

Yâni, ey oğul, bil ki bizim gibi ve bizim emsâlimiz olan fukara zümresinin sorumlu olduğu şu vasıf ile vasıflanması şarttır. Nedir acaba bu Vasıf? Bu vasıf zillet ve iftikar'dır. Yâni zillet ve fakriyattır. Bu vasıf ile vasıflanmaları lâzım ve bu yöntemi kullanmaları lâzım. Hz. Şâhı Nakşibend de, "Biz ne bulduysak meskenet, fakriyyat, acziyet ve zillet yolunda bulduk." buyuruyor.

Mubârek Pirimiz Hz. Muhammed Ali Hüsâmeddin Ks. dahî Şeyhimize yazmış olduğu icâzetnâmenin sonunda diyor ki "Hâdimu'l-Fukara Ali." Yâni fukaraların hizmetçisi Ali, sâdece Hâdimu'l Fukara diyor. Başka bir unvan kullanmıyor. Seyyid, şeyh, ğavs gibi hiç bir debdebeyi kullanmıyor. Bizim Şeyhimiz de bu fakire yazdığı mektubunda "Siirt'in Doğan Mahallesinde oturan Alâaddin Aydın." diyor. Sâdece adı ve soyadı başka hiç bir vasıf kullanmıyor. Sâdece bu.

 

Aziz Kardeşlerim,

Seyyid Ahmed-Er-Rufâiyi, Gavsu'l Âzamı ve diğerlerini araştırın, umûmiyetle fakriyyat ve zillet ile yollarına devam etmişlerdir. Yolları budur. Zîra bu yol Hakk'a varan, Hakk'a giden yoldur. Bu yolda bunun dışında başka bir nesne geçersizdir. Bu yolda makam, mevkii, fazla mal-mülk servet, debdebe, fazla ilim sâhibi, fazla ibâdeti varmış, bunların fazlalığı, yâni bu işlerin çokluğu ile övünülmez bu yolda. Arbedelerin hepsi geçersizdir bu yolda. İlmin, ibâdeti fazlalığı bu yolda pek geçerli değildir. Çünkü ittihaz ettiğiniz yol, azm ettiğiniz yol Hakk Teâlâ Celle Celaluhu'nun kapısına varıyor. Allahü Zülcelâl'in kapısında ise rütbe, makam, mevkii, ilim, amel ile gitmek, bunlarla ona ulaşmak geçerli değildir. Cenabı Hakk bu gibi şeylerden müstağnidir. Bu yolda kulluk vasfı ile, kul olma vasfı ile vasıflandığın an Allahü Zülcelâl'in rızâsını celbedersin. Muhabbetini celbedersin işte o zaman.

إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللَّهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً مِّنَ اللَّهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

(Tevbe / 60)

Zira Allahü Zülcelâl sadakaları fikir ve miskinlere tahdit etmiştir. Bunlara tahsislidir. Her ne kadar âyeti Kerime zekât ile Alâkalı olsa da Allahü Zülcelâl'in fazlu keremi ve ihsanı da bu gibi yöntemlerle veriliyor. Yoksa arbede ile giden; ilmine, ameline, rütbesine güvenerek gideni icâbında kabul bile etmez. Allahü Zülcelâl'in ikrâmı, ihsanı şöyle dursun, bu gibi vasıflara güvenip o kapıya varanı icâbında reddeder. Onu için kul vasıfları ile Allahü Zülcelâl'in sıfatları arasında mutlaka tahdid vardır. Allahü Zülcelâl kul sıfatı ile vasıflanarak gelen insanı sever, kul sıfatı ile geldiği zaman da ikrâmını esirgemez. Ama rubûbiyet vasıflarından her hangi bir tânesi ile vasıflanarak geleni ise kesinlikle sevmez. Bu gibi halden hoşlanmaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Teadde" liği sevmez.

والله لايحب المعتدين

bu benzeri âyetler çoktur. Cenâb-ı Hakk teaddeliği (yani haddini aşanları) sevmez. Nitekim bâzı zâtlar diyorlar ki: "İslâm dini beş esas üzerine binâ edilmiştir. Eğer altıncısı olsaydı o da haddini bilmek olurdu."

 

Hulâsa Kardeşlerim,

Sâdât-ı Kiram efendilerimizin tamâmı bu yöntemi kullanmışlardır. Hattâ Şeyhimiz de öteden beri anlattığımız gibi vasıfları hep bu yöndedir. Esâsen gerçekten Meşrebi Sıddıkıye budur. Zîra Hakk kapısında bu minval üzere olunursa, işte o zaman terakkiyat mümkün olabilir, terekkiyattın olabilmesi için meskenet içinde, fakriyyat ve zillet içinde olmak lâzım ki bu mümkün olsun. Hattâ mektubta devamla buyuruyor ki:

والتضرع والالتجاءالى الحق

Tazarru ve iltica ettiğin yol, kastettiği yol, Hakk yoludur. O yola giderken hatırından, hayâlinden Hakk'ın gayrisi ne varsa çıkaracaksın. Hatırında hayâlinde sâdece ve sâdece Hakk Teâlâ Celle Celâluhu olacak. Hakk yoluna yakışmayan mâsivâyı, niyyet ve hayâlinden tamâmen atacaksın. Zîra o yola mâsivâ yakışmaz. Hakk ve subhânehu ve teâlâya giden yolun başlangıcında evvelâ ilmen çalışırsın, sonra târikat yoluyla cehd u cühûd edersin.

Zira Rabbü'l-Âlemin:

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا

(Ankebut / 69)

"Kim ki bizim yolumuzda cehd u cühûd ederse hidâyete erdirir, yolumuzda onlara teshilât gösteririz." buyuruyor.

Yine:

من جد وجد

"İnsan cehd ederse yâni ciddiyetle ararsa, girerse, yürürse aradığını bulur." denilmiştir. Onun için Hakk yoluna giden, o yolda yürüyen kişi başta fakriyyat ve zilletle yürür, ve böylece tazarru ve iltica ile Allahü Zülcelâl'e iltica ederek Hakk kapısında Hakk yolunda giderse, işte o zaman Hakk'a varabilir. İşte o zaman ihsan makâmına varabilir. Bu makam ihsan makâmıdır.

İhsan makâmı daha önce de anlattığımız gibi:

الاحسان ان تعبدالله كأنك تراه فان لم تكن تراه فانه يراك

İhsan makâmı esâsen Şühûd hâlidir. İbadet ederken Allahü Zülcelâl seni, sen de Allahü Zülcelâl'i görürcesine ibâdet etmektir. İbâdeti böyle yapmaktır. Durum böyle olunca mâsivâ kişinin kalbinde, hatırında, niyetinde olmaz. Olması da asla yakışmaz, olmaması gerekir. Çünkü huzûrunda bulunduğun Azimu'ş-şan olan Allah (Celle Celâluhu) Her şeye kâdirdir. Her ne ihtiyacın olursa onu karşılama, verme, ihtiyacını giderme gücüne sâhibtir. Dünyâda ve âhirette her an, herşeyi kendisine muhtaç olduğumuz her soluk alıp vermede kendisine muhtaç olduğumuz Allah (Celle Celaluhu) Kâdiri mutlaktır. Böyle olunca mâsivânın kalbte, niyette ne işi var ki? Yakışmıyor ki hâşâ. Mâsivâ, kişinin yolunu hedefini durdurur, saptırır. Onun için Hakk yolunda yürüyen, Hakk'a yürüyen kişinin bu şekilde olması lâzım. (İmâmı Rabbâni mektubuna devam ediyor ve diyor ki:)

والاء نكلسار داءماً

Dâimâ kalbin kırık olacak. Yâni dâimâ mahzun bir durum olacak kalbinde. Çünkü, mü'minin kalbi dâimâ yaslı bir halde olmalıdır. Kalbler dâimâ inkisarlı, kederli bir halde olmalı. Allahü Zülcelâl'e karşı hakkıyla ubûdiyeti yapamadığımızdan müteessirlik ve bundan dolayı üzüntülü bir hâli olması lâzım. Çünkü imtihan sahasındayız. Bu inkisarlık ve mahzunluk cennet ve cehennemden dolayı değildir. Rızâi İlâhiyeyi tahsil bakımından Rabb'imizin muhabbetini celbedelim derken, hedefinden saptırır mı? Rızâ-ı bâriyi tâhsil yönünden muhabbeti ilâhiyi celbedeyim derken acaba gadabı ilâhiyyeye dûçar mı oluruz endişesi içerisinde kalbi kırık ve mahzun olmalı. Zîra bir çok haller var bu yolda. Onun için bu dünyâdan göç etmedikçe imtihanı sağlıklı sıhhatli olmadıkça kişinin kalbi huzur içinde olamaz.

İşte Şeyhu'l Hazin'e "Hazin" diye buyururlar. Esâsen Hazinlik rütbesini, künyesini alabilen bir kimse... Şeyh Muhiddin-i Arabi, bu rütbenin üstünde bir rütbe aramak muhaldir, diyor. Yâni hazinlik rütbesinin üstünde bir rütbe yoktur diyor.

 

Hülâsa; İşte mürşidin bidâyeti ve nihâyeti, yâni başlangıç ve varabileceği yere kadar bu sıfatlarla vasıflanması lâzım. Böyle olursa o mesâfeyi katedebilir. Çünkü böylesine bir hal Rızâi İlâhiyi, Muhabbeti İlâhiyeyi celb eder. Bu hâlde olursa kişi, Allahü Zülcelâl onu ehli ictibâ, ehli istifa eder. Ne kadar böyle aciz, fakir, inkisar, ve tavâzu hali bu minval üzere olursa Rabb'imiz merhâmetini celb eder. Bu hal terakkiyâtı mümkün kılar. Böyle bir durumda keşfiyat olduğu gibi daha üstünde şühud hâline gelir. Hattâ makâmı ihsan durumuna gelir.

İmamı Rabbâni mektubuna devam ediyor:

واداء وظاءف العبودية والمحافظة على حدود الشريعة ومتابعة السنة السنية على صحبها الصلاة والسلام والتحية

İşte o zaman ubûdiyyet vazîfelerine gâyet dikkatli olacaksın, hatta şeriatı ğarranın hududlarına harfiyyen riâyet edeceksin, bilhassa Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in sünneti seniyyesine harfiyyen tebaiyyet (tâbi olma, uyma, arkası sıra çekme) göstereceksin. İşte bu hâle gelen bir kimse Allah'tan gayrısını görmez, mâsivâdan ayrı kalmış demektir. Nasıl olur da bu haldeki kişi ubûdiyetinde bir eksiklik bırakır. Şeriatı ğarranın hududlarına nasıl olur da tecâvüz edebilir. Çünkü bu Allahü Zülcelâl'in emri, Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in tertibidir. Allahü Zülcelâl emretmiştir. Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'i de ahkâmları tertip ve tanzim etmiştir. Bu şekilde Âyet ve Hadislere dayalı olan şeriatı ğarraya harfiyyen uyar ve tatbik eder. Hududlarına riâyet eder. Kulluk vazîfesini yerine getirmek için gücü ve kuvveti nisbetinde çalışır. Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in sünneti seniyyesine ittiba (uyma, arkasından gitme) ile de Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e de ümmetlik vazifesini hakkı ile gücü nisbetinde yerine getirir.

Allahü Zülcelâl ve Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e karşı muhabbet olunca ve böyle bir muhabbetle vuslat ve irtibat kurunca kendisini dâima Rabb'imizin nazarı altında olduğunu bilen, dâimâ Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in rûhaniyyetinin hükmü altında olan bir kimse şeriata ve sünnete muhalif düşünemez. Hâşâ.

İşte İmamı Rabbani, hakîkî mürşid bu minval üzere olacak diyor. Zîra kendisi bu hâle sâhibtir ki, bu şekilde olması gerektiğini görüyor ve müşâhede ediyor ki bu şekilde ilân ediyor. Bu hususları belirttikten sonra Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e salât ve selâm getirerek mektubun devâmında şöyle buyuruyor:

وتصحيح النيات فى تحصيل الخيرات  وتخليصى البواطن وتسليم الظواهر

Bu sünnet meselesine gelince: Ehli tarik, şeriatı ğarranın hududlarına ve sünneti seniyyeye çok riayet ederler. Bâzı şaşkınların, târikatın ne olduğunu idrak edemeyen zavallıların dediği gibi ehli tarik, şeriat ve sünnetin dışında yaşayan, şeriattan çıkan, ona gerek duymayan bir topluluk değildir. Allahü Zülcelâl bizi de böylesine şaşkınlardan bu gibi mürşidlerden korusun. Âhir zaman fitnesinden bizleri emin eylesin. Âmin...

Halbuki şeriat, Allahü Zülcelâl'in emri ve Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in nizâmnâmesidir. Çok ihtimam ve saygılı olmak lâzım. Şeriatı basite almayalım. Çünkü, şeriat ve tarikat birbirine zıt şeyler değildir.

Hatta İmamı Malik Hz. bu hususta şöyle buyuruyor:

من تفقه ولم يتصوف فاليتفسق  { ومن تصوف ولم يتفقه فاليتزندق  

Kim ki, tasavvufa kalkışırda, tasavvuf yolunu tutarda, fakat fıkhı yoksa bilsin ki zındıkadan hali değildir.

Bir kimse sadece fıkıh ilmi okur da tasarruftan haberi yoksa, tasarrufa ihtimam etmiyorsa, tasavvuf edebiyatından haberi yok ve bu yönde mütalâsı yoksa, bilsin ki fısktan hâli değildir. Çünkü inkarcıdır. Enaniyet sahibidir. Fehmedemediği şeyi edebi öğrenmek lâzımdır. Çünkü edebi bilmeden öğrenilen ilim hiçbir şeye yaramaz.

Abdullah İbni Mübârek'in buyurduğu gibi: İlmi öğrenmeden evvel en önemlisi edebi öğrenmektir. İlmin fayda vermesi için edebi öğrenmek şarttır. Kim ki edeb ve fıkhı öğrenmeden tasavvufa kalkışırsa, tasavvuf yoluna girerse bilsin ki Zındıkadan hâlî değildir.

Onun için ehli tarik:

من تفقه وتصوف فااليتحقق

Yani hem fıkıh bilir, hem tasavvufa girer, ikisi de olursa o zaman hakikat ehli olur, hakikat ehli budur. Çünkü fıkıh da lâzım tasavvuf da lâzım. Esasen hem ibadeti, muamelâtı, akvâlini, hâl ve harekâtı öğrenmek lâzım. Aynı zamanda bunlar ila hallenmek lâzımdır. İşte bu bildikleri ile hallenmek de tasavvuftur. Tasavvuf onun halidir. Mesela: İmamı Rabbani'nin anlattığı zillet, iftikar ve benzeri haller, ki bu haller kesinlikle zenginlere karşı, devlet ricaline karşı eğilip bükülmek, zillet zenginlere karşı, devlet ricaline karşı eğilip bükülmek, zillet göstermek değildir. Hâşâ İmamı Rabbani'nin anlattığı o fakriyyet ve zilliyet hâli ancak ve ancak Hak kapısında ve Allahü Zülcelâl'e karşıdır. Yoksa (Allahü Zülcelâl'den başkasına boyun eğmek, onun önünde halden hale girmek değildir.) Allahü Zülcelâl'den başkası olursa, onların karşısında azizdir.

Bir defâsında Hasâni Basriye demişler ki : "Efendim, sizde biraz kibir eseri görünüyor, biraz kibirli hâliniz var." O da buna karşılık diyor ki: "Hayır, bizde kibirlilik yok Elhamdulillah, bizde azizlik var." Azizlik ise:

يَقُولُونَ لَئِن رَّجَعْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَٰكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ

(Münafıkın / 8 )

Yâni, İzzet Allahü Zülcelâl'indir, Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'indir ve mü'minlerindir. Mü'minler azizdir. Devlet kapılarında, makam, mevkii sahihlerinin karşısında, zenginlerin karşısında tevâzu, bunlar kendisine azizlik getirmez. Tam aksine zillettir. Bunlara karşı tevâzu, insanı aziz kılmak şöyle dursun, tamâmen rezil ve rüsvay eder. İmâmı Rabbânî'nin kastı sâdece ve sâdece Hakk kapısında ve Hakk'a karşı iftikâr ve zilletliktir. Çünkü, Hakk kapısında zelil bir halde bulunmak aslında azizliktir. Başkalarının kapısında zelillik ise rezilliktir. Onun için bu husûsu çok iyi anlamak lâzım. Yoksa öyle her yerde devlet ricâline, zenginlere her olur olmaz yerlerde tevâzu göstermek, böylesine bir görüntü sergilemek izzete değil, rezâlete sürükler insanı.

Rasûlullah'ın Sallallâhu Aleyhi ve Sellem buyurduğu gibi:

من تواضع لغنى لأجل الغناء ذهب ثلث دينه

Kim ki, bir zengine zenginliğinden dolayı tevâzu gösterirse, dininin üçte biri gider. Allah korusun, dîninin üçte biri kaybolur. Bunu iyi anlayalım, yanlış fehmetmeyelim. Allah dostları, böyle makam sahiplerine karşı azizdirler. Hakk kapısında zillet ve iftikâr, halk kapısında ise aziz hâlindedirler. Fakriyyat ve zillet işte budur, böyledir.

Şeriata ve Sünneti Seniyyeye ittiba ve riâyet ise, sanılmasın ki ehli Tarik, şeriat'a ve sünnete muhaliftir. Ehli tarik, bu ikisinde zerre kadar dahi muhaliflik görse, bu muhalifliği katiyyetle hoş görmezler.

Ubeydullahi Ahrar buyuruyor ki:

"Rabbim bana yüz kerâmet verse, bu kerâmetlerde şeriata karşı zerre kadar muhaliflik görsem bu muhalifliği kat'iyyetle hoş görmem ve bu kerâmetlerden Allah'a sığınırım. Ama hem kerâmettir, hem de şeriata uygun görülüyorsa bunu Rabbimin bir nimeti olarak kabul eder, Rabbimin kerem ve ihsanına teşekkür ederim" diyor. Yani tarikat, şeriata muhalefetin bir şekli ve yolu değildir. Tarikat ehli, şeriatın harfiyyen tatbikine çalışır. Sünneti seniyyeye riâyet eder. İşte bu şekilde oluşa bu yolda terakkiyât hasıl olur.

Zira Âyeti Celile:

قُلْ هَٰذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللَّهِ عَلَىٰ بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللَّهِ وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ

(Yusuf/108)

"Habibim, söyle, ben ve bana tâbi olanlar Allah'ın yoluna davet ederken basiretli olarak davet ederiz." Yani ben ve bana tâbi olanların davet metodu da aynı şekilde basiret üzeredir. İşte Mürşid de kâmil bir mürşid olunca basiretli bir şekilde davet eder. İlim sâhibi olur, onunla âmel eder. İşte onun bu hâli tarikattır. Terakkiyatın husulü bu yöndendir. Terakki edebilmenin en güzel yolu budur. Bu hali Rabb'imizin rızasını celb edince o zaman Allahü Zülcelâl ikram ve ihsanını esirgemez. Bundan dolayı da onu ihlâs sahibi kılar.

 

İLİM - AMEL - İHLAS

Âmel ilimsiz olmaz. İlimle âmel etmek kâfi değildir. Âmelin de ihlâslı olması lâzımdır. İşte bu makam, makâmu'l-ihsandır. İnsan bu makâma gelince ki bir Hadisi Kutsî'de bu makam hakkında şöyle buyuruluyor:

الا خلاصى سر من اسرارى اقذفه فى قلوب من احببته من عبادى

Yani: "İhlas benim sırlarımdan bir sırdır. Kullarımdan sevdiklerimin kalblerine ilkâ ederim." Burada kullarımdan sevdiklerimin kalblerine ilkâ ederim buyuruyor. İşte insan bu seviyeye gelip ihlâs sâhibi olunca o zaman halâs olur. Böyle oluncada İhlâs değil halâs olur. Halâs ise kurtuluş demektir. Kalb kendine teslim olmuştur. Kalbi selim sâhibi olmuştur. Envâri ilâhi ile mücehhez olmuş. Kalbde böyle hâkimiyet kuruncada bu hâle gelen kalbte mâsiva tamâmen yok olur.

الظدان لايجتمعان

Zîra iki zıt bir arada cem olmaz. Bundan dolayı o kalbin, mâsivâ ile olan irtibatı tamâmen kesilmiştir. Bu hâle gelen bir kalb sâhibi mürşidi kâmil durumuna gelebilir. İşte mürşidi kâmiller böyle kalb sâhibidirler. Onların yolu ve o yoldaki tezleri böyledir. Bu yoldan giden ve bu şekilde olanlar mürşidi kâmil olabilir.

İmâmı Rabbânî Hz. mürşidi kâmilin nasıl olması gerektiğini, onda bulunması gerekli vasıfları ve nasıl bir yol tâkip edeceğini anlatmaya devam ediyor. Kendisi gibi fukara ehlinin, ki bu zâtlar kendilerinden hep fukara diye tâbir ederler (daha önce izah etmiştik), bu yolda hedeflerine varabilmek için zillet ve iftikarı seçmeleri ve Hakk kapısında en geçerli işin bu olduğunu beyan buyurmuştu. Dolayısıyla buradaki zilletden gâye, kula kula olmak değil, aziz ve gani olan Allahü Zülcelâl'e karşı zillet olduğunu söylemiştik. Zira Allahü Zülcelâl aziz ve ğanîdir. Böyle olunca kulun da zelil ve fakir olması gerekir. Toprak ile Rabbul erbab karşı karşıya gelince,

رب الارباب والتراب

bu ikisi karşılaştığında böyle bir hâl meydana gelir. Çünkü biri yâni Allahü Zülcelâl Rabbu'l-Erbab, diğeri kul ise turab'tır. Rabbu'l-erbab ve't-turab.

وتخليصى البواطن وتسليم الظواهر

diye buyurmuştur. "Vet tadarru ve ilticâu ile'l-Hakk Celle Celaluhu Subhânehu teâlâ." Peki tadarru ve iltica' ve Hakk yolunda olan bir kimse başka bir kimseye baş vurur mu? Yanlış olur zâten. Tabi kimin yolundaysa O'na başvurur. Hakk yolcusu tadarru ve ilticasını Allahü Zülcelâl'e yapar. Zira Allahu Zul-Celâl yolunda olan kimse hedef saptırdığı takdirde duraklama olur. Onun için iltica edeceksin, tadarru yapacaksın, herşeyi ondan bekleyeceksin. Bu minval üzere müşâhede ederse Allahü Zülcelâl hoş görür ve daha da rahmetini ve rızâsını celb eder. Yolunda bu hal sâhibi olacaksın. Aynı zamanda mübârek şöyle buyuruyor:

والانكساردائما

Dâimâ kalbin kırık, mahsun durumda olmalı. Kalbinde bir varlık hissetmek değil de yokluk acziyet ve zillet içinde kalbi de gayet mahsundur. Çünkü mü'minin kalbinde dâimâ yas eden bir nesne vardır, dâimâ mahzun ve kederlidir. Ama münâfık kalbinde sanki düğün yapılıyor. O sebeble İmâm-ı Rabbânî mü'min kalbini öyle vasıflandırıyor. Böyle olmasını tavsiye ediyor. Hakîkaten mü'min kalbi mahzundur neden zira mü'min hiçbir zaman hüzünsüz, kedersiz olmaz. Zîra bu dünyâ imtihan diyarıdır. Veyâhut ta kendisinin revan olduğu Hakk yolunda tard mıdır veya kabul müdür? Bir çok haller var bu yolda. Onun için bu dünyâdan göç etmedikçe, imtihanı sağlıklı sıhhatli olmadıkça kişinin kalbi huzur içinde olamaz. Mübârek devam eder.

واداءوظائف العبو دية رالحافظة على حدود الشريعة و متايعة السنة السنية على صاحبها الصلاة والسلام التحية

Ubûdiyyet vazîfelerini harfiyyen muhafaza etmelidir. Aynı zamanda şeriatı ğarranın hudûduna uygun olarak. Rasulullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in sünneti seniyyesine de mütebeat, tâbi olmalı, belirtmeli. Filhakika Hakk yolunda revan olan bir kimse Allahü Zülcelâl'in dâimâ murâkabesi altında yürüyen, revan olan ubûdiyyete bir kusur mu eder? Bu mümkün müdür? Çünkü; hayâlinde, kalbinde, rûhunda hep Allahü Zülcelâl... Böylece Allahü Zülcelâl'in istilâsında olan ubûdiyyette noksanlık yapamaz. Esâsen noksanlığa gaflette olunduğu için cesâret edebiliyor. Ama bu misillu kimseye asla cür'eti yoktur hâşâ. Çünkü dâimâ Rabbısını aceba kabûliyet mi etti, yoksa tard mı etti düşüncesindedir. Rabb'ısına her an ilticada olup beşeriyetin gücü nisbetinde şeriat-ı ğarraya çok ihtimam ederler. Hudûduna riâyet ederler. Kimin huzûrunda olduğunu bilir, Şeriat-ı ğarrada noksanlık yapmamaya çalışır. Aynı zamanda Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'ın Sünnet-i seniyyesine de tâbi olur. Allahü Zülcelâl'i seven O'nun Rasûlünü sevmez mi? Habîbinin sünneti seniyesine de yine Allahü Zülcelâl'in Habibi diye aynı kıymet de değeri verir. Harfiyyen uymaya gayret eder.

تصميع النيات فى تهصل الخيرات و تخليص البواطن وتسليم الظواهر

Yâni yapılan hayratta (hayırlı işler) niyetini sağlam ve hâlisâne yapması gerekir. Zîra hâlisâne yapılmayan ibâdetler geçerli değildir. Mâlî, bedenî her ne çeşit hayır ve ibâdet olursa olsun, Allah katında geçerli olabilmesi için niyetin tam ve hâlisâne olması lâzımdır.

Çünkü Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:

لايقبل الله عمل العبد الا ما خلصىله

Yani "Kulun ameli hâlisân, Allah için olmadıkça Allah onun amelini kabul etmez."

Çünkü Rabb'imiz bizden hulûsu (Hâlislik, saflık, doğruluk, yalan ve hileden uzak olma) kalb ile ibâdetin hâlisâne olmasını ister. Zîra Rabbimiz kulun kalıbına bakmaz, kalbine bakar. Kalbinde hâlisâne bir hal varsa, o ibâdet ve hayır Allah için yapılmışsa ancak o zaman geçerli olur, yoksa nifaktır. Allah korusun. İşte İmâmı Rabbânî'nin,

وتحليص البواطن

"Kalbinizi halâs duruma getirin." demesi de bundan dolayıdır. Çünkü Kalb imamdır. Kalıp ise cemaattir. İmamın namazı sağlıklı ve ihlâslı olursa ona tâbi olan cemaatın namazı da tam ve sağlıklı olur. Cemaat imama uyduğundan, ona tâbi olduklarından imamın namazının geçerli olup olmadığı çok önemlidir. (Binâenaleyh) nazargâhı ilâhi kalbtir, kalıp değildir. O kimsenin kalbi halas durumuna geldi ise, kalıbına pek o kadar ihtimam etmez, çünkü kalıp halkı kandırabilir, kalıbının görüntüsü ile halkı yanıltabilir. Bu sadece halk için geçerlidir. Hâlık için geçerli değildir. Onun için diyor ki:

وتسليم الظواهر

Zâhiri de Hakk'a teslim ol diyor. Şekli, şemâili, giymesi, kıyâfeti, cübbesini abasını tacını postunu bu gibi şeyler Hakk'a değil. Hakk celle celâluhu bunlara bakmaz. Hakk'ın bakacağı kalbin hakîkaten teslim olup olmadığıdır. Bu ise hakâkaten emmâredir. Kişi zâhirine ihtimam etmiyorsa halka gösterme ve kendini beğendirme yönünden halkı kandırma yönünden veyâ çeşitli formüllere baş vurursa bu kimsenin kalbinin halas olduğu kesinlikle yanlıştır. Hâlis değildir. Çünkü halas durumuna gelen bir kalbin bedenine tamâmen hâkimiyeti vardır. Kalb için vallâhi beden hangi kıyâfette hangi halde olursa olsun hiç farketmez. İster en pejmürde gezer isterse en âlâsı ile gezer, fark etmez. Ancak bu günümüzde bâzı kimseler vardır. Allahü Zülcelâl bizleri bu gibi hallerden korusun zâhiri kıyâfetlerle kendilerini halka beğendirmeye çalışıyorlar ve o şekilde halka kendilerini tanıtmaya çalışıyorlar.

 

Kardeşlerim; kalb tamâmen halas durumuna geldi ise kalıbı esâsen Allahü Zülcelâl'e teslimdir. Halk onların hayallerinden tamâmen çıkmıştır. Halk beğenmiş beğenmemiş mühim değildir. HÂLIK celle celaluhu mühimdir. O beğendikten sonra halk hoş görmüş görmemiş, sevmiş sevmemiş etraf olmuş olmamış fark etmez böylesi şahıs için. Zira Rabbımızın kaza-kader irâde ve meşiyyeti altında yaşayan bir şahsiyettir. Teslim olmuş, halas olmuş... Onun için Rabbımızın hükmü ve icraatı altında yürümektedir. Halkın hayalleri bile üzerlerinden geçip gitmiştir. Halkı mühimsemezler. Halkın tamâmı etraflarında olsada farketmez. Veyâhut etraflarında hiçbir kimse olmasa da fark etmez.

Seyyid Ahmed Rufâi Hazretlerinin buyurduğu gibi: Halk iki bölüm olsa bir bölümü beni güzel güzel itriyatla kokulandırsalar ve hoş hallerli görünseler, öbür bölümüde demir taraklarla benim vücudumu cildimi tarayıp mahvetseler hiç farketmez. Ne öncekileri severim ne de sonrakilerden ikrah ederim asla!.. Çünkü tasarrufu Allahü Zülcelâl'den görünce halkın kendilerine ait bir güçleri yok ki... Yaptıran aslında Allahü Zülcelâldir. Dilerse halkı etrâfında toplar, dilerse hiç kimseyi onunla berâber etmez. Dilerse kabulliyet izhar eder. Dilerse kabûliyet izhar etmezde o kimseyi görenler kerih görüp hoşlanıp sevmezler Mesele budur! Esâsen sevdiren Allah... Sevdirmeyen de yine Allahü Zülcelâl. Hepisi Allah. Aziz edende Allah, zelil edende Allah! Herşey El Muizzu Allah, Ve'l Muzillu Allah Allah... El Hafidu ve'l Rafiu Allah, Allah... El Basıtu ve'l Kabıdu Allah, En Nafiu ve'd-Darrau Allah... Hepsi böyledir. İşte Allahü Zülcelâli böyle bilen kalbini istila eden ve mâsivayı kalbinden yok eden kimse inanınki bu gibi hallere hiç ihtimam etmez. Dâima huzur içindedir.

İmâmı Rabbâni mektubuna devam ediyor:

ورؤية العيوب ومشاهدة استيلاءالذنوب والخوف من انتقام علام الغيوب

Kişinin kendisini daima ayıplı olarak görmesi, her yönüyle ve her anda... Aynı zamanda zünûb (günah) ve hataları o kadar çok hâle gelmişler ki âdeta istilâ etmişler bilince Havfullah (Allah korkusu) kendisini etkiler. Allah'dan korkar. Zîra Allamu'l guyub olan Allahü Zülcelâl'in intikamından korkar hazer eder, titrer. Neden kardeşlerimiz, neden acaba? Zira Havf-i ilâhi her hikmetin başı olup öyle buyuruyor:

رأسى الحكمة مخافة الله

Her hikmetin başı Allah korkusudur. İnsanı Havfullah istilâ etmeyince... Hattâki şöyle söyleyebiliriz. Büyük zâtlar üzerinde Allahü Zülcelâlin bir nebzecikde olsa Kahhar tecelliyatı vardır ki bu tecelliyat kendisine zarar vermeyip sâdece nefsi üzerinde tesiri olur. Ve Kahhariyet sıfatı altında nefsini mahviyet durumuna getirir. Kendisini de acziyet fakriyet zillet ve illete düşürür. Ve dâima kendini ayıblı görür. Hatalarını çokluğundan dâima melûl melûl bir duruma getirir. Esâsen bu Allahü Zülcelâl'in lütuf ve keremidir. Kuluna yardımdır. Kuluna yardımcı olunca nefsini bu şekilde ezer ve neticesi nefsin kendisini, Emmâre -Levvâme - Mülhime - Mutmainne değilde, Râziyye - Merdiyye durumuna getirir. Ve neticesi Zekiyye durumuna gelir. Kendisine yardımcıdır nefsinden herhangi bir zarar gelmez artık.

Onun için ayıpların zenblerin çokluğunu dâima görmek hususunda imâm-ı Rabbânî'nin ufak bir mektubu vardır. Bir kimse tarafından soruluyor ve diyor ki: "Efendim, filan kimse şöyle söylüyor: Yirmi senedir geçirdiği vakit süresince sabah akşam amel sâhifeleri gelmektedir ki hiçbir hatası olmamak şartıyla yâni hiç hatâya rastlanmıyor. Yâni bu kimsenin geçirdiği 20 senelik devre içerisinde sabah ve akşam sahifeleri Allahü Zülcelâle arzedilir. Kendisinden meydana gelen işlem netîceleri arzedilir. Bu işlemler içerisinde bir tek hatâ bulunmamak üzere bu minval üzere olunca işte bu kimse kâmil bir mürşiddir diye tabir ediyor. Siz buna ne dersiniz?" diye soruluyor.

Tevcih edilen soruya İmâm-ı Rabbâni şöyle cevab verir:

- Vallâhi bu fakirin hâli yirmi senedir ki, sabah ve akşam bu fakirin sâhifeleri meydana getirilip arz ediliyorsa, Vallâhi işe yarar bir tek kelime, bir tek cümle dahi bulamıyorum, göremiyorum. Kendimi her an olarak herhalde hatâlı ve ayıplı olarak biliyorum ve görüyorum. Hattâ hafaza meleklerinin sağ taraftakilerini durgun, sol taraftakileri ise hatâları yazmakta olduklarını müşâhede ediyorum. Benim fikrim, benim inancım, benim hâlim budur, diyor. "Vallâhi eğer bu fakir şu anda kendisini bir Frenk kâfirinden daha iyi ve üstün görüyorsa, Allahü Zülcelâlin marifeti bu fakire haram olsun," diyor. İşte hakikî mürşidlerin Rabb'lerine karşı durumları, halleri yöntemleri budur, böyledir.

 

Kardeşlerimiz Rabbi Teâlâ Celle Celâluhu Azim olan Allah kulunu ni'metleri içinde gördükçe... Bizim size anlatacak olduğumuz şeyleri belki de dinlememiş olabilirsiniz. Kardeşlerimiz, diyebilirsiniz ki nasıl oluyorda İmam-ı Rabbâni gibi bir şahsiyet 20 sene müddetince kendisini dâima hatâlı ve ayıblı görmüştür, hiç bir iyiliğini görememiş ve aynı zamanda Frenk kâfirlerinden dahi kendi hâlini iyi görmemiştir? Nasıl bir haldir bu?..

Kardeşlerim işte bu hal Allahü Zülcelâl'in Kurbiyyetine ve vuslatına bir delildir. Çünkü her zaman kendisine söyler ki:

اين التراب و اين رب الارباب

Türab nerede? Rabbü'l Erbâb nerede? Rabbü'l Erbâb ile toprak karşı karşıya gelince toprağın bir emmâresi bir varlığı bir haysiyeti mi olur? Methedecek bir hali bir yararı mı var, Rabbu'l Erbab'a karşı!..

Nitekim Cenâbı Hakk bir âyette:

وَآتَاكُم مِّن كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِن تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ الْإِنسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ

(İbrahim / 34)

Allahü Zülcelâl'in nimetlerini saymaya yeltenirseniz sayamazsınız. Fakat ne çâre ki insanoğlu zalim ve keffardır, inkarcıdır, görmemezlikten gelir.

Bir başka Âyette ise:

وَإِن تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ اللَّهَ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ

(Nahl Suresi/18)

Burda da Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız sayamazsınız. Allah Ğafur ve Rahim'dir. Şükürler olsun ki burada Ğafur ve Rahim diye buyuruyor.

Bir Âyette de:

فاذكرونى اذكركم

Yani "Beni anın ki ben de sizi anayım." Bir de :

فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِي وَلَا تَكْفُرُونِ

(Bakara Suresi /152)

"Nimetlerime şükredin, göremezlikten gelmeyin." Tekfir'in bir mânâsı da Hakkı örtmektir. Bundan dolayı nimetleri görmemezlikten gelmek de küfrânı nîmettir.

Hülasa, biz nimet olarak yediğimiz içtiğimiz şeyleri görüyoruz. Daha ötesine aklımız ermiyor ve basiretimiz görmüyor. Fakat bu Mübârek zâtlar bu yüce makamlara varınca Allahü Zülcelâl'in nâmutenâhi olan kudret ve azâmeti karşısında, bunca nîmetleri karşısında zavallı bir kul, Rabbu'l İzze (Celle Celaluhu) karşısında kendisini nasıl iflâs etmiş, sıfır bir halde görmesin. Rabbu'l-İzze'ye (Celle Celaluhu) hakkıyla kulluk yapabilmesi için, bunca nimetlere hakkıyla şükredebilmesi için ne yapması lâzım? Nasıl bir yöntem kullanması lâzım ki bu vazîfeleri yerine getirebilsin? Bunlara hakkıyla lâyık olmak mümkün müdür? Hayâtı boyunca ibâdet etse dahî kulluk ve nîmetlere hakkıyla şükretmiş mi olur? Ama bizim avam sınıfına göre bir iki ibâdet yaptık mı cenneti almış gibi hükmederiz. Fakat Allah'ın nîmetlerine karşı şükrü hatırımıza getirmiyoruz. Aslında yaptığımız ibâdetler vs. ile cennete girmeye müstehak olduk kâbilinden değildir. İbâdette esas olan Rabbimizin üzerimizdeki nîmetlerine şükürdür.

Hz. Abdullah İbni Abbas'ın şu âyetin mânâsı hakkında buyurduğu gibi:

فاذكرونى اذكركم

"Beni anın, ben de sizi anayım." buyuruyor Allahü Zülcelâl.

Fakat:

وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ

(Ankebut Suresi / 45)

Allahü Zülcelâl'in anması bizim anmamız gibi değildir. Biz Allahü Zülcelâl'i tezekkür ederken o bizi tezekkür ediyor deme değildir. Hâşâ aynı seviyeli değildir bu anmak. Allahu Zul-Celâl'den gelen tezekkür, kuldan olan tezekkür gibi değildir. Allah'ın (Celle Celaluhu) tezekkürü ise, kendi kudret ve azâmeti nisbetine göredir. Kuldan olan tezekkür ise, kendi zavallılığına göre Allahü Zülcelâl'in tezekkürü yanında "hiç yok" hükmündedir. Şu çok önemli hususa dikkat etmemiz lâzım.

İblis Allahü Zülcelâl'e karşı cür'etkârlıkta bulunarak şöyle diyor:

ثُمَّ لَآتِيَنَّهُم مِّن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَن شَمَائِلِهِمْ وَلَا تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ

(Araf Suresi/17)

"Senin kullarını öyle hâle getireceğim ki aslâ benden kurtuluşları olmayacak. Ben bunların önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından hücum edeceğim ve senin kullarının çoğunu sana şükretmekten alıkoyacağım ve göreceksin ki kulların çoğu sana şükürkâr olmayacaklar. Nimetlerin şükrünü ödemeyecekler. Nankör olacaklar." diyor. Fakat sana ibâdet etmeyecekler demiyor. Onun için bu nimeti azîmeler karşısında en çok hatâya düşülen yön bu yöndendir. Bu yönü tam olarak fehmetmiyoruz. Bu dünyâda verilen nîmetlere şükredebiliyorsak, bunu yapıyoruz. Ama bu Mubârek zâtlar Hakk kapısında vardıkları vuslat ettikleri o makamlarda neler görüyorlar ve neler müşâhede ediyorlar ki, o nimeti azîmeler karşısında kendilerini bu kadar bu kadar âciz, zavallı görüyorlar. Kendilerini böyle görmeyip de nasıl görsünler? Aksi mümkün müdür? Rabbu'l-Âlâ, Rabbu'l-İzze (Celle Celâluhuya hakkıyla kulluk yapmak öyle basit midir? İmkân dâhilinde hakkıyle şükrünü ödeyebilmek mümkün müdür? Sanıyoruz ki öyle ibâdetlerimizle cenneti satın alacağız, hayır bu böyle değildir. Şu önemli noktaya dikkat edelim:

- Mahşer günü mîzanın önünde her birimiz önünde her birimiz için doksan dokuz sicil vardır. Bu sicillerimizden otuz üçü nimetlere, otuz üçü hasenelere, otuz üçü de seyyielere tahsis edilmiştir. Hasene ile dolu olan siciller, nimet sicillerinden bir nimet karşısında bir hiç durumunda kalır. Bu haseneler Allahü Zülcelâl'in vermiş olduğu nimetlerden bir tânesi karşısında yok durumuna iner. Bir kul mizana gelirken ibâdetinden dolayı mağrur olarak gelirse, bir nîmet nîmetler sicilinden çıkar da ya Rabbi ben bu nimet karşılığımı hakkıyla isterim derse -meselâ bir göz nimeti- zîra otuz üç hasene bu göz nîmeti karşısında çok hafif kalır ve tamâmen iflas durumuna düşürür. Ve haseneler bu nîmetin karşılığını veremez. Bu durum insanı tamâmen iflas durumuna düşürür. Nimet bakar ki başka hasene kalmadı, aradan çekilir ve Rabb'isine der ki: "Ya Rabb'i karşılığımı bulamadım. Amma hasene diye bir şey kalmadı ki." Bir göz nîmeti karşısında hasenelerin hepsi gitti. Geriye ise sâdece seyyieler kaldı. Peki ya diğer nîmetlerin karşılığı, akıl, ağız, dil, nefes alıp verme nîmetlerinin karşılığı nasıl verilecek? Hani anlatılır, Cebrâil As. Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e "Yâ Muhammed, bir âbid yetmiş yıllık ömrünü ibâdetle geçirdiği halde Cenâb-ı Hakk'ın huzûrunda Cennetime ne ile gireceksin, Amelin mi, yoksa Rahmetimle mi?" sorulduğunda "âmelimle" deyince, Allahü Zülcelâl göz nîmetinin karşılığını isteyince yetmiş yıllık ibâdeti yok olur. Çünkü o nîmetin karşılığı olamaz ve o zaman yalvarıyor o kul. "Ya Rabb'i Rahmetinle" der. İşte o zaman cehennemden kurtulur. Onun için Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:

لايدخل الجنة احدبعمله: يا رسول الله ولاانت قال ولا انا الا ان يتغمدنيى  له برحمته

"Hiç kimse cennete âmeli ile giremez. Sen de mi Ya Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem? Evet ben isem dahî.... Âmelimle değil, Allahü Zülcelâl'in Rahmeti ile gireceğim, buyuruyor. Cennete amelimizle değil ancak ve ancak Allah'ın Rahmeti ile girebileceğiz.

İşte bu izah etmeye çalıştığımız âmeller, ni'metlere karşı şükürdür. Bu Mübarek zâtların basireti açık olduğundan bizim gibi kısır görmüyor ki, Allahü Zülcelâl'in ni'metleri karşısında bu hallere düşüyorlar. Bizim gördüğümüz önümüze gelen nimetleri yiyip içip ni'metleri sadece bunlar sanmaktır. Bazı kimseler şükretmek şöyle dursun Rabbisini unuttuğu gibi varlık kendisinden varidmiş sanıyor ve öyle diyor. Onun için Allahü Zülcelâl bizlere muin olsun. Bu gibi hallerden muhafaza etsin. İşte hakiki mürşidi kâmiller Rabbimizin müşahedesi altında olunca kendilerinde zavallılık, acziyet ve fakriyyetin dışında bir şey göremiyorlar Kendilerinde iflasdan başka bir şey bulamıyorlar. Rabbimizin hukukuna uygun olarak yapılan bir nesne dahi yok. Sıfır mı sıfır... Kendilerini iflas etmiş halde görüyorlar. Çünkü insanoğlu acizdir. Noksanlık yapar. Zira Azizlik ve Kemâliyet Allahü Zülcelâl'e aittir.

İmamı Rabbani mektubuna devam ediyor:

واستقلال الحسنات وان كانت كثيرة واستكثارالسيـات وان كانت يسيرة

"Haseneler ne kadar çok olursa olsun onları az görmek, hiç görmek;

Seyyieleri de ne kadar az olursa olsun anları da çok görmek lâzımdır." Çünkü insanoğlu ancak bu şekilde kendi haddini bilmiş olur. Yoksa hasenelerin çokluğu gözönüne getirilirse bu gururlu olmayı meydana getirir. Münafık bir kimse haseneyi önünde, seyyieyi arkasında görür. Fakat Mü'min kişinin haseneleri arkasında, seyyieleri göz önünde olur. Sanki üzerinde bir kaya varda başına inmek üzeredir. Allahü Zülcelâl'in korkusu altında ezilir. Zira Cenabı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

اللهم انىاعوذ بمعافاتك من عقوبتك وبرضاك من سخطك وبك منك سبحانك لااحصى ثناء عليك وانت كما اثنيت على نفسك

"Allahım ikabından affına sığınırım. Gadabından rızana sığınırım. Senden sana sığınırım. Seni mehtü senam kabil değil, seni ancak sen bilirsin, seni başka hiçbir kimse fehmedemez." İşte Cenabı Rasulullah (SallAllahu Aleyhi ve Sellem) Rabbisi karşısında böyle yalvarıyor, böylesine eziliyor.

 

Aziz Kardeşlerim,

Hasaneler ne kadar olursa olsun en güzel tarzda işlenmiş olursa olsun bunda sakın herhangi birşeyler yaptım diye sanma. Seyyieleri (kötülükleri) de ne kadar az olursa olsun kendini töhmet altından da çıkarma. Seyyieleri hafife alma. Velevki en az olsalar dahi. Neden kardeşlerimiz? Zira hasene işlerken Halikû'l Kevn olan Rabbu'l ibad olan Allah (Celle Celeluhu), Rabbü'l erbab olan Allah yoktan var etti kainatı ve eserimiz yok idi var etti. Bu kainatı bizler için musahhar kılmıştır. Bu kadar çok ni'metler karşısında neler işlemiş olursak olalım neticede a'ciz kullarız ne işleyebiliriz ki?.. Rabbü'l İzze (Celle Celaluhu)nin azametine layık olan bir ibâdetimiz mi olabilir. Veyahutta hukuklarını ödeyecek tarzda bir işlem mi yapabiliriz? Nimetlerinin şükrünü yapabilecek hale mi gelebiliriz? Yapabilir miyiz bunları? Acziyet ve fakriyetten gayri halimiz olamaz ve kendimizi sıfırdan kabul etmemiz lâzımdır. Çünkü bu hukuk ve ni'metler karşısında hele bilhassa mürşit olan zât çok daha geniş bir basiret sahibi olunca, şu mükevvinata müşahede ettiği harikalar karşısında Rabbımızın karşısında âciz bir kulun zerre bile olmadığını anlar ve anlatır. Ne işlerse işlesin hatta hayatı müddetince secdeden dahi kalmasa bile yine de birşey yapmış veya işlemiş değildir.

Seyyie kısmını da gelince esasen işlenmiş olan seyyie, bunca ni'met varlıkları karşısında hangi insan bir beşer ve mahluk olarak cür'et ederde, Halikına karşı birşeyler işleyebilir? Muhalefetlik yapabilir? Bu cür'etkârlık değil midir? Ve hepside cehaletten doğmuyor mu? Hakikaten görüyorsa, anlıyorsa ve biliyorsa mahlûk halikına karşı isyan mı eder? Buna imkân mı olur? Tabi çok enterasandır ve dikkat edin ki şuur içinde olan mahlûk halikına karşı isyan ve seyyieye cü'ret edebilir mi? En ufak bir şey dahi olsa...

Allahü Zülcelâl "Ey kulum namaza çağrıldığında geç kalktın, namaz vakti geldi davet olundun da başka şeylerle meşgul olup lakayd davrandın ve namaza geç kaldın. Neden böyle yaptın, beni o kadar da basitten mi gördün ve meşgul olduğun hallerden daha mı noksan gördün. Beni onlardan daha zayıf mı gördün?" Hâşâ... Onun için bu kadar dahi sorsa cevab veremeyiz. Nasıl cevab verilir ki?...

Hikemû'l Ata'da şöyle buyuruluyor.

لا صغيرة اذاقابلك عدله : ولاكبيرة اذاواجهك فضله

Sanma ki Allahü Zülcelâl'in huzuruna vardığında eğer adaletin hükmü tecelli ederse inanın ki karşısında bir zerrecik cevab veremezsin ve kurtuluş da bulamazsın. Bereket versin ki; lâkin ne kadar büyük hatan olursa olsun Allahü Zülcelâl'in fazlı ile kurtuluş olur. Çünkü adaletle olunca hakkıyla yapabilme imkanımız ve gücümüz yoktur. Hele bilhassa yapmayı bertaraf etde birde karşısında olup muhalefet işlemek olursa artık nasıl neticelenir bilemem.

İmâmı Rabbâni mektubuna devamla:

وكراهة الشهرة

Şöhretten hazer et, şöhret heveslisi olma, şöhreti hoş görme. Neden kardeşlerimiz? Çünkü, insan bir kul olarak cenâb-ı Allahü Zülcelâl karşısında kendisinde bir şöhret mi görür. Zîra şöhret âfettir.

Şâhı Nakşibend Hz.   الشهرة آفة  "Şöhret âfettir" buyuruyor.

Halvetten bahsederken de:

الخلوة شهرة والشهرآفة

Bir Şeyh, bir mürşidin halvete girmesi bir mağaraya girmiştir, bir eve girmiştir, tek başına halvet durumuna bürünmüştür bunların hepisi de onu şöhrete sevkeder. Şöhret ise âfettir. Onu için diyor ki:

الخلوة فى الجلوة

Yâni esas halvet halk içinde halk arasında olmandır. Kalıbın halk arasında halkla olacak, kalbin Rabbınla ile olacak. İşte Dârencümend denilen kabadayılık budur.

Abdulhâliki Gücdüvâni'ye göre halvet: Kalıbın halk arasında gezecek, fakat kalbin HÂLIKından ayrı kalmayacak.

İşte gerçek halvet budur. Bundan hiç bir şekilde şöhrette doğmaz. Hiçbir antikalıkta doğmaz. Çünkü dâimâ halk arasında gördükleri şahsiyettir, ama halvet diye bâzı yerlere kapanmalar, gizlenmeler, değişik kılık kıyâfetler halkın dikkatini çeker, bir ayrıcalık hâli varmış fikrini doğurur. Nazarı dikkati çeker. Dolayısıyla bunlar şöhrete giden yollardır. Bunlardan kaçınmak lâzımdır. Zîra halkın içinde onların dertleri ile dertlenen bir mürşid, kendi başına uzlete çekilen bir mürşidden çok daha efdaldir. Ve bu hadistir.

İmamı Rabbani devam ediyor:

وقبول الخلق

Halkın teveccühünü kazanmaktan, halkın sana yönelmesinden zevk alma, haz duyma, böbürlenip ucûblanma, bu da tehlikelidir. Bundan da kaçınmak lâzım bilhassa.

Zîra Ebu'l-Haseni Şâzeli Hz. leri şöyle buyuruyor:

من اقبل على الخلق قبل خمود نار بشريته سقط من عين رعايةالله تعالى فاحذر هذا الداء العظام

Kim ki, halk kendilerine yönelmiş, elini öpmeye başlamışlar, fakat bu kişi henüz kemâl devresine gelmemiş, henüz beşeriyet ateşi sönmemiş olduğu halde halkın etrâfında toplanmasıyla yetiniyorsa, Cenâb-ı Hakk'ın Hak nazarından sâkıt olmuştur, buyuruyor. Kemâliyyet olanlar müstesnâ. Çünkü bunların beşeriyyet ateşi sönmüştür. O ateş nûra dönüşmüştür. Ama henüz bu hâle gelmeden, kemâliyyet bulmadan halkın etrâfında toplanmasıyla mürşid olduklarına kanaat getirip bununla yetinenler, işte bunlar helâktadır. Allahü Zülcelâl'in hak nazarından sâkıt olmuştur, helak olmuşlardır. Ve kendilerini helâka düşürmüşlerdir. Bunlardan hazer edin, buyuruyor.

Bu gibi vasıflarla mürşidlik yapmaya kalkışanlar bilsinler ki kalblerinden mahlûkat sevgisini çıkarmadıkları takdirde o kalblere HÂLIK nûru girmez. Çünkü HÂLIK ve mahlûk bir arada yaşayamaz. Mümkün değildir. İki zıt bir arada olamaz. Kalb mâsivâdan âri bir hâle gelmiş ve HÂLIKın nûru yerleşmiş ise mahlûk sevgisi oradan çıkar. Bu hâle gelen bir kalb halkın rağbetinden, kalabalık olmasından haz duymaz. Eğer bu gibi hallerden haz duyuyor ve bundan dolayı da bir böbürlenme varsa, henüz o kemâliyete ermemiş de maalesef helâka doğru gidiyor demektir.

Zîra Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem şöyle buyuruyor:

قال عليه الصلاة والسلام بحسب امرئ من الشران يشار اليه باالاصابع

فى دين اودنيا الامن عصمه الله تعالى

Bir kimsenin, dininden ve dünyâsından dolayı parmakla gösterilmesi böylesine bir şöhret ona şer olarak yeter amma dünyâ amma din yönünden. Ancak; Allah'ın ismeti altına girmiş olanlar müstesnâ. Bu Allah'ın ismeti altına girmiş olanlar, bunlar kâmil insanlardır. Bunlarda beşeriyyet nârı nûra dönüşmüştür. Bunlar kâinat etraflarına toplansa da, yalnız başlarına kalsalar da farkeden bir şey olmaz. Bunlar hiç bir şekilde etkilenmezler. Esâsen onlar mahlûku ile değilde HÂLIK'ı ile meşguldürler. Fakat bu demek değil ki halkla ilgilenmeyecek, onlarla olan her türlü ilişkiyi kesecek, Bu dünyâya gelmiştir mahlûkatla da alâkası vardır.. Bu dünyâya gelmiş, aynı zamanda kendileri de mahlûkat ile berâber yaşıyorlar. Bunların vesilesi ile, sebeb olmaları ile menfaat ve zarar hâsıl olur. İcâbında hak yolu gösterir vs. bu gibi menfaat yönleri vardır.

Zîra Rasûlullah:

خيرالناسى انفع الناسى

"İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok menfaati dokunandır." Zamânı gelince halkı irşad etme görevi verilecektir. Ancak daha kemâliyet olmadan bu gibi hallerle kanaat getirip keyiflenerek bunu yeterli görüyorsa henüz kâmil değildir ve bu gibilerin maalesef akîbeti helaktir. Nasıl ki Kemâl sâhibi olmayan bir doktor, mîmar, mühendis, diplomat vs. faydadan çok zarar verirlerse, mürşidlik de aynıdır. Ehli olması ve erbâbından izinli ve icâzeli olması şarttır. Behemehal diploma alması gerekir. Esâsen erbâbından evvelâ Allahü Zülcelâl ve Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem olmak üzere. Nasıl ki Pîrimiz Şeyhimizin icâzetnâmesinde belirtildiği gibi Allah ve Rasûlu ve Nakşi - Kadiri sadatların emirleri mûcibince kendisi tarafından verildiği gibi...

Bu minval üzere olursa, bu gibi zâtların başımızın üstünde yeri var. Allahü Zülcelâl bu misilli zâtları çoğaltsın. Temennimiz budur. Kemâliyet bulmadan, daha diploma almadan kemâliyet bulmadan, beşeriyet ateşi sönmeden halkın arasında oturup mürşid olduğunu söyleyenlerden, faydadan çok zarar gelir, Allah Korusun.

Bir zamanlar Ebû Abbasi'l Mürsi Hz. lerine sormuşlar:

“Şam'da şöyle bir Şeyh var, şöhreti her tarafa yayılmış, bunun hakkında ne dersiniz?” Şöyle buyuruyor:

“Evet bu dünyâda görüyorum. Fakat gök âleminde hiç esâmesi yoktur” diyor. İşte onun için bundan daha büyük âfet olamaz. Zîra bir kimsenin şöhreti rütbesini aşarsa, bu onun için felâkettir, helaktir. Etrâfındakilerin hakkından gelemez ve bunlar için baş belâsı olur haklayamaz. Etrâfındakilerin irşad yönünü yerine getiremez. Dünyâ ve âhiretteki çobanlık görevini îfâ edemeyecekse, kendisine yazık etmiş olur. Allahü Zülcelâl cümlemize şuur versin.

Şâhı Naşibend Hz.leri cemaatıyla bir yere gidiyorlarken, yolda durup dururken ağlamaya başlar. Gidecekleri yere varıncaya kadar bu ağlaması devam eder. Etrâfındakiler de her halde önemli bir vâkıa oldu ki böylesine ağlıyor diyerek gidecekleri yere varınca sormuşlar:

“Efendim ne oldu da böylesine ağladınız?”

Şöyle buyuruyor:

“Vallâhi kendi halime ağladım. Ben böyle binekli olarak sizi ve bu halkı böyle etrâfıma toplanmış olarak görünce utandım ve kendi hâlime ağladım. Eğer Allahü Zülcelâl'in setir perdesi kalkıp da benim hatâlarımı ve hâlimi görseniz değil ki etrâfımda olmak, bana selâm bile vermezdiniz. Fakat Allahü Zülcelâl bir lütuf olarak setir perdesini çekiyor da bizi insan sınıfından görüyorsunuz ve etrâfımızda oluyorsunuz. İşte bundan dolayı kendi hâlime ağladım” diyor.

İmâmı Rabbâni devam ediyor:

واتهام النيا ت والافعال وان كانت صحيحة مثل فلق الصبح

Niyetleriniz ve efaliniz fecir gibi apaçık, düzgün, sahih olsa bile, niyet efaliniz ne kadar hâlisâne olsa da kendinizi bağlamayınız, kusurlu ve kabahatli biliniz, ve:

و عدم الاعتناء باالاحوال والمواجيد  وان كانت مطابقة للواقع وعدم الاعتماد عليها

Meydana gelen haller ve vecd yönleri vâkıaya mutâbık da olsa şeriata muhalif olmasa da fazla ihtimam etmeyiniz. Bu gibi hallere îtimat etmeyiniz. Bundan gâye kendisinden sâdır olan bu gibi nesnelere ef'al, amel, mevâcid ve hallere fazla bağlanıp o hallere yöneldiği takdirde bir hicab meydana getirir, terakkiyâtı da durdurur, terakkiyâta engel olur. Onun için terakkiyat devresinde ne gibi haller meydana gelirse gelsin bunlara bağlanıp kalmaması lâzım. Hep Allah'a yönelmesi ve ona bağlı olması lâzım. Mâsivâdan âri bâri olarak yoluna devam etmesidir.

ولاينبغى ايضا استحسان مجردتأييد الدين وتقوية الملة وترويج الشريعة ودعوة الخلق الى الحق جل وعلا فان هذاالقسم من التأييد قديكون احيانا من الكفار والفجار وقال عليه الصلاة والسلام : ان الله ليؤيد هذالدين باالرجل الفاجر

İmâmı Rabbânî diyor ki:

-Bu dînin teyidi, şeriatın tervici yönünden, halkın Hakk'a da'veti yönünden çalışmak gerekir. Bunlar ihmal edilmeye gelmez. İmkân ve kâbiliyetine göre bu dînin teyidine çalışmak lâzım. Kemâliyet olsun noksanlık olsun. Ama az, ama çok. Fakat dînin teyidine, Milleti İlâmın kuvvetlenmesine, şeriatın tervicine, halkın Hakk'a da'vetine niyet ve azminiz olup çalışırken bu yönde bunları yapıyoruz diye gururlanmayın. Zîra bu hususta gururlanıp kendi enâniyetinizi ortaya koyarsanız bu dinin teyidi, şeriatın tervici, Milletin takviyesine bir yararı olmaz. Ve bunlar sizin elinizle sizin cehdu cühûd ve tasarruflarınızla olacak şeyler değildir!..

Zîra Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem buyuruyor ki:

Allahü Zülcelâl bu dînin teyidini ve İslâm Milletinin takviyesini ve şeriatı garrânın tervicini daha da gelişmesini dilerse, bunu fâsık fâcir bir kimse yolu ile de teyid eder. Buna kâdirdir. Zîra Kâdiri Mutlak odur. Onun için bunları yaparken kendi enâniyetinizi ileri sürerek böbürlenip gururlanmayınız, buyuruyor. Bu Hadis-i Şerifin sebebi vürûdu şudur: Sahâbe-i Kiram arasında çok ciddi şekilde cihad eden bir kişi vardı. Cihatdan döndüklerinde o kişiyi her zaman Rasûlullah'a methederlerdi. Rasûlullah da:

ان الله قادر على ان يؤيد دينه برجل فاجراوبرجل لاخلاق له

"Allahü Zülcelâl Kâdirdir, dilerse dînini ehli olmayan fasık, fâcir bir kimse ile de teyid eder." hadisini buyururdu. "Onu âlet olarak kullanır, dînini güçlendirir, bu mümkündür" buyururdu. Sahâbe bu kişinin cihadı ve cihad ederken takındığı ciddiyet tavrı karşısında hayret ederler ve geldiklerinde yine Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e ondan bahsederlerdi. Rasûlullah yine aynen buyururdu. Fakat günün birinde elinden aldığı bir darbenin acısına, ağrısına dayanamayarak bu kişi intihar eder. Gelip bu hâdiseyi Rasûlullah'a anlatırlar. Rasûlullah'da bu kişinin mü'min değil münâfık olduğuna işâret eden bu hadisi tekrarlar. O haller tamâmen gösteriş için, o şekilde cehdu cuhudu halkın kendisine gösterdiği rağbetten ileri geliyormuş. Halkın medhu senâsından çok hoşlandığı için bunu yapıyormuş. Ama sonunda intihar edince mâliyetini ortaya koymuştur. Ve gelip Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'e anlattıklarında aynı hadisi:

ان الله قادر على ان يؤيد دينه برجل فاجراوبرجل لاخلاق له

buyurdu.

Allahü Zülcelâl Kâdir'dir, dilerse ahlâkı uygun olmayan bir kimse ile dîni ahlâka sâhib olmadığı halde hattâ fâcir-fâsık olmasına rağmen dînin teyyidine çalışıp güçlendirip geliştirir de. İstiyor ve tasvib ediyor da değildir. Rabb'ımız onu âlet olarak kullanabilir.

 

Aziz Kardeşlerimiz;

Kulağınızı açın ve dinleyin, basiretinizi de şöyle bir gezdiriniz. Demek ki İmâm-ı Rabbânî devresinde de bu gibi haller mevcûd idi ki kimileri dînin tervicine (revaç bulmasına) çalışıp din gelişsin Kur'an okunsun, insanlar hidâyet yönüne yönelsinler veyâhutta îmanları güçlensin istemeleri yönünden bu gibi haller var ki ortaya getirmiş koymuştur. Yâni mürşidlere uyarıdır. Bu gibi şeylere kendinizi kaptırmayın diyor. Neden? Çünkü, sizin bulunduğunuz kapı tek kapıdır ve Hakk kapısıdır. Eğer Hakk kapısında iseniz “Efendim ben Kur'an okunsun, muhafaza olunsun diye böyle yapıyorum” dersen Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ

(Hicr Suresi / 9)

Biz azimu'ş-şan zikr-i Hâkim'i biz indirdik muhafazası da bize âittir. Kur'an'ın muhafazası bizim gibi zavallılara düşmez. "Efendim, ben îman güçlensin diye cehd-u cühûd ediyorum" diyenlere gelince: Vallâhi'l-Azim kardeşlerim îman ezelden beri karâra bağlanmıştır. Hiç kimse bu günlerde bu hususda bir yenilik yapamaz. Ve Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

كتب الله فى قلوبهم الايمان وايدهم بروح منه 

İşte bu ezel hükmüdür ve îman husûsundadır. Küfür hususunda ise âyet-i celilede:

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿٦﴾ خَتَمَ اللَّهُ عَلَىٰ قُلُوبِهِمْ وَعَلَىٰ سَمْعِهِمْ وَعَلَىٰ أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ ﴿٧﴾

(Bakara Suresi / 6-7)

Vallâhi bu mühürü basdıktan sonra nezir ve beşir dahi gelse nitekim Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem dahi arzuladığını yapamamıştır. Mümkün de değildir. Yâni insanoğlu olarak aczimizi ve bu zavallılığımızı ortaya koymak lâzımdır.

Hidâyet kısmına gelince ise, Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde

من يهدالله فلا مضل له ومن يضلل فلا ها دى له

Allah bir kimseyi hidâyete şevketti ise, o gün için yâni ezel âleminde hidâyet sâhibi olundu ise Allahü Zülcelâl'in nûruna muvaffak kılındı ise müyesser olundu ise zâten nurludur ve bu dünyâya gelse dahi.

افمن شرح الله صدره للاءملام فهو على نور من ربه

Rabb'larından olan nurları ile zâten kalbleri şürûh eder ve buraya meyil eder. Yok delâlet kısmından ise,

ومن يضلل فلا هادىله

Bir kimse dalâlete müstehak olundu ise ona kimse hidâyet edemez. Çünkü bu Rasûlullah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem dahi müyesser olamamıştır.

Daha başkasıda müyesser olamaz, diyeceksiniz ki ilim yürüsün din güçlensin vs. Allahü Zülcelâl her yönüyle Kâdir'dir.

Hulâsa İmâmı Rabbâni Hz.

أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ

(Zümer Suresi / 3)

Din hâlisâne olarak lillâhi teâlâ, hâlisâne olan din Allah Teâlâ içindir. Ef'al hareket her ne olursa olsun, gâye hâlisâne bir niyetle Allah için olacak. Yoksa bu gibi başka terviclerle olmaz.

Hülasa, İmamı Rabbani'nin baştan beri anlatmak istediği, insanoğlunun haddini bilip acziyetini, zavallılığını idrak ederek Cenabı Hak karşısında kendisini bir hüküm sahibi, bir hidayet, bir nur sahibi, nur dağıtıcı, hidayet dağıtıcı bir Kur'an geliştirmeci, sanki Allahü Zülcelâl'e yardımcı gelmiş gibi haller ve tasavvurlardan tamamen korunmak gerektiğini beyan ediyor.

Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَيَخْتَارُ مَا كَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللَّهِ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ

(Kasas Suresi / 68)

Allahü Zülcelâl dilediğini yaratır. Yarattıkları üzerinde mutlak muhtariyeti olup, muhtariyet umumiyetle Allahü Zülcelâl'indir. Onların tasavvur ve ihtiyarlarıyla değildir. Muhtariyet Allah'a aittir. Zira Allahü Zülcelâl hiçbir şey meçhul değil, malumdur. Bize göre ise meçhuldür. Onun için ilmine göre yürütmek behemâhal. Ama dalalet ama hidâyet. Ama Kur'anın gelişmesi ama dinin tervici vs. bunların tamamı da Allahü Zülcelâl'in muhtariyetinin dahilindedir. Zira başka bir şekilde tasavvur edecek olursak kendisinden bir güç, kuvvet, tasavvur, fiil hidayet, dini geliştirme iman verme gibi şeylere kalkışırsa bu gibi tasavvurlar karşısında Allahü Zülcelâl uyarmıştır:

سبحان الله و تعالى عما يشركون

Noksan sıfatlardan münezzeh, Kemal sıfatı ile muttasıf olan Allah (Celle Celaluhu) ortaklığı kabul etmez. Onun için bu gibi tasavvurlar şirktir. Allahü Zülcelâl ortaklıktan münezzehtir.

Bir başka Âyette de:

أَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَالأَمْرُ تَبَارَكَ اللّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ

(Araf Suresi / 54)

buyuruyor.

Yani Hâlikıyyet Allahü Zülcelâl'e ait olduğu gibi emir ve hükümleri de yine kendisine aittir. Zira O Rabbül Âlemindir. Yarattığı mahlûkatın emir ve hükümlerini başkasına havale etmez. Rab denildiği zaman ister bildiğimiz yönüyle olan terbiye şekli olsun, ister besleme yönünden olan terbiye olsun bütün ihtiyaçları Rabbimiz temin eder. Terbiye haddini bilmek yönünden de vardır. Beslenme yönünden de vardır. Tamamen Rabbimizin tasarrufu altında lâyık olduğu ne ise ona göre, çünkü Rabbimiz hiçbir şeye zerre kadar zulmetmez.

إِنَّ اللّهَ لاَ يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ

(Nisa / 40)

Hâşâ, Allahü Zülcelâl'in zerre miskali kadar dahi zulmü yoktur. Ancak mahlûkatı üzerinde tasarrufu vardır. Zaten onların hal ve ilimleri câri ilimleri ezelden beri kendisi biliyor. Projesi dahilindedir. Bizim gibi âciz insanların Allah'ın hükümlerine, takdirine karışmaya kalkışmak, gerçekten Allah'a ortak olma durumunu meydana getirir. Bu gibi hallerden Allah (Celle Celaluhu) bizleri korusun. Zira Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ

 (Beyyine / 5)

İnsanlar; ancak halisane olarak ibâdet etmek, kulluk vazifelerini ihlâslı bir şekilde yerine getirmekle emrolunmuşlardır. Hadlerini bilmek lazım. Kulluk hududunu aşmamak lâzım. Allahü Zülcelâl'in tasarrufuna ortak olmaya kalkışmak, kulluk hadlerini aşmaya yönelmektir. Onun için din Allah'ındır. Allah tarafından kemâle erdirilmiştir, hiç noksanı ve yanlışı olmayan bir dindir. Muhafazası da Kendisine aittir.

اليوم اكملت لكم دينكم واتممت عليكم نعمتى

Dininiz kemaliyetle tamamlanmış durumdadır.

Bir Âyetinde de nur kısmı için Allahü Zülcelâl:

يُرِيدُونَ لِيُطْفِئُوا نُورَ اللَّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللَّهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

(Saf /

Kâfirler her ne kadar kerih görürlerse görsünler, onu söndürmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Allah (Celle Celaluhu) mutlaka nurunu tamamlayacaktır, kemâllendirecektir. Bunun için Rabbimiz bunların hepsini kendi uhdesine almıştır. Bunlar bir kulun tasarrufu ile dönmeyecektir. Zira kul kendi âkibetinin ne olacağını bilmez ki, dinin âkibeti hakkında tasarrufta bulunsun. Onun için Allahü Zülcelâl'e tam bir teslimiyetle tefviz-i umurla hem kendimize hem ümmeti Muhammed'in tamamına taleb etmek en güzelidir. Zira Rasululiah buyuruyor ki: “Rabbimizin dualar arasında en çok sevdiği dua,

اللهم ارحم امة محمد رحمة عامة

duasıdır.”  "Allahım ümmet-i Muhammede umumen rahmet et."

 

MÜRİDİN İNTİSABI ANINDA MÜRŞİDİN TAKINACAĞI TAVIR

Kardeşlerim, buraya kadar İmamı Rabbani Hz. Mürşidin kemâliyyet yönleri ile noksanlık yönlerini ve alâmetlerini anlattı. Buradan itibaren mürşid ile mürid arasında olması gereken halleri anlatacak. Bu hususta buyuruyor ki:

وكلما يجيئ مريدلطلب الطريقة وارادةالانابة ينبغى أن يرى فى النظر مثل النمر والاسد وان يخاف من أن يرادبه مكيدة واستدراج

(Mektubat C.1. Sayfa)

Yani bir mürid tarikata girmek ve inâbe almak için mürşide geldiği zaman mürşidin o müridin gelişinden aslan ve kaplandan korkar gibi korkması, onun gelişine bu şekilde bakması gerekir. Mürşid, mürid ile karşılaştığında bu minvâl üzere olmalıdır. Mürşid bir aslanla veya kaplanla karşı karşıya geldiğinde nasıl bir hal oluyorsa, on akarşı nasıl bir ihtiyâtî tedbir alıyorsa bir müridle karşı karşıya geldiğinde böyle bir tedbir alması lâzımdır. Bir av yakalamış gibi değil de o müridin külfetini inceden inceye düşünerek, üzerine alacağı emânetin durumunu iyice düşünerek alması ve kabul etmesi lâzımdır. Bu minval üzere olması lazım. Yoksa o müridin ve halkın kendisine gelmesi, yönelmesi bir istidraç veya mekir midir diye bu müridden gelecek zarara karşı da çok ihtiyatlı davranmalıdır. Allahü Zülcelâlin himayesine sığınarak hıfzına sığınarak bu gibi mekideden veya istidraçtan korunmak için Allahtan yardım diler.

Hülâsa mürşid, müridi bu minval üzere kabul edecek ve onun gelişine bu şekilde bakılacak. Gerçekten o müridin bütün sorumluluğunu düşünecek ve üstlenecek mürşid, büyük bir külfete girmiş demektir. Zirâ irşad postuna oturan, kendisini mürşid olarak ilân eden zâta gelen kişinin bir kabahatı yoktur. Mürşid olunca haliyle gelip tarikata girecek, inâbe de isteyecektir. İşte böyle bir durumla karşılaşan bir mürşidin alacağı tedbir ve ihtiyati, İmamı Rabbani’nin dediği hal olacak. Eğer bu hal üzere değil de aksine:

فان وجدالفرح والسرور فى النفسى عند قدوم المريد

Müridin gelişinden bir ferah ve sürr doğarsa korkması ve ihtiyatî tedbir alması âdeta aslan gibi, kaplan gibi kendisini parçalayacak derecede bir ağırlık gelmiyor, altında ezilecek gibi hissetmiyorsa bilâkis bundan ferah ve sürur doğuyorsa nefsinde de müridin gelişinden fazlalık olmasından haz duyuyorsa ve kendisini de bu işlere ehil görmesi ki, zâten kendinde böyle bir güvence görmese zâten posta oturmaz. Kendini bilen böyledir. Zirâ bunlar bir emirle geliyorlar. Ama emirle de değilde esâsen kendisinden de kemâliyet olmadığı halde rastgeleye irşad makamına oturmuş gelendenr de haz duyup üzerine de ferah ve sürûr da duyuyor. Kendisinin takdir edildiğini revaçta olduğunu herkes koşup geliyor diyerekten mürşidlik yapanların karşısında İmam-ı Rabbani Hz. leri buyuruyor:

ينبغى ان يعتقده شركاً و كفراً

Bu gibi halle baş başa kalan mürşid için bu hem şirktir, hem de küfürdür. Allaha sığınırız. Neden acaba kardeşlerim neden acaba?.. Çünkü bilet irşadı ve hidâyeti hususunda Allahü Zülcelâl ile âdetâ müşterek bir hal görüntüsü vardır. Kendisinde de bir varlık görüyor. Kendisine de halk çokça geliyor, revaçtayım, demek ki halka fayda veriyorum. Halk faydalanıyor deyip âdetâ millet için bir elçi gibi olmuşda Rabbımızla müşterek bir hali var da, gelene nur dağıtıyor gibi… İmanı güçlendiriyor, hidâyet veriyor, salah durumuna getiriyor, kerâmet sahibi yapıyor ve benzerleri…

Bu yönlerden müridin gelişin çok haz duyuyorsa bu bir istidraç nev’idir. Veya bir makike’dir muhakkak. Eğer bir kemâliyet olmadıktan sonra zirâ gayrı ehli elinde ise esâsen Allahü Zülcelâl buyuruyor ki:

إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَىٰ أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ إِنَّ اللَّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا

(Nisa Suresi / 58)

Allahü Zülcelâl’in emri, emaneti ehline vermektir. Emânete ehil olmadığı halde kendisinin zavallı halini düşünmüyor da her gelen gideni kendisine lâyık görüyor. Kendisinden üstün başka bir kimseyi de görmüyor. Gelip gidenlerin çokluğundan haz duyuyor. Bu gibileri iyice  bilsin, itikat etsinler ki bu tavırları ve itikatları hem küfür, hem de şirktir. Mübârek İmamı Rabbani bu hususu Mektubatında bu şekilde belirtmiştir.

Hatta Ebu Musal El Eş’ari bir gün Rasulullah (Sallalahu Aleyhi ve Sellem)’a gelirken beraberinde birkaç kişi getirmiş ve Rasulullah’dan vazife istemişler.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de çok hiddetli bir şekilde: “Eba Musa vazife almak için beraberinde bunları nasıl getiriyorsun, vazife isteyene verilmez, biz ehil görürsek tayin ederiz, vazife isteyene değildir.” buyuruyor.

Zira Âyet-i Kerime de:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَخُونُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُوا أَمَانَاتِكُمْ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ

(Enfal Suresi / 27)

“Allah’a Rasul’üne ve emanetinize ihanet etmeyiniz,” buyuruyor.

Rasulullah (Sallahu Aleyhi ve Sellem)’da bir Hadisinde: “Kim ki bir işe bir kimseyi tayin ederken ehlini daha lâyık olan olduğu halde onu değil de kendisine yakın olan, kendi sevdiği bir kimseyi tayin ederse,

  فقد خان الله والرسول والناسى جميعاً

 “Allah’a, Rasul’üne ve insanların cemisine ihanet etmiş olur.” buyuruyor. Emânet gayri ehlinin eline düştüğü takdirde de bunu da bahâne bulmayalım, çünkü ahirü’z zaman devresinde yaşıyoruz.

Diğer bir Hadisi Şerifte de:

اذاضيعت الامانة فانتظرالساعة قال كيف اضاعت الامانة يارسول الله قال اذا وسد الامرالىغيراهله فانتظر الساعة

 “Em’aneti kaybettiğiniz zaman kıyâmeti bekleyin.” “Ya Rasulullah emânet nasıl kaybedilir?”

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Emânet ehli olmayanların eline düşerse işte o zaman kıyâmeti bekleyiniz, buyuruyor.”

Tabi ahir zamanda böyleleri çoğalır, zira bunu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor. Bizim yapabileceğimiz tek şey bu gibilerden Allahü Zülcelâl bizi korusun, duasıdır.

İmamı Rabbani bu gibi hallerin çaresini belirterek buyuruyor ki:

وان يتداركه باالندامة والاستغفار الى ان لا يبقى اثرمن هذاالسرور

Bu gibi hal karşısında akibinde çok nedâmet ve pişmanlık duyarak çok ta istiğfar getirmek gerektirir. Eğer şöyle az bir şey bile bu gibi hal vaki oldu ise ferah ve sürûr duydu ise, insan beşerdir bu gibi beşeriyet icâbı bir müridin gelişinde bu gibi hal doğacak olursa ardından çokça nedâmet pişmanlık ve çokça da istiğfar getirmelidir ki:

 الى ان لا يبقى اثر من هذالسرور بل الى ان يجيئ محل السرور والفرح الخوف والحزن

O kadarda nedamet ve pişmanlık duyacak ve Rabbısına o kadar yalvaracak ki, kalbindeki ve üzerindeki eseri gelen bu gibi hallerin giderilmesi için çokça pişmanlık duyup istiğfâr edecek. Hattaki üzerinde gelmiş olan ferah ve sürûru giderip eseri kalmayıncaya kadar ağlayıp sızlayarak pişmanlık duyacak.

Ne zaman ki bu ferah ve sürûrun yerinde tekrar Havf ilahi ve hüzün üzüntü gelecek ki Allahü Zülcelâl yardımcısı muini olur. Ama kendi varlığı ve benliği ile baş başa kalır ise Allahü Zülcelâl o almış olduğun müridi yardımcı olmadığı gibi, her noksanlığından da sorumlu tutar. Çünkü vazife gayri ehlinin eline düştüğü tekdirde esâsen kim ki tâyin ettiyse her bir noksanlık tayin edenin sırtına yükleniyor bir bölümü.

Hz. Ömer (ra) devrinde biri gelip de vazife istediklerinde “Ben sizin ağırlığınızı kaldıramam” diyerek vazifeye tayin etmezdi. Ancak o vazifeye tam ehil birisi olduğuna kâni olursa o zaman vazife verirdi.

 

Hülâsa, bu emânete ehil olmadan onu yüklenmenin çok ağır sorumluluğu vardır. İşte, mürşidin bu gibi durumlar karşısında takınması gereken haller bu şekilde olmalıdır. Zira İmamı Rabbani mürşid, müridin hallerini çok iyi bilmeli, diyor. Kabiliyeti istidâdı nedir? Onun hali cazb hali midir? Seyrü süluk halinde midir? Bu halleri çok iyi bilmesi lâzım, ve onun haline göre ona yardımcı olması gerekir. Mürşid, kendisin eteslim edilen emânetin hakkını verebilmeli, ters tepebilir, buyuruyor. Eğer böyle olmazsa (Mürşid ehil ve kâmil değilse), o müride bir gelişme, bir ilerleme olmaz.

İmamı Rabbani mektubunda bir tembihatta daha bulunarak diyor ki:

وينبغى ان يجتنب غاية الاجتناب عن ظهور الطمع والتوقع فى مال المريد ومنافعه الدنيا وية

Mürşitleri uyarıyor ki: Sakın sakın çok sakın ki, karşına gelen müridin eğer serveti varsa ve bu nazarla bakıp haz duyuyorsan, tamahın artışlı olarak buna tamah ve heves duyuyorsa ayni zamanda mevki ve mertebe yönünden de dünyevî menfaatleri bu müridin sırtından sağlayabileceksen ama malı, ama mevkisi… Ne olursa olsun dünyevi meseleleri hususunda bu müride tamah artışlı olur ve somurmaya başlarsan bil ki:

فانه مانع لرشدالمريد وباعث على كون الشيخ خرابا

Bu hallere düşen mürşid bilsin ki: Mürid bunun irşadından faydalanamaz, kesinlikle. Mürşid ise halini de maneviyâtını da tamâmen harabeye döndürmüştür. Zirâ hedefinden sapmıştır. Mürşid demek ne demek? Mürşid bu!.. “Kandırıcıdır” diye alnında yazmıyor ki… “Milleti somuruyor” diye yazmıyor da Mürşidim diyor. Yani milleti irşad edecek kişiyi Hakka varacak olan yola hiç olmazsa tarif edecek. Kapısına doğru yöneltecek… Ama maalesef Ebu Hasani’l Şazeli’nin buyurduğu gibi:

شيخك ما هو شيخك الذى يدلك على الباب بل هوشيخك الذى يرفع بينك وبين الله الحجاب

Şeyh o değil ki sana Hak kapısı şudur şöyle gidersin, şöyle olursun dille tarif eden değil de şeyh odur ki: seninle Rabbın arasındaki perdeleri yok edipde Allahü Zülcelâl’e vuslatında yardım ve hizmet edendir.

 

Kardeşlerim, eğer mürşid müridin maneviyâtını yüceltmeyecekse, Rabbına vuslat yönünden daha daha da yakınlaştırma daha daha hicabları gidermeyecekse, buna mürşid mi deniliyor şimdi? Bu mürşid mi? Onun için milletin servetine malına göz dikecekse ve buna karşı tamah ve hırsı doğacak olursa Allah aşkına bu adam bu niyeti karşısındaki

انم الاعمال باالنيات

Âmel ile bağlıdır. Niyeti bu yönden ise bu yönü bulur. Müridin parasını alır müstefid olur. Ama bu zavallı müridin bir hatası yok ki. Esâsen sorumlu olan mürşiddir. Çünkü kendisini mürşid ilan etmiş, şöhret sahibi olmuş bir kimseye irşad olayım diye gitmiş. Ama mürşid ise âdeta bir yol kesici gibi yâni buldukça somurmaya heveslidir. Bu yöntemi kullanıyorsa nasıl olurda mürid böylesi bir mürşidden faydalanabilsin. Buna imkân yok. Zirâ gâye Lillah değildir. Allah için değildir. Niyeti helisâne değildir. Mürid zavallı tamamen mahrumdur ve faydalanamaz. Şeyh ise zâten harabe durumuna gelir ve maneviyâtını yok eder. Allah korusun. Zirâ bir şeyh hakikaten velî değil kerâmet sahibi değil manevi mertebe derece sahibi değil ise kendini de ehil olmadığı halde ehil gibi gösterirse inan ki bu gibiler hakkında Allahü Zülcelâl Hazretleri şöyle buyuruyor:

هَٰؤُلَاءِ قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ آلِهَةً لَّوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِم بِسُلْطَانٍ بَيِّن فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَىٰ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا

(Kehf Suresi / 15)

“Allahü Zülcelâl’e iftira edenden daha zalim var mıdır?” Çünkü bunlar Allah vergisidir. Şahı Nakşibend de diyor ki: Bir derece bir mertebe davasını ve görüntüsünü yapmak isteyen halbuysa vasılda değildir ve bu dereceye sahip de değildir. Ama kendisini halka böyle tanıtmak için bu gibi tavır var ise bilsin ki o derece ve makamı bu dünyada göremez. Çünkü haram kılar Allahü Zülcelâl neden? Çünkü bu gibi şeyler Allah vergisidir. Allahü Zülcelâlin bir mevhibesidir. Ve o zaman da Allahü Zülcelâl vermediği halde verdi derse Allaha iftira eder hâşâ. Onun içindir ki; böylesi iftira sahibinden daha zâlim var mıdır? Diye buyuruyor.

İmamı Rabbâni mektubuna devam ederek buyuruyor ki:

فان المطلوب هناك كله الدين الخالصى الالله الدين الخالصى

Burada mürşidden matlub olan şudur ki, umumiyetle bu yolda halisane Lillahi Tealâ olması şarttır. Zira Allahü Zülcelâl’in dini halis dindir. Daha evvel bir çok hadiselerde de geçti. Allahü Zülcelâl’in halisane olmayan hiçbir ameli kabul etmediği, onun için bu Kutsal yolu, bu aziz yolu, bu aziz yolu bu gibi mülevvesattan uzak tutmak lâzımdır. Bu gibi dava, taleb ve hevesler bu yolun dışındadır.

Zira mektubunun devamında:

لا مجال للشركة فى جناب الحضرة الالهية بوجه من الوجوه

İmam Rabbâni ilân ederek diyor ki: Bu yol Hak yoludur. Hakka varan yoldur. Hakka varan yolda Haktan gayrı, Hakkın rızasından gayrı başka hangi yönden olursa olsun, Hakka vuslat mümkün değildir. Engelleyicidir asla vasıl olamaz. Onun için kasdın ve gayen Hak kapısına varmaktır. Yolunda revan olmaktır, rızasını celbetmektir. İhsan ve ikramına nail olmaktır. Eğer bu minvâl üzere bu gibi kudsal şeyleri mülevvesata dönüştürürse, bu gibi ortaklaşmaları Rabbımız asla kabul etmez. Çünkü halisâne Lillahi olmayınca herhangi bir âmel ve dava asla geçerli değildir. Şirk kabul eder Allahü Zülcelâl bunu. Ortaklaşma ile yapılan âmel için:

اناغنى عن الشركاء

“Müşterekçe yapılan âmelden ben mustagniyim, paylaşamam” buyuruyor.

Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi Muaz İbni Cebel’e vasiyet ederken:

يامعاذ اخلص دينك يكفيك العمل القليل

“Ya Muaz; Dinini hâsisâne Lillâhi için yap. Hangi yönden olursa olsun va’zın, nasihatin irşadın hepisini Allah için yap ki az bir âmel sana yeter.”

İmamı Rabbâni mektubuna devam ediyor:

واعلم ان كل ظلمة وكدورة تطرأعلى القلب فازالتها تتيسربا التوبة والاستغفار والندامة والالتجاألى الحق  سبحانه وتعال بأسهل الوجوه

Bil ki herhangi bir kalbe uğrayan herhangi bir zulmet, perde veya bulanık bulaşık çeşit çeşit yönlerden ki elbette beşeriz beşeriyet halimiz vardır ve bir melek değiliz. İnsanın behemehal az çok bir takım hataları olabilir ama günahı segair ama günahı kebâir. İmam-ı Rabbâni burada bir umud veriyor ve şöyle buyuruyor: Bu haller karşısında kalırsan tevbeye yönelirsin ki en kolay yolu budur. Rabbımızdan mağfiret dilersin. Nedâmet ve pişmanlık duyarsın. Hak kapısına iltica edersin. Burada bir umut vermiş İmamı Rabbâni Hz.leri. İltica derken bir istisnâ bırakmıştır. Bakınız Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a son sure olarak gelen Nasr suresinde:

فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ  إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا

(Nasr / 3)

“Mağfiret dile istiğfaretki Rabbın Tevvabdır.” Tevbeyi kabul eder.

الندامة من الذنب توبة

Nitekim Hadis-i Şerif’te: Zenbinden (günahından) nedâmet duymak bir nev’i tevbe sayılır.

التائب من الذنب كمن لا ذنب له

Yine Hadis-i şerif’te: Zenbinden tevbe istiğfar edenin zenbi yok demektir.

Bir başka Hadis-i şerif’te de:

من اذنب ذنبا فاحزنه لايكتب عليه شيئ

Kim ki bir zenb işledikten sonra kendisine bir hüzün gelir de pişmanlık duyarsa o zenb yazılmaz.

İşte bunlardan dolayı İmam-ı Rabbâni umud vermiştir. Ancak şu istisnayı bırakmıştır.

الاظلمة طرأت على القلب من طريق محبة الدنيا الدنية فانه تجعل القلب خرابا وازالتها فى غاية التعسر بل فى نهاية التعذر

İnsanın Rabbısıyla kalbi arasında bir çok perdeler olur ki birçok mâsiyet ve hatalardan doğabiliyor. Çünkü kalb eğer safiyâne bir hâle gelebilse perdeleri kaldırsa perdeleri yok olsa esâsen keşfiyata mümkündür. Hatta şöyle bir hadis de vardır.

لولاان الشيا طين يحيمون على قلب ابن آدم لنظروا الى ملكوت السموات

Eğer şeytanlardan mütevellid bazı hatalar isyanlar doğmamış olsa idi ki bunlardan olunca kalbin üzerine perdeler geliyor. Eğer böylesi perdeler olmasa idi âdemoğlu meleküt âlemini seyredebilirdi. Kalb nuru böyledir.

Onun için kardeşlerimiz, İmam-ı Rabbâni bunda umud vermiştir. Ayet ve hadisleri de verdik ancak bir istisna bırakmıştır ki oda dünya muhabbeti olmamasıdır. Dünya muhabbetinin giderilmesi ve zevâle ermesi çok güç ve zordur diyor. Dünya muhabbeti sebebiyle insanın kalbi tamâmen harabeye döner. Dünya muhabbetinin insan kalbini harabeye döndermesinin sebebi nedir?

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

حب الدنيا رأسى كل خطيئة

 “Dünyayı sevmek hataların başıdır.” Artık hataların başı olunca işte kalbi harabeye döndüren dünya muhabbetini kalbe yerleştirmesidir. İmam-ı Rabbâni bundan daha üstün bir şey bulup göstermiyor ve diğerlerinin kolaylıkla gösterilmesi mümkün fakat dünya muhabbetinin kalbden giderilmesi çok zordur ve zevâli çok güçtür buyuruyor. Kalbi adetâ harabeye döndürür.

 

Kardeşlerim:

Bu gibi şeyleri acâyib görmeyiniz. Bakınız Allahü Zülcelâl dünyayı yaratmış da bir defa için nazar etmiş ve bir daha merhamet nazarıyla bakmamıştır. Dünya denâetten (alçaklıktan) geliyor. Ancak yaratıp da bir kere nazar ettiği an dünyaya şöyle buyurmuş:

يا دنيا من خدمنى فاخدميه ومن خدمك فا ستخدميه

 “Ey dünya bana hizmet edene hizmetçi ol, sana hizmet edeni ise kendine hizmetçi kıl.” İşte dünyanın hali budur. Allahü Zülcelâl’in sevmediği bir nesnedir. Hoşlanmadığı bir nesneye meylederde kalbine yerleştirir isen Allahü Zülcelâl bunu hiçte hoş görmez. Çünkü sevmediği bir şeyi sevip kalbine yerleştiriyorsun.

Hatta şöyle bir Hadisler vardır: Âdemoğlu Sakaleynin (insan ve cin) ibadetini işlese de huzurullaha varsa, “Ey kulum benim sevmediğim yeli nasıl olup da kalbine yerleştirdin ve bana karşı tutup onu tercih ettin” dediği zamanda yüzündeki etleri dökülür. Bunu basit bir şey bellemeyelim. İmam-ı Rabbâni boşuna böyle buyurmuyor. Çünkü arkasından da devam ederek:

نجاناالله سبحانه واياكم من محبة الدنيا ومحبة ابنا ءها واربابها والا ختلاط بهم والمصاحبة معها فا نها سم قاتل ومرضى مهلك وبلاء عظيم و داء عميم

Allahü Zülcelâl bizleri ve sizleri dünya muhabbetinden korusun ve dünyanın çocuklarının muhabbetinden de korusun. Dünyanın çocukları, nasıl çocuklar anneleri tarafından beslenirse bunlar da gıdalarını bu yönden dünyadan alanlardır. Dünya erbabları ki; Rab gibi kibirli, servet ve mertebe sahibleri bunlardan da korusun. Bunların arasına karışıp bunlarla sohbet etmekten Rabbimiz bizi korusun, diye temenni etmiştir. Ve dünyayı şöyle vasıflandırıyor: Dünya ve dünya muhabbeti öldürücü bir zehirdir. Mühlik (helâk edici) bir marazdır. Azim bir belâdır. Umumi bir hastalıktır. Aynı zamanda bulaşıcı bir hastalıktır.

İmam-ı Rabbâni’nin mektubu burada son buldu. Bir kusurumuz oldu ise Rabbımız tamamen affetsin, İmam-ı Rabbâni kusurumuzu affetsin.

 

Aziz Kardeşlerimiz;

İmam-ı Rabbâni mektubunu dile getirmeye çalıştık. Bizim fehmimiz kısırdır ve haşa onların fehmettikleri gibi fehmedemeyiz. Biz kendi âcizâne kendi fehmimize ve dilimize göre anlaşılabilir hale getirmeye çalıştık. Rabbımız kusurumuzu affetsin. Zira bu zatların hallerini anlatıp dile getirmek bizim gibilere düşmemiştir ve düşmezde. Ancak şu hadisi ibret nazarıyla okuyalım ki bizim gibiler ne hallere düşer, o zaman hak verirsiniz.

 

“DİN EHİL OLMAYANLARIN ELİNDE KALINCA O DİNE AĞLAYIN” HADİSİNİN İZAHI

 

Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor.

لا تبكوا على الدين اذاوليه اهله ولكن ابكوا عليه اذاوليه غير اهله 

Ravisi: İmam-ı Ahmed ve Hakim Ebu Eyyübü Ensari, senedi sahihtir.

Hadis şudur: İslam dinine asla ağlamayınız ehlinin elinde bulundukça. Ne zaman ki gayri ehlinin eline düşerse işte o zaman ona ağlayınız. Demek ki haline ağlayınız. Din artık o hale düşmüş demektir. Onun için biz de bu şekilde cür’et ederek bu şekilde konuşabilmişiz. Rabbımız cümlemizi affetsin. Âmin… Zaman ahirü’z zaman devresi.

يقل اعلماءويكثرالقراء

Kurra (Kur’an okuyucuları) çoğalırda âlimler azalır. Esâsen Allahü Zülcelâl ilmi re’sen kaldırmaz. Vermiş olduğu hediyeyi azimeyi geri almaz. Ancak, ülemâ bulunmayınca ilim kendi kendine söyleyemez ki, söyleyecek şahsiyetler olması lazımdır. Ne ise… 1400 küsûr sene geçmiş hâliyle Fahr-ı âlem Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) güneşi, gerçek hakikat güneşi Muhammed Aleyhisselâtü ve’s selam’ın zuhurundan bu yana 1400 küsûr sene geçince artık ahirü’z zaman peygamberi Aleyhisselâtü ve’s selâm… Tabiki arkasından bir başka peygamber de gelmez. Arkasından başka bir nizam da gelecek değil ya… Artık son olduğunu şuur sahibi her fert bilir. Bilmeyen artık ahmaktır. Onunda devâsı yoktur ve akibeti belâdır. Onlara da bir şey diyeceğimiz yoktur.

İşte İmam-ı Rabbâni mürşidlere bu uyarı ihtiyacı duymuştur ve irşad makamına gelecek olan şahsiyetlere terakkiyat devresinde neleri gerektiriyorsa ne gibi tavırlar alacaksa bunları anlatıyor. İrşad makamına oturunca, tabiî ki tarikat taleb edilecek, mürid kabul edilecek bu hususlarda tavsiyeler vardır. Müridi ne tavır ve ne yönle kabul edebileceğini anlatıp uyarıp yarar veya zararlarını ortaya koymuştur. Sonunda mübarek pek çok yerde:

حب الدنيا رأسى كل خطيئة

 “Dünyayı sevmek hataların başıdır.” Hadisi şerifini bildirmiştir. Dünyayı sevmek hataların başı olduğu halde mürşid irşad makamına gelen bir kimse hiç bu seviyeye iner mi acaba? Onun mülevvesatına (pisliğine) girer mi acaba? Hem mürşid olacak hem de hataların başı olan dünya sevgisi kalbinde yerleşecek!..

Mübarek Abdullah İbni Mübarek’in buyurduğu gibi: Acayibime giden ve en acayib gördüğüm şudur ki; bir âlim ilmi okumuştur. İlmi biliyor. Dünyanın hal ve tavırlarını, maliyetini biliyor da buna rağmen nasıl oluyorda kendisini buna kaptırıyor. İlmi olmasa cahildir, fehmetmemiştir. İlerdeki akibeti ve mâliyeti ne olacak bilmeyebilir. Ama bir alim için bu hâle düşmesi gerçekten çok hazindir. Bu ise bir mürşiddir. Mürşid dediğimiz ilmi tebliğ etmek ayrı bir çeşittir, yol tarif etmek ayrı bir çeşittir ama mürşidlik makamına gelen bir kimse maneviyatını düzenlemiş olması gereken bir kimsedir. Öyle zahiri olarak; şunu yapacaksın, bunu edeceksin diye anlatmak bunlar ancak yol tarifidir. Az-çok bildikten sonra bunları herkes anlatabilir. Zaten bu hususlar yazılmıştır. Pek çok kitablar vardır ortada. Alel Hak ne ise doğrusunu anlatabilir dille cevarihle aklı olanlarda fehmederler dengesi düzgün olduktan sonra.

Ama mürşid dediğimiz zaman; Hak yoluna irşad edipde öncülük yapacakda ahlak-ı mezmumeyi (yerilen ahlakı) ahlak-ı mahmudeye (övülen ahlaka) değiştirecek. Kötü huyları iyileriyle değiştirecek. Velhasılı artık bir sürü geliştirme yönünden Allahü Zülcelâl ile mürid arasında olan hicabları giderecek ki ona vasil bir hale getirebilecektir. Mürşid dediğimiz; müridin terakkiyatında her haline muttâli olması şarttır. Eğer muttâli olamaz ise mürid noksan kalır. Kendi başına bilemez göremez ki, ne haldedir.

Nitekim misâl olarak vaktiyle Şeyh Ali Sebbağ Hazretleri ki byük bir zattır. Bir gün seyrü sülûk devrelerinde müridlerini kontrol etmek için gezerken hücrelerden birisinde bir tanesini ağlaya ağlaya bir hal olmuş görüyor. “Oğlum neden ağlıyorsun?” deyince, “Efendim ben ağlamayayım da kimler ağlasın.” “Neden evladım, ne olmuş ki anlat bakalım” deyince “Efendim, keşfiyatımda şöyle gördüm. Hak Celle Celâluhu tecelli vâki” oldu her taraf envar-ı ilahi ile doldu ne ağaç kaldı, ne bir nesne kaldı hepisi de secdeye vardı. Ben de varmak istedim de bir türlü eğilemedim, sanki karnımda bir şey dikeldi de beni secdeye hiç eletmedi, ben nasıl ağlamayayım? Benim halim ne olacak yoksa ale’l küfre olup imansız mı giderim ben bu secdeyi yapamadım.” Deyince Şeyh “Evladım pek mühimseme olur böyle şeyler, deyince mürid: “Efendim nasıl olur öyle şeyler her şey herkes her nesne secde ederken ben dışında kaldım benim için bir felâket demektir” deyip yine ağlamaya başlar. Şeyh bakmış ki mürid durmuyor ve fehmedemiyor “Evladım secdeye eletmeyen benim sırrımdır.” Diyor. “Aman efendim nasıl olur bu? Senin sırrın nasıl olur da beni bu gibi şeyden men edersiniz nasıl oluyor bu?” O zaman mübarek soruyor: “Sen bu nuru şu anda da görüyor musun?” “Evet görüyorum ama yine de secde edemiyorum” der. O zaman mübarek bir elini şarka, bir elini garba uzatıp iki cepheden bu mevcûd olan nur ubir perde toplar gibi toplamış ve iki eli arasına alınca “ALLAH!” deyince kapkara bir duman yükselmiş ve “oğlum, sen buna mı secde edecektin, İblisin habisin desisesidir bu! Buyuruyor. Ah kardeşlerim ah!.. Mürşid bu… Mürşidin, müridin durumuna böylesine muttali’ olması lazımdır. Mürid ne halde ne âlemdedir takip edip bilmesi lazımdır. Yoksa habisin öyle desiseleri vardır ki mürid değilde pek çok meşayihin seyr-ü sülûk devresinde bile iflahını kesmiştir mel’un… Allahü Zülcelâl bizleri şerrinden korusun. Âmin…

Benzeri bir hadise daha. Bir mürşidin bir müridi vardır. Fazlaca yakınlık gösterir gelir gider sevgisi saygısı oldukça yaklaşımlıdır. Fakat birkaç gün geçmiş de gelemez olmuş. Şeyh “araştırın acaba neden gelmiyor?” deyince “Efendim pek görünmüyor artık evinde uzlete girmiş vs.” diyorlar. “Gidin kendisine sorun ki varsa bir noksanlık falan gereken şeyleri yapalım, eğer bir özrü arızası varda, dışarıya çıkamıyorsa yardımcı olalım gereken ne ise yapalım yapabileceğimiz bir şey var mıdır, sorun hele” Gitmişlerde gelenlere “Şeyhimizden Allah razı olsun Allah başımızdan eksik etmesin sayesinde ber kendime bir şeyler buldum Allaha şükürler olsun bu bana yeter” demiş. “Nedir? Nedir? Nedir?..” diye ısrar etmişler. “Ben yatsı namazını cennette kılıyorum” demiş. Böyle deyince gelişler Şeyh efendiye söylemişler. “Yatsı namazında cennete varıyor da orada kılıyormuş” diyorlar. Şeyh de Allah, Allah ne güzel şey bu. Şu halde biz bu kimseye gidelim” diyor. El birliğiyle müridin yanına gitmişler. Şeyh efendi varmış yanına bakmış ki derdi falan kalmamış ferah içindedir. Çünkü Yatsı namazını artık cennette kılıyor. “Aman evladım siz bu hale nasıl nâil oldunuz ama aramızda az çok bir hukuk vardır velev ki bir gecelik olsa dahi benide birlikte götürsen olmaz mı? Deyince karşı olamamış ve “olur efendim” diyor. Müridi götürmek için gelen vasıta her ne ise vakti gelince geliyor. Şeyh efendi ile birlikte binmişler gitmişler. Vardıkları yer çok güzel ve süslü her bir şeyler vardır ve cennet dedikleri yer oluyor. Yatsı namazını kılmışlar. Tabi yatsı namazını kıldıktan bir müddet sonra artık geri dönmeleri gerekiyor. Vesâit gelince şeyhine “Efendim vasıtamız geldi buyurun gidelim bizi götürecek” diyor. Şeyhi ise “Ah evladım ben senin gibi her gün gelemem ki, bu gün nasib oldu hiç olmazsa gelmişq iken bir de sabah namazını kılalım da öyle gidelim. Sana ne mutlu böyle hergün gelebiliyorsun. Ama ben artık gelemem bu gün olmuş iken bir de sabah namazını kılalım da gidelim” diyor. Tabi gelen vesâit ısrar ediyor “İllâ gidelim yoksa burada kalırsınız” diyor. Ama şeyhinin emrini de kıramıyor mürid. Böylece mecbur olmuşlarda sabah namazından sonra gelmesine… Sabah namazı fecir doğduktan sonra baksalar ki bir çöplük içerisindeler mülevesat pislik her taraf “Evladım senin cennet dediğin bu mu idi. İşte bunlar şeytanın desiseleridir.” diyor.

 

Kardeşlerim; mürşid, mürşid olacak, kendi başına yürüyecek olursa şeytanın aradığı şeylerdir bu haller. Mürşid müridlerini güdemiyorsa onun çobanlığınada mürşidliğine de yazıklar olsun!..

Hülasa İmam-ı Rabbâni Hazretleri mürid hadisesini belirttikten sonra dünyayı ortaya getiriyor ve dünyanın vasıflarını enterasan ona uygun ve layık kelimeler kullanarak sıralamış… Tabiki bu sözleri elbette hali hazırda kendiside dünyanın bu mülevesâtına bulaşmış ise ağır görebilir ve bahane de bulabilir. Zirâ okuyanların hepsi de inançlı olup İmam-ı Rabbâni’nin hal durumunu fehmetmeyen kimseler tasvibde etmeyebilir karşıda olabilirler. Onun için dünya ile alakalı birkaç âyet-i celile ve ahadis-i nebevîye ve diğer sadatların dünya ile alakalı buyurdukları kelimeleri anlatmaya gayret edeceğiz. Allahü Zülcelâl bizlere alel hak ne ise rızasına uygun olan kelimeleri nasib ve müyesser eylesin. Âmin…

Allahü Zülcelâl Zuhruf Suresinde şöyle buyuruyor:

وَلَوْلَا أَن يَكُونَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً لَّجَعَلْنَا لِمَن يَكْفُرُ بِالرَّحْمَٰنِ لِبُيُوتِهِمْ سُقُفًا مِّن فِضَّةٍ وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَ ﴿٣٣﴾ وَلِبُيُوتِهِمْ أَبْوَابًا وَسُرُرًا عَلَيْهَا يَتَّكِئُونَ ﴿٣٤﴾ وَزُخْرُفًا وَإِن كُلُّ ذَٰلِكَ لَمَّا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا  وَالْآخِرَةُ عِندَ رَبِّكَ لِلْمُتَّقِينَ   [8]

(Zuhruf / 33-34-35)

Allahü Zülcelâl, eğer bu insanların hepisi bir ümmet olarak olmamış olsa idi kafirlere bu dünyayı tamamen bağışlayacaktım. Bu dünyanın zevkini sefasını altınını gümüşünü cevherini veripde kapıları tavanları sedirleri koltukları tahtları keyf edecekleri her şeyleri kendilerine bağışlar verirdik buyuruyor. Ancak insanoğlu ayni cinsdendir. Ayni huyları ve ayni fikirleri vardı. Ayni anasır-ı Erbaa dan (toprak-su-ateş-hava) mütevellidir (meydana gelmiştir) İnsan beşerdir melâike değildir. Eğer onlara tamâmen veripde bunları mahrum etse idik o zaman olabilir ki zayıf olan kimseler onlara meyleder de o bölüme gayr-i Müslim tarafına meylederler ve Allah bunları daha çok seviyor ki vermiştir diyerekten bu gibi akıl noksanları fehimleri kısır olan kimselerden dolayı dünyayı tamamen onlara veripde bunları mahrum edemiyorum ancak nisbetine göre onlara gıpta etmeyecek tarzda bunlara da idâre yönünden veriyorum. Fil hakika bu gfibi mütezahrifat ancak kafirleredir. Mü’minlere gelince onların ki gelecektedir. Dolayısiyle Allahü Zülcelâl zaten dünyanın kendisine kıymet ve değer vermemiştir. Kafire verdi ise sevdiğinden de değildir. Eğer sevdiğinden verseydi nebilere verirdi. Esâsen malı sevdiğine de sevmediğine de verir. Karun’a da Firavuna da vermiştir. İstidraçtır ve gıbta edilecek bir şey yoktur. Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’da dünya malına kıymet vermemiştir. Hatta şöyle bir hadisi şerif vardır:

عن رسول الله صلىالله عليه وسلم : قال لو كانت الدنيا تعدل عند الله جناح بعوضة ماسقى كافرا شربةماء 

Ravisi: Tirmizi ve ziyaü’l Mukdesi senedi sahih. “Gerçekten dünyanın kıymet ve değeri Allah nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar kıymete haiz olsaydı kafire bir yudum su bile vermezdi” Demek ki o kadar da kıymetsiz ki kafire olduğu gibi veriyor.

الدنيا سجن المؤمن وجنة الكافر 

Ravisi: İmam-ı Ahmed, Müslim, Tirmizi ve İbn-i Mâce, Süleymandan senedi sahih. “Dünya mü’min için bir zindan kafir ise cennettir.”

Kâfir olan kimse cennet olarak dünyaya razı oluyorsa daha ne olacak. Ama mü’min için gelecekteki gerçek cennet va’di karşısında bu dünya zindan ne’vindedir. İsterse nasıl dönerse dönsün. Ama kafire gelince nasıl olursa olsun onun cenneti nev’indendir. Burası ona göre cennettir. Ve Allahü Zülcelâl kâfire istidraç olarak bir şeyler veriyor.

Şu âyet-i celilede bulu ilân ediyor:

مَّن كَانَ يُرِيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فِيهَا مَا نَشَاءُ لِمَن نُّرِيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَ يَصْلَاهَا مَذْمُومًا مَّدْحُورًا  [9]

(isra/18)

Bir kimse müstakbeli (geleceği) düşünmeyip sadece acil olarak yaşadığı anı tercih eder ve bununla kendini bağlarsa arzuladığına nail olur buranın yaşamını yaşar ancak geleceği tamamen iflastır. Akibeti cehennemdir. Zira bu aceleciliği sebebiyle bugünkü hayatını geleceğine tercih ederse akibeti bu olur. Başka bir âyet-i celilede de:

مَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الْآخِرَةِ نَزِدْ لَهُ فِي حَرْثِهِ وَمَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الدُّنْيَا نُؤْتِهِ مِنْهَا وَمَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِن نَّصِيبٍ     [10]

(Şura/20)

Bir kimse ki, ahret için hırslı olur da oldukça oraya meylederse, oraya cehd-ü cühûd ederse Allahü Zülcelâl onun arzu ve istekleri nâsib olur ve müyesser olur fazlası ile…

ومن كان يريد حرث الدنيا نؤته منها وماله فى الأخرة من نصيب

Şayet dünya hırsına tamamen kendini verir ise onu tercih ederse hırsı arttıkça artar ve ahret nâsibini bu dünyada bitirmiş olur ve ahrette bir istihkakı kalmamış demekir.

Bir başka âyet-i celilede de:

يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِّنَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ

(Rum/7)

“Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü güzel bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler.

Tabi böyle olunca, hâşâ Allahü Zülcelâl kimseye zulmetmez ki, adâletini icra eder, yapılan budur. Başka bir şey olmaz. Onun için umumiyetle bu dünyaya gelenlerden kâfiri de var Müslümanı da var. Dünyayı ahrete tercih edenler olduğu gibi, ahreti dünyaya tercih edenler de var. Dünyada rahat olup ahrette hiçbir şey bulamayan, velhasıl bunlar böyle gelip böyle gidecekler.

Bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyuruluyor:

الدنيا دار من لا دار له و ما لا من لا مال له و لها يجمع من لا عقل له

Ravisi: İmam-ı Ahmed ve Beyhaki, Aişe (ra) ve Abdullah İbn-i Mesud senedi sahih.

Hadis meali: Dünya bir meskendir. Dünyayı mesken olarak ittihaz eden bir kimse kendisini tamamen dünyaya verirse, gelecekte ahretteki meskenden mahrumdur. Aynı şekilde dünya malına da hırs ve tamah ederse, ahrette de yine maldan mahrum olur. Birbirine zıttırlar. Çünkü iflâs durumu vardır. Ayrıca mesken ve mal bakımından tek taraflı çalışan bir kimse ahretteki mal ve meskenden mahrum olur. Bu gibi kimselerin aklı yoktur, diye buyuruyor Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). Bütün gücüyle tek taraf yani dünya için çalışanın, ahreti ihmal edenin aklı yoktur, ahmaktır. Bu, akıllı insanın yapacağı bir şey değildir, diyor. Tabi buradaki akıl “aklı maaş” demek değil, zira aklı maaş herkeste var. Maaş ve maişetlerimizi sağlamak, bu dünyanın fırıldaklarını, şeytanlıklarını çevirmek, herkesde mevcûd olan akılla olur. Ancak buradaki akıldan maksat “aklı meâd”dır. Geleceği hidâyet nuru ile gören akıldır bu. Rabbimiz hidâyet verdi ise sadece bu dünyayı düşünmez, ebedî saadet yeri olan ahreti düşünür. İşte bu akıl aklı meâddır. Akl-ı maaşda hepimiz eşit durumdayız.

Aynı mevzuda bir Hadis-i Şerif’de Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

الدنيا حرام على اهل الاخرة والاخرة حرام على اهل الدنيا . والدنيا والآحرة حرام على اهل الله عزوجل

Ravisi: Deylemi Firdevsinde Abdullah İbn-i Abbas (ra) dan sened-i hasendir.

Hadis meâli: Ahiret ehli olma vasfına sahib bir kimseye dünya haramdır. Aslında dünyayı haram haline getirmedikçe, ahreti, ahret ehli olmayı sağlayamıyor. Dünyanın peşinde, fazla aşk ve şevkle koşarsa, bu halleri, ahret ehli olmalarına zarar verir. Onun için dünya ahret ehline haramdır. Âhiret de dünya ehli için haramdır. Zira bu ikisi birbirine zıttır. Bir tarafa kendini verir, o taraf için daha fazla çalışırsa, öbür taraftan mahrum olur. İkisi birlikte olamaz.

الظدان لايحتمعان

“İki zıt cem olmaz.” Ehlullah içinse her ikisi de haramdır. Ehlullah muhabbet ehlidir. Bunlar Allahü Zülcelâl’in vahdaniyetine kendileri Tevhid ehlidir. Kalbleri Muhabbetullah ile doludur. Muhabbetten öteye, kalbin iç tarafı fuad dediğimiz kısım aşkullah ile doludur. Muhabbetten daha üstün bir aşk vardır. Bu da Allah’ı (Celle Celaluhu) hiçbir zaman hatırdan çıkarmamaktır. Aşktan daha ötede bir de vecd vardır. O da sırdır. Ayrıca daha ötesinde de bir aşk var, çünkü aşk:

مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَىٰ

(Necm/11)

“(Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.” buyuruyor Cenabı Hak, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hakkında.

Esasen fuad kalbin iç kısmıdır. Bu da aşk yeridir. Bu aşk sebebi ile keşfiyat zuhûr eder. Keşfiyat hasıl olunca bunun üstünde de şühûd halidir. Keşfden şühûda geçer. Keşf ve şühûd halini bulan bir kimse, dünyaya zerre kadar değer vermez. Hatta nun yanında artık ahiretede (cennet-cehennem) hiç ihtimam etmez. Çünkü onun bir tek gayesi vardır. O da Allahü Zülcelâl’dir. Tabi bu halde olan bir kimse üzerinden, dünya ve ahret muhabbeti silinir. Yaptığı işlerde ibadetlerde ne cennet sevgisi, ne de cehennem korkusu olmaz. Sadece Rızai İlâhiyi gözetir. Ve cemalullahı düşünür. Çünkü öyle bir hale getiriyor ki Cemâli bâ kemâle mazhar olmanın dışında bir gayesi olmaz.

Bir Hadisi Şerifte daha şöyle buyuruyor Rasulullah:

الدنيا ملعونة و ملعون ما فيها الا ما اُبْتُغِىَ به وجه الله عز وجل

(رواه ابونعيم و ضياء المقدسى بسند صحيح)

Dünya aslında lânete müstehaktır. Zaten Rabbimiz de rahmet nazarıyla bakmamıştır. Dünya ile alâkalı olan, dünyaya bağlı olan nesnelerle de lânetlenmiştir. Yalnız bu dünyada Allah Azze ve Celle için yapılan işler müstesna. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Allahü Zülcelâl için yapılan işleri istisnâ ediyor. Çünkü Nebilik de Rasullük de, Velilik de, Firavunluk da, Nemrutluk da hep bu dünyadadır. Dünya ile alâkalı olanlar mel’undur, lânete müstehaktır.. Ama Allahü Zülcelâl için hâlisâne olarak lillahi yapılan her ne olursa olsun, yemek içmek dahi olsa, bunlar müstesnâdır.

Bir başka Hadiste şöyle buyruluyor:

الدنيا ملعونة و ملعون ما فيها الا ما اُبْتُغِىَ به وجه الله عز وجل

(رواه الطبرانى)

Bu da aynı şekilde dünya mel’un, dünya muhteviyatı da lânete müstehak ve mucibdir. Ancak gaye ve emeli Allahü Zülcelâlin rızası için olan, bu yönde olanlar müstesnadır.

Bu hususta bir Hadis daha:

الدنيا ملعونة و ملعون ما فيها الا ذكرالله وما واله وعالماً اومتعلماً

(رواه ابن ماجه عن ابن هريرة)

Yine aynı şekilde dünya ve dünya ile alâkalı olan şeyler tamamen lânete müstehaktır ve mucibtir. Ancak Allahü Zülcelâl’in zikri, Allah için olan ibadet ve ta’atlar müstesnâ, bir de alim ve müteallim yani öğretici ve öğrenici müstesnâdır.

Bir başka Hadiste:

الدنيا ملعونة و ملعون ما فيها الا امر باالمعروف اونهى عن منكر او ذكرالله تعالى

رواه البزار عن ابن مسعود بسند صحيح

Dünya ve dünyada olanlar da lânetlenmiştir. Mel’undur. Ancak, emri bil ma’ruf nehyi anil münker ve Zikrullah müstesna bırakılmıştır.

Allahü Zülcelâl cümlemizi muvaffak ve müyesser eylesin. Âmine ya Muîn…

 

MÜRŞİTLERİN HALLERİ

 

Aziz Kardeşlerimiz,

Daha önceki bölümlerde İmam-ı Rabbâni’nin bir mektubunu ele almış,y kâmil olan bir mürşid ile kâmil olmayan mürşid arasındaki farkı İmam-ı Rabbâni’nin izah şekline göre anlatmıştık. Aynı zamanda mürşid ile mürid arasında nasıl bir muamele cereyân etmesi gerektiği izah etmeye çalışmıştık. Aynı zamanda dünya ile alakalı hadisleri serdetmiştik ve bu konuya açıklık getirmek için, Rabbimizin âyetlerini ve Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın hadislerini vererek gücümüz nisbetinde anlatmıştık. Bundan sonra da aynı mevzuya biraz daha açıklık getirmek istiyoruz. Bir önceki bölümde dünya ile alâkalı ayet ve hadisleri belirttik. Bu kısımda ise yine mürşidi kâmilin kim olduğu, nasıl olması gerektiğini biraz daha anlatacağız. Mürşidi kâmil filhakika Allahü Zülcelâl’in tasvib ettiği bir kimsedir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ve sâdâtı kiramın da tasvibini almıştır. Bu misilli kimseye mürşidi kâmil denir. İmamı Rabbâni’nin mektubu bir uyarı mahiyetindedir. Zirâ kâmil olmayan bir mürşidden sakınılması hususunda çok hassas davranmış ve bu gibi kimselerden uzak durulmasını tenbih etmiştir. Bir mürid, mürşide intisap için geldiğinde mürşidin onu nasıl, ne şekilde kabul edeceği, etmesi gerektiği hususunda izah etmişti ve dünyadan da nasıl uzak durmamız gerektiğini açık bir şekilde bildirmiştir. Dünyadan uzak durmak demek dünyadan çıkmak, dünya ile tamamen alâkasını kesmek demek değildir. Daha önce belirttiğimiz ve Hadis-i Şeriflerle de görüldüğü gibi, dünyada istikbali kazanmak için hangi vasıflara haiz olması gerektiğini anlatmıştık. Zira ahreti kazanmak da dünyada sağlanır. Dünyadan çıkması demek, dünyanın sıfatlarını kendisine aşk ve şevkle, dünya hırsı ve tamah ile kendisini tamamen mezmum (ayıplanmış, yerilmiş, çirkin görülmüş, beğenilmeyen, makbul tutulmayan, ayıplı) dünya sıfatlarına vermemektir. Bu sıfatlardan uzak durması ve bunları gaye edinmemesi demektir. Yoksa dünyadan tamamen alâkasını kesmek demek değildir. Çünkü her fert, gelecekte ne bulacaksa onu bu dünyada temin edecektir. Zira bu dünya ezel âleminin bir kopyasıdır. Ezelde ruhen alınmış olan kararı, bu dünyada ceseden o işlemleri yapacağız. Rabbimizin kaza ve kaderi, irade ve meşiyeti burada sağlanacaktır. Onun için bu dünyada iki yol vardır. Bu iki yoldan birinin yolcusu olacak her fert.

فريق فى الجنة و فريق فى السعير

 “Cennet fırkası, cehennem fırkası”

Bu iki fırkanın birisinden olacak mutlaka. Bu ikisinden birisini elde etmek de dünyada olur. Onun için bu dünyaya gelişimiz bir nimet olabileceği gibi ebedî azaba düçar olabilecek bir baş belâsı nekbet de olabilir. Allahü Zülcelâl cümlemizi dünyanın şerlerinden korusun, dünyada yapılabilecek hayrat ve saadet ne ise cümlemizi nasib ve müyesser eylesin. Âmin…

 

MÜRŞİDLERİN VASIFLARI VE ALİM OLMALARI

 

Kardeşlerim;

Şimdi sizlere gerçek bir mürşidin vasıflarından bahsedelim ki dikkat edebilesiniz. Bir mürşid nasıl olunca bir mürşid olur. Zâten kâmil bir mürşidin halini anlatacak devreye biz henüz gelmedik. Bunu İmam-ı Rabbâni gibi zatlar anlatabilmiştir. Yine Şahı Nakşibend, Gavsu’l Azam, Seyyid Ahmede’r Rüfai, Hasani’ş Şâzeli gibi büyük zâtlar bu hususda çok harikalar konuşmuşlardır. Kâmil olan mükemmel olan zâtlar müstesnâdr. Ancak noksan mürşid olduğu takdirde esâsen zararı menfaatinden fazladır. Ancak böylesi bir kâmil mürşid olmayınca şimdiki gibi halkı irşada gelince bunlara mürşid diyemiyoruz da yol göstericidir. Bu vasıflara haiz değilse yol göstericidir. Mürşid denilince haliyle müridin mâneviyat hallerini keşfiyat durumunu, terbiye yönünden kabiliyet ve istidad sahibi bir mürşid olması lâzımdır. Öyle değilde diliyle cevarihi ile zahiren adeta âlimlerin hocaların anlatışları gibidir. Yol tarif eder. Yol tarifide halisâne Lillahi olursa evet, Rabbimiz sevablandırır. Allahü Zülcelâl nezdinde hiçbir şey zâyi olmaz hâşâ… Halisâne lillahi değilde İmam-ı Rabbâninin vasıflandırdığı gibi eğer kendini dünya tamah ve hırsına vermiş veya müridin servetinden ve varlığından bir yarar sağlamak fikri ve görüntüsü varsa o da kendisi için helâktır. Zira, sizlere birkaç hadis serdedelim de bunları artık elbirliğiyle düşünelim. Bir kere mürşidin evvelâ âlim olması lâzımdır. Öyle değilde diliyle cevarihi ile zahiren adeta âlimlerin hocaların anlatışları gibidir. Yol tarif eder. Yol tarifide halisâne Lillahi olursa evet, Rabbımız sevablandırır. Allahü Zülcelâl nezdinde hiçbir şey zâyi olmaz hâşâ... Halisâne lillahi değilde İmam-ı Rabbâninin vasıflandırdığı gibi eğer kendini dünya tamah ve hırsına vermiş veya müridin servetinden ve varlığından bir yarar sağlamak fikri ve görüntüsü varsa o da kendisi için helâktır. Zira, sizlere bir kaç hadis serdedelim de bunları artık elbirliğiyle düşünelim. Bir kere mürşidin evvelâ âlim olması lâzımdır. İlmi olması lâzımki, düzgünü doğruyu seçebilsin. Eğer ilmi yok, cahil kendini doğrudan doğruya sofuluğa vermişse bu misilli kimse zâten şeytanın oyuncağıdır. Cahil bir sofu şeytanın oyuncağıdır bunu kesinlikle böyle bilin. Bu kimseye de tâbi olup uyulmaz. Çünkü insanı zındıklığa iletir. İtikad nedir, ehl-i sünnet ve’l cemaatın itikadı nedir bilmez. Fıkıh yönünden, ibadet ve muamelâtı de bilmez. Tasavvuf edeb ve edebiyatını da hiç bilmez. Tasavvuf akaid ve tevhidini de bilmez. Âyet ve hadislere müttâli değildir. Artık kendi kendine tasavvurlarla şeytanın oyuncağı olmaktan başka da bir yolu yoktur. Onun için kardeşlerim bu anlattığımız hususu Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın müsbet olan hadisleriyle teyid edelim. İmam-ı Ali (kv) den mervi’ olan hadisde Cenab-i Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

من ازداد علما ولم يزدد فى الدنيا زهدًا لم ينال من الله الابعدًا

 Başka rivâyette de:

من ازداد علما ولم يزدد فى الدنيا زهدًا لم يزدد من الله الابعدًا

Hadis meâli:

Kim ki ilmi ziyadeleşti, ilmi çok okudu fakat dünyadaki zahidliğide ilmi nisbetinde artışlı olmaz ise okuduğu ilmi kendisine Allahü Zülcelâlden uzaklaşmasına sebeb olur. Uzaklaştırmasını da aynı şekilde fazlalaştırır. İlmi fazlalaştıkça zühdününde fazlalaşması lâzımdır. İlim nisbetine göre eğer zühdü fazlalaşmazsa o zaman bu ilminden menfaat değil, Allahü Zülcelâlin fazlı, keremi, ihsanı, rızası ve rahmetine yaklaştırıcı değilde uzaklaştırıcıdır oldukça. Zühdüde ilmiyle beraber fazlalaşmadıkça ilmi onu Allahü Zülcelâlin fazlından ihsanından uzaklaştırıyor. Peki bu ilim neye yaradı o zaman? Yararını bertaraf edince Allahü Zülcelâl’e yaklaştırmayıp engelleyince ve uzaklaştırınca. Allahü Zülcelâl bizleri bu gibi ilimden korusun. Aslında ilmin hatası yoktur. Esâsen âlim olduğu halde zühdü daha henüz dünyaya dönüktür. Leş üzerine çöktüğü gibi hala dünya sevgisi devam etmekte ise ilmi aleyhine oluyor. Onun için Abdullah ibni Müberik’i haklı görüyoruz. Öyle buyuruyor: “Hayret ediyorum ve acayibime gidiyor ki bir kimse ilmi olduğu halde dünyaya nasıl meyleder?”

İşte yukardaki hadise dayalıdır. Eğer ilmi öğrenmişde, ilmi kendisini Allahü Zülcelâl’e yaklaştırmıyorsa uzaklaştırıyorsa dünyaya olan meyli sebebiyle bu ilminin ne yararı olur o zaman. İnsan buna hayret etmez mi? Aceb etmez mi? İşte Mübârek onun için öyle söylüyor.

Esâsen mürşidin âlim olması da şarttır. Eğer âlim olmazda cahil olursa aralarındaki farka bakınız, şeytana oyuncak olmamak için Cenab- ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:

فقيه واحداشد على الشيطان من الف عابد

Fakih olan, yani fıkhını bilen, akaidini, usülunü, hadisini, tefsirini, ahkamlarını iyi anlayan, dünya mâhiyetini, şeytanın nefsin mahiyetini bilen gerçekten alim olan fakih olan bir kimse şeytanın kabzasına veya mekrine kendini kaptıracak bu mümkün olmadığı gibi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurduğu gibi: “Şeytan anlatılan misilli bir fakihi kandırabilmek için bin tane abidi kandırmaktan çok daha şiddetlidir.” Bir fakihi kandırabilmek için o kadar çok güç ve şidded kullanıyor ki bin abid basitten gelir, fakat bir fakihi haklayamaz buyuruyor. Abid dediğimiz ise mürşidler güya irşad makamına gelmiş şeyh olmuş ibadette olan kimseler ki cahil de demiyor. Bir fakih bin abidden buyuruyor. İbadet ehli olmasına rağmen fıkhı olmadığından şeytana oyuncak oluyor. Hülasa bizi insan haline getiren esâsen ilimdir. İlim, Allahü Zülcelâl’in sıfatlarından bir sıfatıdır. İlim ile işlerimizi sağlayabilir, yolumuzu seçebilir sapık akidelerden kendimizi kurtarabiliriz. Ehli sünnet ve’l cemaatın fırka-i Naciye durumuna getiren ilimdir. Zira Aleyhisselâtü ve’sselâm Enes İbni Malikten mervi şöyle buyuruyor:

العلماء أمناؤالله على خلقه

Ulemâ, halk üzerine Allah tarafından gönderilmiş bir ümena durumundadır. Allahü Zülcelâl’in emir ve nehiylerini, ahkâmı İlâhi bunlar vasıtasıyla bilinir ve anlaşılır. Onun için bunların emin durumda olmaları lâzım. Emin olan insanların emanete gayet riâyet etme sorumlulukları vardır.

Bir hadiste şöyle buyuruyor Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

العلماء امناؤ الرسل مالم يخالطواالسلطان ويداخل الدنيا فاذا خالطواالسلطان وداخلواالدنيا فقد خانواالرسل فاحذروه

Ravisi: Her iki hadisde Enes İbni Malik ve Sufyani Sevridendir ve senedleri hasendir.

Hadis meali:

Âlimler nasıl ki Cenâbı Hakkın mahlûkatı üzerinde Allahü Zülcelâl’in emniyetçileri olduğunu buyurmuştur. Zira Allahü Zülcelâl’in nizamı, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın nizâmnâmesi âlimler yoluyla geliyor, onun için emniyetçi durumları vardır. Bu âlimlere güvenilir ve itimat edilir. Fakat Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) burada bir şart koyuyor ki; Âlimler sultanların kapılarında bulunmadıkları ve dünyaya fazla meyi etmedikleri takdirde, dünyaya karşı fazla tamahı ve hırsları olmadıkça bunlar rasullerin emniyetçileridir. Ama sultanların kapılarında bulunur, bu kapılara meylederler heves ederlerse, ayrıca dünyaya fazlaca tamah ve hırsları doğacak olursa bunlar rasullere ihanet etmişlerdir. Bunlardan hazer ediniz. Kesinlikle hazer etmek lazım.

Bir başka hadis:

 

من احب دنياه اضر بأخرته ومن احب آخرته اضربدنياه فآثروامايبقى على ما يفنى

(رواه امام احمد والحاكم عن ابىموسى الاشعرى سند صحيح)

Şöyle buyuruyor Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

Kim ki dünyasına fazla muhabbet eder, aşkla şevkle dünyaya bağlanırsa ahiretinden o nisbette uzaklaşmıştır. Ve kim ki ahirete meyleder, aşkı muhabbeti âhirete yönelik olursa o nisbette dünyasından uzaklaşmış olur. Çünkü bu ikisi birbirine zıttır. Birisi şarkta diğeri garbta olan iki nesneden birisine yaklaştıkça ötekisinden uzaklaşıyorsun demektir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın tavsiyesi, baki olan, ebedî olan hayatı, fani olan hayata mutlaka tercih ediniz, buyuruyor.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

لاراحةلمؤمن دون لقاء ربه عز و جل

 “Mü’min’e bu dünyada Rabbisine mülâki oluncaya kadar rahat yoktur.” buyurduğuna göre Rabbisine mülâki oluncaya, rahatı rahmana kavuşuncaya kadar burada rahat olmadığına göre fani, gelip geçici olan dünyanın, ahirete nisbetle ne değeri olabilir? Allahü Zülcelâl bizlere şuûr versin. Bizlere muin olsun.

Bir başka hadis daha:

Bir kimse gelip Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den bir talebte bulunur “Ya Rasulullah bana bir tavsiyede bulun ki Allahü Zülcelâl’de beni sevsin insanlarda sevsin.”

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şu hadisi beyan eder:

ازهد فى الدنيا يحبك الله وازهد فى ما فى ايدالناسى يحبك الناسى

)رواه ابن هاجه والحاكم والطبرانى والبيهقى فى لشعب عن صعدبسند صحيح (

“Dünyada zahid ol ki Allahü Zülcelâl seni sevsin. Demek ki dünyada zahid olsa, Allahü Zülcelâl’in muhabbetini celbeder; aksi olursa, hırs ve tamahkâr olursa, Allahü Zülcelâl’in muhabbetini celbedemeyecek. Ve halkın elindeki olan mala mülke de hiç göz dikme, o mala meyletme, emel etme, tamah etme, hırs etme, bundan uzak dur, müstağni ol. Bu minvâl üzere yaşarsan halk da seni sever.”

Çünkü sıfatı böyle olan insanda hased olmaz, hırs ve tamahtan hâlidir. Böyle olunca da zühde girmiş demektir. Onun için mal mülk, sadece ihtiyaç duyulduğunda ihtiyacını gidermek için kullanılır. Bunun dışında ona karşı bir sevgisi ve hırsı yoktur.

Zira zahidler hakkında âyeti celilede şöyle buyuruluyor:

لكيلا تأسوا على ما فا تكم ولا تفرحو بما آتاكم

Elinizdeki varlıklar yok olacak olursa bundan esef      etmeyiniz.

Elinize çok büyük mal ve servetler geçerse bununla da ferah duymayınız. Varlığına ferah, yokluğuna da esef etmeyin. Zahidlerin halleri böyle olup nisbetleri ve tartıları bu âyet-i celiledir.

 

Kardeşlerimiz;

Umarım ki bu gibi âyet ve hadisleri gözönüne getirdiğinizde maddeleri uyarıları veya tavsiyeleri düşündüğünüzde bir mürşidin maliyet ve muhteviyâtını ortaya kor. Az ve çok bir seçenek imkanı olabilir. Onun için ilmi olmayan bir cahil ise hiç bir şeye yaramıyor. İlmi varmışda zahid olmazsa yine bir şeye yaramıyor ve uzaklaştırıcıdır. Dünyaya fazla sevgi bağlamış ahireti uzaklaştırmıştır. Fıkhı, bilgisi ve malûmatı çok kaliteli bir ilim sahibi olmayınca sadece görüntüsü olan ibadetleri varsa zaten cahil sofu şeytanın maskarası denilen şeydir. Böylesi bu şekilde ibadet eden sadece abidliği ile kalandan bin tanesi de olsa hiç bir yararı yoktur. Şeytana oyuncaktır.

Gerçek âlimler ise esâsen Allah (Celle Celaluhu) ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın emniyetçileridirler. Emniyetçiler ise emânete hiyanetlik etmezler. Hakiki alim olunca böyledir. Eğer Allahü Zülcelâl’e ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a hiyanet etti ise sanada hiyanet eder. Çünkü artık bundan sakınacak şahsiyet değildir. Allahü Zülcelâl ve insanların muhabbetini ise zühde münhasır kılmıştır Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem). Allahü Zülcelâl’in Muhabbetini celbedecek olan kişinin dünyada zâhid olması lazımdır. Hülasa dünyanın çirkefliğini artık anlamış oluyoruz. Rabbımız cümlemizi şerlerinden korusun. Âmin...

 

Kardeşlerimiz;

Arifler tarafından dünyayı vasıflandırdıkları bazı birkaç kelime anlatıp noktalayalım. Dünya ile alakalı husus anlaşıldı ise ne âlâ. Yok eğer bu ana kadar anlaşılıp fehmedilmedi ise hiçde edilmez. Bilen için bir kelime dahi hikmet olarak kabul eder.

Hazreti Selmani Farisi (ra) Ebu’d Derda (ra)’ya şöyle yazar: “Kardeşim; dünyadan hazer et, zirâ dünyanın misâli yılana benzer ellediğinde yumuşaktır fakat zehiri öldürücüdür.”

Hazreti Ma’ruf-u Kerhi şöyle buyuruyor: “Eğer arifler kalblerindeki dünya muhabbetini çıkartmamış olsa idiler bir taatı bir ibadeti Allahü Zülcelâl'e karşı halisane ve safiyane işlemeye muktedir olamazlardı.” diyor. Dünya muhabbeti kalblerinde olsaydı muktedir olamazlardı ama çıkarmışlarda öylelikle muktedir olabilmişlerdir, halas olabilmişlerdir. “Hatta arifin kalbinde bir zerre dahi dünya muhabbeti bulundukça katiyetle bir secde dahi salimü’l kalb yapmakta muktedir olamazlar” diyor. Bunu çıkarmadıkça Allahü Zülcelâl'e yapılan secdeyi dahi salimü’l kalb halisâne olarak yapmaya muktedir olamazlar diyor. Demek ki dünya o kadar da çirkef ki kalbde bir zerresi bulunsa dahi bir secdeyi bile salimü’l kalb halisâne ve safiyâne yapmakta muktedir olamıyorlar. Bunu söyleyen Ma’ruf-u Kerhi gibi bir şahsiyettir. Ma’ruf-u Kerhi vefat ettikten sonra bazı zatlara Allahü Zülcelâl tarafından bazı görüntüler olmuş ki: “Bu benim Ma’ruf’tur, benim Ma’ruf’umdur. Ölüşünde, kabrinde, mahşerinde hiç kendini bilmez. Çünkü muhabbetimle şükran (sarhoş) olarak bu dünyadan bu şekilde çıkmıştır. Bunun sekrini sahva (ayıklığa) dönüştürmek için benim cemâlimdir. Cennete varıpda cemali bâ kemâlime mazhar olunca o zaman ayıkmış olacaktır” buyuruyor.

Ma’ruf-u Kerhi’nin yetiştirmiş olduğu Sırrı Sakatî Hazretleri de der ki: “Alimler dünyayı efaî (en zehirli yılan) olarak görmeleri lâzım. Eğer hazer eder çekinir ve korunursa zehirinden kurtulurlar selâmete çıkarlar. Yok eğer yaklaşım yaparlarsa, dünya mülevvesatına girişirlerse dünya denen yılan onları zehirleyip öldürür.”

Yine Sırrı Sakatı Hz. şöyle buyuruyor: Bazı memleketlerde görüyoruz ki, o beldelerde öylesine şahsiyetler var ki, o beldedeki halkın o şahsiyetlere karşı çok sağlam ve salim itikadları var. halk onlardan bir şeyler umuyor ve halkın bu şekilde teveccühünü kazanmış ve tasvib edilmiş şahsiyetlerdir. Fakat kendileri maalesef helikinler (helâk oluculardan) dendir.

Cüneydi Bağdadi Hz. de şöyle buyuruyor: “Bir kimsenin bakbakası (yaygın şöhreti) rütbesini aşıyorsa helikin (Helâk olucu) lerdendir. Bir kimsenin şöhreti mertebesini aşıyorsa kendisini helâk eder.”

Ulemâ zümresi hakkında da şöyle buyuruyor: Ulemâya gelince bunlar te’lifat ve tasnifatları sebebi ile meydana gelen ucûb ve gururları kendilerini helâke düşürür, helâka sürükler.

 

EVLİYAULLAHDAN ZENGİN OLANLARIN HALLERİ

Aklınıza şöyle bir soru gelebilir. “Madem ki şöhret ve dünya malı bir veli için bu kadar tehlikelidir, o zaman bir çok evliya ve mürşidler için (ki bunlardan biri Gavsul Azam, Ubeydullahil Ahrar ve diğerleri) hakkında ne buyrulur? Bunların şöhretleri çok yaygın olduğu gibi birçoklarının mal varlıkları da hayli fazladır.” Filhakika sordukları doğrudur. Evvelâ Gavsul Âzam devresinde bir derviş Bağdad’a gelirken yolda gördüğü ve geçtiği yerlerdeki tarlaların, bağ ve bahçelerin kime ait olduğunu sorar. Sorduğu kişiler de Gavsul Azam Abdulkadiri Geylani’nin (ks) olduğunu söylerler. Derviş hayret ederek der ki, bunca mal mülke rağmen onca müridin hakkından nasıl gelebiliyor diyerek bu minval üzere Gavsul Azami ziyarete gelir.

Bu derviş bir gün Ğavsul Âzam ile hem konuşuyor, hem de yürüyorlar, konuşa konuşa giderken. Bir de bakıyorlar ki Bağdad’ın dışına çıkmışlar. Derviş sorar:

-Efendim nereye gidiyoruz

Ğavsul Âzam Hz.:

-Dünyadan çıkıp hemen gidiyoruz.

Derviş:

-Efendim, madem çıkıp gidiyoruz o zaman müsaade edin de benim yanımda getirdiğim teberim (keşkül), asam vb. var olanları alıp geleyim.

Ğavsul Âzam Hz.:

“-Ya derviş, sen bir asandan ve ufak tefek öteberiden dahi çıkamıyorsun, ben ise bu mal ve mülkleri bırakıp gidiyorum ya,” der.

O zaman derviş durumu anlar ve onun halinden ibret alır.

Ubeydullahil Ahrar (ks)’a gelince:

Yine bir derviş ki, bu dervişin bir tefi vardır. O tefi (defi) çalarak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a ve sâdâtlara karşı medhiyeler söyler. Rufailerde olduğu gibi. İşte böyle bir derviş Hz. Ubeydullahil Ahrar’ın (ks) ziyaretine gider, yolda giderken tefinin halkalarından bir tanesi düşer. Tabi bu halkalar gümüş olduğu için üzülür ve bir hayli arar. Ama bulamaz. Semerkant’a varınca bakar ki her tarafta Ubeydullahil Ahrar’ın kahyaları var. vermiş olduğu öşürün miktarı bile bir hayli fazla, böylesine bir mal ve mülke sahib. Tabi derviş bu durumu görünce onun da aklından bunca mal ve mülke rağmen, bunca telâş içerisinde nasıl vakit bulup da müridanları ile meşgul olabiliyor ve durumlarını tetkik edebiliyor, diye geçer ve bunu düşünerek Ubeydullahil Ahrar’ın ziyaretine gider. Ve Ubaydullahil ahrar ile bir gün sohbet ederken Hz. Şeyh şöyle der:

- “Ey derviş, bu gördüğün mal mülk var ya işte bütün bu mal ve mülke, senin kaybettiğin o tefin halkasına ihtimam ettiğin kadar ihtimam etmem. Bu malın varlığıyla yokluğu benim için birdir, hiç fark etmez,” der.

Hülasa ariflerin dünya değilde cennet dahi olsa onlarla hiç bir irtibat ve alakaları yoktur. Çünkü mâsivâ (Allah’dan gayrisi) dan tamamen mücerrettir. Aşk ve muhabbetleri Allahü Zülcelâlden gayri bir nesneye yönelik değildir. Hattaki soluk alış verişlerinde dahi iki tane soluk boşa çıkarırda üçüncüsünde eğer “Allah” demezse istidraç kabul edip bundan afv dilerler...

 

MÜRŞİDLERİN VASIF VE TERAKKİYATLARI

 

Kardeşlerim,

Şimdi de mürşidlerin bazı vasıflarını, terakkiyat durumlarını anlatmaya gayret edeceğiz, bu yönde malumat vermeye çalışacağız. Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyetiyle. Hemen bu konunun başında İmamı Nevevi’nin (çok muhterem bir zâttır) bu husustaki şu sözlerini aktarmak yerinde olur. Bu gibi kişilerin dünyaya karşı aldıkları tavır ve hallendikleri hal hususunda şöyle buyuruyor:

ان لله عبادالفطنا { طلقوا الدنيا وخافوا الفتنا{

نظروا فيها فلما علموا انها ليست لحى و طنا {

جعلواهالجة واتخذوا صالح الاعمال فيها سفنا

Allahü Zülcelâl’in öylesine fıtan yani akıllı, zeki, müdrik ve çok ferasetli geleceğini düşünen kulları vardır ki bu zâtlar bu dünyayı talâki selâse (üç telâk ile) boşadılar. Tekrar avdet etmeye yaklaşmaya ric’at hakkı tanımadılar. Neden? Çünkü basireti açık zatlar, (Basiret, bir baş basireti var birde kalb basireti var. Baş basireti dünya maişetini sağlayandır. Fakat kalb basireti geleceğini düşünen ve kalb basiretine sahip olan kişi geleceğini düşünen ve tefekkkür eden kişidir.) kalb basireti ile dünyaya baktılar ve bu dünyanın gelip geçici bir şeyden ibaret olduğunu, bu dünyanın bir köprüden ibaret olduğunu ve bir yanından öbür yanına geçilip atlatılacak bir deniz olarak gördüler.

لولاان الشياطين تحيمون على قلب ابن أدم لنظرواالى ملكوت السموات

Şeytandan mütevellit iğva ve masiyetler kalb üzerine bir perde olmasaydı gök alemini rahatlıkla seyredebilirlerdi. Böylesine keşif kabiliyetleri vardır. İşte dünyaya bu nazarla bakınca ebedî hayatı arzulayan, istikbali düşünenler bu dünyayı bir vatan olarak tanımadılar. Gel geçten ibaret olan bu dünyaya bel bağlamadılar, ama dünyaya giriş ve çıkışın da kolay olmadığını ifade ederek bu dünyayı bir denize benzetmişler. Bu denizi kat etmemiz, geçip aşmamız şart. Bu ise çok kolay değil, çok tehlikeli yerleri vardır. Böyle tehlikelerle dolu denizi rahatlıkla kat edebilmenin yolu, çaresi bir gemi hazırlamak lâzımdır diye buyurmuşlar. Dünyayı bir denize benzetmiş. Ameli Salihayıda o denizi geçecek gemiye benzetmişler. Bu tehlikelerle dolu denizi aşabilmek için binilecek olan gemiyi de, ameli salihat olarak görmüşlerdir.

Geleceği garantiye almak için salih ameller lâzım. Bu salih amellerin sayesinde, gemiye binip geçilen tehlikeli bir deniz gibi bu dünyadan rahatlıkla geçmişler, maneviyat yönlerinden hiç zorluk çekmeden, gayet teshilâtlı bir şekilde. Çünkü onların aşk ve şevkleri gelecekleridir. Bilhassa kalblerindeki Allah’ın muhabbeti, fuadlarındaki aşk, sır âlemindeki vecd ile bu coşku içerisinde Allahü Zülcelâl’in rızasına ulaşmak ve cemali ba kemâle mazhar olmak gayesi ile yaşamışlar. Gayeleri bu olunca, bu dünyadaki meşakkat ve zahmetleri çok basit görmüşler, gemi ile kat edilen deniz misali bu dünyayı, şu şekilde kat etmeye çalışmışlar ve buna muvaffak olmuşlar. Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyetiyle.

İşte İmamı Nevevi bu zâtları, bu minvâl üzere belirtmiştir. Rabbimiz cümlemizi bu gibi zâtlarla haşru eylesin.

Gerçi bu gibi zevât ile haşr olmaya lâyık değiliz, ama onları bize sevdiren Allahü Zülcelâldir. Bu sevgimizden dolayı Allahü Zülcelâl onlarla beraber olmayı bizlere nasib etsin. Kardeşlerim, burada mühim bir mesele var. İmamı Rabbani Hz. mektublarında belirtiyor. Tarikatı telkin etmeye cevâz verdiği birisine yazıyor. Buradaki cevaz sadece tarikatı telkin için verilen cevazdır. Yoksa icaze’i mutlaka değildir. Zira İcâze’i mutlak olan mürşid Allahü Zülcelâl’in, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ve sâdâtların tasvibi ve izni ile olur. Böyle olunca da o mürşid istiklâl sahibidir. Fakat böyle istiklâl sahibi olmayıp da Şeyhi tarafından, tabi Şeyhi vücudan her tarafta gezemez, bulunamaz, dolayısıyla bir aracı olarak kâliben bir kimseyi ehil görürse tayin eder, tarikat vermek için görevlendirir. Bu tamamen o kişinin istidadına bağlıdır. Kimisi etrafının çoğalması, etrafının, kitlesinin çoğalması peşinde koşar, kimi maddiyat yönünü arzular, kimisi de âdeta particiliğe dönüştürür. Yani işi tamamen menfaate döker.

Yani şeyhinin emretmediği, müsaade etmediği şeyleri de kendi enaniyetinden yapmaya başlar... Halbuki bu tarikatı âliye çok naziktir. Başka bir şeye benzemez, Allahü Zülcelâl korusun. Bu dünyada çarpmasa da ahirette insanı feci çarpar. Eğer sâdâtlar bir kere tard ederlerse, onun hesabını vermek çok zor olur. Daha önceki mektubunda da belirtmiştir. Mübârek yine diyor ki (211 inci mektubunda): Bir müridin gelişinde tarikattan gaye ferah, sürür duymak değil, çokluğu gaye edinmek hiç değil. Dükkanı genişletmek değil. Böyle çokluktan adetin artması diye bir hevese kapılma, böyle bir heves doğduğu takdirde bu senin harabiyetine bir delildir. Zira Allahü Zülcelâl’in kulları üzerine tasarruf etmek, ancak ve ancak Allahü Zülcelâl’in izni ile olur. Allahü Zülcelâl şöyle buyurur:

الر كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِمْ إِلَىٰ صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ

(İbrahim/1)

Allahü Zülcelâl’in Habibine (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dahi emri budur. Allahü Zülcelâl’in izni ile olduğunu ilan ediyor.

İnsanları zulumetten nura çıkarmak için “Allah’ın izni ile” şartını koymuştur Allahü Zülcelâl. Allah’ın izni olmadan kendi enaniyeti ile bunu yapanın harabiyetine delildir, İmamı Rabbani Hz. devamla buyuruyor ki, bu misilli bir kimse vefât ettiğinde Allahü Zülcelâl şöyle hitab eder; “Ey kulum sen misin meşihat hırkasını giyip de Şeyh olarak kullarımın üzerine irşad için, terbiye için çıkan?”

-    “Evet Ya Rabbi” diyor.

-    “Peki bu kullarımı irşad için başvurmadan, evvelâ kendi kalbinizi bana yöneltseydiniz, bu kullarımı da bana bıraksaydınız daha iyi olmaz mıydı?” diyor. Demek ki izinsiz olarak bu gibi şeylere yeltenmenin zararı menfaatinden çok. Eğer bu menfaati olsaydı Allahü Zülcelâl bu şekilde hitab edip böylesine tehdid de etmezdi. İşte bu misilli kimselerin akibetleri böyle olur, Allahü Zülcelâl cümlemizi korusun.

 

Kardeşlerimiz,

Diyeceksiniz ki biz bunu nasıl seçip anlayacağız? Mübârek zâtlar şöyle buyuruyorlar, “eserlerimiz halimize delildir” diyorlar. Yani bıraktıkları eserler, nasıl ki Mimar Sinan’ın bıraktığı eser onun mimarlığına, haline bir delildir, kimse karşı çıkmaz, herkes kabul eder, herkes saygı duyarsa, Şeyhin geride bıraktığı, mürid olsun, halife olsun, kitab ve benzeri eserler de bu zevâtın hallerine birer delildir.

Eğer, geride bırakılan eserin hali harab durumda ise, bu onun tasarruf yapamadığına ve güdemediğine bir alâmettir, Allahü Zülcelâl hepimize bu muhterem zatları seçebilmemiz için şuûr versin.

Seyyid Aliyülhavas bile bundan dörtyüz sene evvel hakikî mürşidin çok az olduğunu, âdeta kimya durumuna geldiğini belirtiyor. Birçok muhterem zevat da eğer hakikî bir mürşid bulamıyorsanız, en güzeli Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a çokça salavat getirmek olduğunu söylüyor ve bunu tercih ediyorlar. Zira selef (geçmiş meşayih) dahi kendi devrelerinde çok defa şikayetçi olmuşlardır nerde kaldı bu günümüz ve bunu şöyle ifadeye çalışmışlardır.

Eshab dönemi, Tâbiîn dönemi, kardeşlik bakımından bir ağacın yaprakları gibi, bu yapraklar da âdeta bir ipek gibi idiler. Şimdi ise ipek gibi yaprakların yerini dikenler aldı. O yapraklar birer diken oldu. Ya şu zamanımızda gittiğin gördüğün, ipek sandığın kimseler bile dikenden de zararlı çıkabiliyor. Allahü Zülcelâl bizleri bu gibilerden muhafaza buyursun. Âmin...

Zamanının kutbu olan Seyid Ahmet er Rufâi (ks) şöyle buyuruyor:

-    “Siz bu tarikatı Aliyyeyi, şeyhliği, mürşidliği ne sanıyorsunuz. Babadan ecdattan müteselsile olarak gelen bir şey mi sanıyorsunuz? Yoksa bir bitaka, bir vesika vermektir mi sanıyorsunuz, taç giymeyi veya birisinin bir ükkez, bir post vermesi ile mürşid olunur mu sanıyorsunuz? Değişik ve zahiri süslerle, kılık kıyafetlerle şeyhlik olacağını mı sanıyorsunuz? Hayır, Vallahi böyle değil. Allahü Zülcelâl bunlara, bu gibi şeylere bakmaz, Allahü Zülcelâl senin kalbine bakar, ne zaman ki kendi nuru o kalbe girecek, ne zaman kendi marifeti hayrat ve bereketi o kalbe girecek diye kalbinize bakar.” diyor. Amma, maalesef Allah’ın nuru ve marifeti girmeyip bu gibi kılık ve kıyafetlerle, taç ve benzeri şeylerle kalbin açılması şöyle dursun, bunların hepsi birer hicab durumuna gelirler kat kat olup katmerleşmiş perdeleri. Eğer bu gibi şekilcilikle, kılık ve kıyafetlerle bu iş olmuş olsaydı, bunu herkes yapardı.”

İşte mürşidlik keremi İlâhiyedir. Yoksa bu gibi kılık kıyafetlerle bu işin olacağını söylemek Allah’a iftiradır. Mevhibeyi İlâhiyedir. Yoksa taç ile taht ile olacak şey değildir. Daha evvel de belirttiğimiz gibi:

ومن ا ظلم ممن ا فترى على الله كذباً

kendisinde böyle birşeyler olmadığı halde, kendisinde bir varlık varmış gibi davrananlar Allahü Zülcelâl’e iftira etmiş demektir. Dolayısıyla bundan daha zalim bir kimse olamaz. Rabbimiz böyle riyakârlardan muhafaza buyursun.

Zira Allahü Zülcelâl’in nazargâh yeri insanın kalbidir. İnsan kalbinin, niyetinin ihlâs derecesine göre ameller kabul edilir.

انالله لاينظر الى صوركم واموالكم ولكن الله ينظر الى قلوبكم واعما لكم

Allahü Zülcelâl suretinize ve mallarınıza bakmaz. Surete, mala insanoğlu kanar. Haşa Allahü Zülcelâl böyle birşeye nazar etmez. Allahü Zülcelâl kalblerimize bakar ve o nisbette de işlemiş olduğumuz amelleri de kalbimizin halisâne durumuna göre geçerli olur. Kalbimizin halisâne durumu yoksa zâten amellerimiz geçersizdir.

لايقبل الله عملً عبد الاما خلص له

Kalbi halisâne lillahi olmadıkça onun amelini asla kabul etmez.

Onun için kalbimizi esâsen sağlıklı, sıhhatli olduğu zaman mâsivadan tamamen feragat edersek işte o zaman Allahü Zülcelâl’in kerem ve ihsanına mazhar oluruz. Yoksa böyle kandırmaca olduktan sonra kalbimiz bu gibi hicablı olup mâsivâ ile kendi kendimizi kandırdık ise Allahü Zülcelâl bizleri korusun, hakkı hak bilip Hakka tâbi’ olan, batılı batıl bilip batıldan içtinâb eden kullarından eylesin. Âmin...

İmamı Rabbani Hz. leri Ubeydullahı Ahrar’dan naklen 210’uncu mektubunda buyuruyor ki:

“-Vallahi Allahü Zülcelâl fazlı kereminden nice vecd haller -ki Evliya ile alâkalı haller- her ne çeşit olursa olsun, eğer, ehli sünnet akidesinin terazisine konduğunda bir noksanlık olursa bu gibi verilen keramet ve vecd halleri benim için tamamen şekavet ve hizlân kabul ederim diyor. Yani böylesi halleri kendim için hem şekavet kabul eder, hem de hizlâna düşmüş kabul ederim kendimi. Hizlân demek başı boş kendi başına kalmış Allahü Zülcelâl’in inâyeti yok ve kulunu başıboş bırakmış felâkete terk etmiş demektir. Yani hem şekavet kabul ederim hem de hizlâna düşdüğünü kabul ederim” buyuruyor. “Eğer Rabbimiz ikram ve ihsanından bir kerâmet verse bu da ehli sünnete muvafık olursa, işte buna da yüzbinlerce defa şükür ederim diyor. Değil mi ki ehli sünnet akidesine muvafıktır, velevki bir tane olsun kerâmetlerin tamamından mahrum kalsam da gam yemem,” diyor.

 

Kardeşlerim,

Bu çok ibret alınacak bir haldir, çok dikkat edilmesi gereken bir husustur. Mübârek tarik ehli, Ehli Sünnet Velcemaat’a karşı ne kadar titiz ve ona ne kadar değer veriyorlar. Öyle rastgele uyduruk şeyleri yoktur, kendi akıl ve mantıklarıyla da değildir. Bunu sadece Ubeydullahi Ahrar buyuruyor değil. Hangi zata başvurursanız vurun, erbabı olanlar umumiyetle bunu tavsiye ederler. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın yasasıdır. Bunun üstünde bir şey yok. Bu sebeble ehli Sünnet Vel cemaat’ın hilâfına olan şeyler, tasavvurlar, tarikata yakışmayan şeylerdir. Tarikat ehli, ehli sünnet vel cemaata değer vermezse, vermiyecekse kim değer verecek? Onun için tarikat ehli, tarikat erbabının ziynetleri, ilimleri ve ehli sünnet akideleridir. Hâşâ Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a muhalefet asla, kat’a düşünülmez. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın Fırkayı Naciye diye buyurduğu, ben ve ashabımın gittiği yoldur, diye buyurduğu ehli sünnet velcemaat budur. Fırkayı Naciye budur. Nasıl muhalif olunabilir? O Fırka-i Naciye ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

اناواصحابى عليها

Benim ve ashabımın bulunduğu minval üzere ehl-i sünnet ve’l cemaat bu şekildedir esâsen. Bu şekilde kıymet ve değer vermek lâzımdır. Bu hususta İmamı Rabbâni’nin (ks) 253 üncü mektubunun biraz olsun üzerinde durmak istiyoruz. Çok önemli mevzulara değindiği için dikkatinizi çekiyorum. Çünkü kâmil bir mürşidin halini ve durumunu buradan anlayabiliriz. Yoksa mürşidsiz, şeyhsiz, sahibsiz bir şekilde bu gibi şeylere kalkışmanın ne gibi tehlikelere yol açtığını anlamış oluruz. Hiç bir şey başı boş olarak kendi başına yetişmez, hangi dalda, hangi branşta olursa olsun, mutlaka kendisini yetiştirecek şahsiyetler olması lâzımdır. Kendi haline öyle oturduğu yerde insan yetişmez. Öyle uydurma, derme çatma şeylerle bir kimsenin yetişmesi mümkün değildir. Bu yetişmenin de yolu yöntemi vardır. Bu böyle basit bir şey değildir. Nasıl olur da bu Mübârek tarikat böyle uyduruk şeylerle böylesine basit görülebilir. Her bir işte aracı olarak başvurulan eğiticiler, yetiştiriciler ve bunlarında formülleri vardır. Nasıl olurda tarikatı böylesine başı boş sanırlar? Kendi kendine uydur uydur bir şeyler yürütmeye kalkıyorlar. Haşa böyle bir şey en azından inanın ki abes olur haşa...

İşte Mübârek İmamı Rabbani (ks) bu mektubunda bu durumlardan bahsediyor, aslında bu, Şeyh İdrisi Samani’nin İmamı Rabbani’ye sorduğu bir soruya cevab mahiyetindedir.

“Efendim ben şahsen öyle bir hale gelmiş durumdayım ki, yere baksam yeri bulamıyorum, göğe baksam göğü dahi göremiyorum daha ötesi arşı kürsi’yi, cennet cehennemi göremiyor, var olduklarını bulamıyorum. Bir kimsenin yanına gitsem, onu dahi göremiyorum. Kendi vücudumu dahi göremiyorum. Ancak ve ancak Vücûd Allahü Zülcelâl’in varlığıdır.

لا موجود الا الله

Başka hiç bir nesne yok diyor, bu hale gelmiş durumdayım. Bazı zâtların dediği gibi bu hal kemaliyet durumudur. Çünkü Allahü Zülcelâl varlığı ile her tarafı istilâ etmiş, mâsivâ yok. Peki bundan ötesi nereye gitti ki? Onun için bazı zatlar diyorlar ki, “Artık bunun arkasını aramak mahaldir yani gerekmiyor.” Eğer filhakika böyle ise ben bu hali buldum. Ama daha öte bir hal var ise malumatınızı ve yazmanızı diliyorum, diyerek Mübârek İmamı Rabbani’den malûmat istiyor. Mübârek cevaben şöyle buyuruyor:

- “Ey bu tarikata hizmet etmiş evlâdım. Senin anlatmış olduğun bu haller kalbin telvinatındandır, yani kalbin halleridir. Kalb henüz istikrara kavuşmamıştır.”

Çünkü kalbin, Âlemül halk ile Âlemül emir arasında bir berzahı durumu vardır. Bazı anasıra dayanan halleri vardır. Onun için senin kadem bastığın bölüm hemen hemen havayi unsuru durumundadır. Kalbin makâmlarından dörtte birini kat edip, geçmek üzeresin. Bu bölümü geçmekle beraber diğer üç bölümü de kat edeceksin, birer birer müstakil olarak. Bu dördünü bitirdikten sonra ruh bölümüne geçersin. Ruh bölümü de kalbte olduğu gibi dört kademelidir. Bu kademelerin de kendilerine göre dereceleri makâmları halleri vardır. Ruhtan sonra sır gelir. O da aynen dört bölümdür. Ondan sonra gelen ahfa, o da dört bölümdür. Bu latifelerin her birinin ayrı ayrı halleri vardır. Her birini ayrı ayrı geçeceksin. Bu minval üzere bu dereceleri kat edeceksin. Bu lâtifelerin her birinin ayrı ayrı halleri vardır. Her birini ayrı ayrı geçeceksin. Tay edeceksin. Yâni dürerek atlayıp geçeceksin. Bu minvâl üzere bu dereceleri kat edeceksin. Bu lâtifelerin birinci kısım birinci bölümleri meselâ kalb ve ruhun bir bölümü, bunlar esasen henüz daha esmâ kısımlarıdır. Ondan sonra sıfat zillerini de geçeceksin. Ondan sonra bu beş letâyifi emri dörder dörder, yani yirmi kademeli olarak bunları kat ettikten sonra o zaman tecelliyâtı zâta yaklaşmış olursun. Bundan sonrası o zaman tecelliyâtı zât’tır. İşte bu makâmda itminânı nefs hasıl olur.

Burada hasıl olan kemalât yanında önceki kemalât hiç kalır,” diye buyuruyor, İmamı Rabbani Hz. leri.

 

Kardeşlerim,

İşte tarikat bu, insan öyle başı boş kendiliğinden yetişmiyor. Başında böyle bir mürşidin olması lâzım ki, gibi halleri görebilsin, kontrol edebilsin. Çok uzaklarda olsa da uzaktan kumanda edebilsin. Bu minvâl üzere seyrü sülük anında, cezbe devresinde bunlar tamamen mürşidin murakebesi ve kontrolü altında olması şarttır. Aksi takdirde çok tehlikeli yönleri vardır. Hülâsa, bu beş letaifi ve her letaifin dörder bölümünü aşmadıkça selâmetü’s sadır olmaz. İnsan halâs durumuna çıkamaz. İşte bundan sonra hakikî İslâm ile müşerref olup kâmil bir Müslüman olabilir insan. Hatta şuun dahi vardır, yani tecelliyât esma, tecelliyâtı sıfat, tecelliyâtı şuûn ondan sonra tecelliyâtı zat. Yani en sonunda tecelliyâtı zât...

Bu terakkiyât hususunda mürşidin rolünün ne kadar elzem olduğunu, bu mürşidin ne kadar kâmil ve ekmel olması gerektiğini, öyle rast gele her kişinin işi olmadığını, biraz olsun anlatmaya gayret ettik. İnşallah bir şeyler anlamışızdır. Dolayısıyla bu yalnız tasarrufta değil, her branşta geçerlidir. Zira bir branşta, bir dalda kişinin hakkı ile yetişmesi için o daldaki ehil kişilerin, erbâbının yanında yetiştirmesi için o daldaki ehil kişilerin erbabının yanında yetişmesinin zaruriyetini takdir edersiniz. Bilhassa keşfiyatla, bu gibi hallerle hiç bir alâkası olmayan kimse mürşidliği nasıl yapabilir, kendine bile medârı olmayan bu gibi zavallıların, başkalarına nasıl faydaları olabilir ki? işte, mürşid, dediğimiz gibi oturduğu yerden kumanda ile, murakebe ile müridin seyrü sülük devresini herhangi bir yöne saptırmadan hedefine ulaştıran zâttır. Zira seyrü sülük devresindeki bunca kademler, dereceler, makâmlar vardır. Bunların hiç bir tanesi inanın ki kendi kendine olmaz. Eğer kendi kendine yapacak olursa, buna imkân yoktur, olduğu yerde sayar, terakkiyat edemez, yürüyemez.

Hatta Abdülazizi Debbağ Hz. leri buyuruyor ki:

Salik seyrü sülük anında bir çok Enbiya, Evliya makâmları görür. Eğer Salik Hz. İsa’nın makâmını görürde ona meylederse nasrâni olur, feylesof olur, zındıka olur. Acayib bir hale gelir. Onun için mürşid müridini hiç bir tarafa saptırmadan tek hedefe yöneltir ve en tehlikeli badirelerden onu geçirip Allah’a (Celle Celaluhu) kavuşturur.

 

Kardeşlerim,

Eğer Hallacı Mansur’un başında böylesine kâmil bir mürşid olsaydı, böyle bir hale düşmezdi. Ama Kaderullah böyle. Gavsul Âzam bizatihi kendisi buyuruyor. “Vallahi Hallacın zamanında olsaydım, elinden tutar o makâmdan atlatırdım,” diyor. Çünkü o halden kurtarmak, o makâmdan atlatmak mürşidin işidir. İşte mürşide olan ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkıyor. Nitekim bu terakkiyâtlardan sonra kemâliyet bulur. Tecelliyâtı esma ve sıfat ve şuûndan sonra tecelliyâtı zâta varır. Tecelliyâtı zât makâmının yanında o ana kadar olan terakkiyâtlar ve dereceler muhit denizinin bir katresi, damlası mesabesindedir, diyor İmamı Rabbani. Bundan sonraki hal şühûd halidir. Esasen tahkik budur.

Gayesine nail olmuştur. Huzur ve rahat buradadır. Selâmettüssadır bu makâmdadır. Hâlâs durumuna gelmiştir. Nefis bu makâmda itminan hale gelmiştir. Bu makâm istikrarlıdır, sahuvdur. Değişen bir şey olmaz, çünkü rengârenk hali yoktur hâşâ, bu hususta şöyle buyuruyorlar:

لان شمسى الذات ما لها غروب

Yani zât güneşi için gurub, batmak yoktur. Gelgeç yoktur olamaz, ama tecelliyâtı sıfat berkidir, bazen var olur, bazen de yok olur, değişir. Ama tecelliyâtı zât asla değişmez. Bu halleri ancak bu halde olan zevk erbâbı anlayabilir. Hülâsa İmamı Rabbani Hz., Muhammed Ali Hüsameddin (ks), Şahı Nakşibend gibi büyük zevât Cenâbı Rasulullah’ın kesin olarak mirasçılarıdırlar. Bilhassa Nakşi tarikatı Hz. Sıddık’ın meşrebi olduğu için bunların terakkiyâtları, kat ettikleri merhaleleri kat eden diğer tarikatlara mensub zâtlar nadirattandır. Hatta Ğavsul Azam Nakşi olmadığı halde Allahü Zülcelâl kendisine fazlu kereminden vermiştir.

Nitekim Ebu Saidil Harraz sabah kalktığında Hz. Sıddık’ın abasını, hırkasını üzerinde görmüştür. Halbuki kendisi ne Kadiri, ne de Nakşi tarikatında değil, adı geçmiyor. Onun için bu Allahü Zülcelâl'in bir vergisidir. “İllâ ve illâ şu tarikat sebebi ile olur” diye bir şart yoktur.

Yalnız Nakşi tarikatının lideri Hz. Sıddık (ra) olduğu için Hz. Sıddık’ın gördüğü terakkiyâtı, kat ettiği merhaleleri şühûd yönünden emsâli ve benzeri yoktur. Diğer tarikatların bir çokları tecelliyâtı berki ile iknâ olur ve bununla yetinirler. Bu sebeble bu zâtların istisnai bir halleri vardır. Nitekim bu telvinat yönünden İmamı Rabbani bu mektubun sonunda diyor ki, kalbin nasıl ki bu halleri oluyorsa, ruhun da aynı halleri olabiliyor, hatta bir tanesi seyrü sülük devresinde bu ruh makâmında iken “Hak diye, ilâh diye otuz sene ruhuma taptım, kulluk yaptım” diyor. Şühud halini buldum diyerek tam otuz yıl ruhuma kulluk yaptım diyor. Demek ki Allahü Zülcelâl’in lütfü ile bunu bu halden birisi kurtarmış ki bu halin şühûd hali olmadığını bu şekilde söylüyor.

Yine 169 uncu mektubunda İmâmı Rabbâni şöyle buyuruyor; Mübâreğe soruyorlar: Falan şeyh kendi kendine şöyle der, “Allahü Zülcelâl ile aramda has, hususi bir halim var. o has halim devresinde eğer şeyhim araya girer aracılık yaparsa, şeyhimin başını keserim” diyor. Bu hususu sorarlar. Nasıl böyle bir şey olur mu, bu nasıl bir cürettir? Mübârek cevaben:

Bu zât şeyh olması hasebi ile biraz edebli, daha itinâlı olsa iyi olur. Çünkü şeyhine karşı kullandığı bu kelime biraz ağırdır. Bir taraftan da haklıdır. Mübtedi olan bir kimse ile Allahü Zülcelâl arasında büyük hicablar vardır. Evet Allahü Zülcelâl bizlere şah damarımızdan daha yakındır, ama mülevvesat, mülevvenat bizi hicablıyor ve uzaklaştırıyor. Dolayısıyla şeyh bir aracıdır, talibi matluba yetiştirmek için aracılığı da; bu gibi mülevvasat halleri, seyrü sülûkunu engelleyecek, durduracak veya zarar verecek halleri yok edecek, o yoldaki engelleri kaldıracak işte bu zât mürşiddir, aracılığı da bu şekildedir.

Daha evvel Ebul Haşanı Şazeli’nin dediği gibi:

شيخك ما هو شيخك الذى يدلك على الباب بل هو شيخك الذى ير فع بينك و بين الله الحجاب

Şeyh; yolu tarif eden, kapıyı müride gösteren kişi değildir. Şeyh, senin ile Allahü Zülcelâl arasındaki hicabları, engelleri kaldıran kişidir. İşte İmamı Rabbani mektubunda diyor ki, bu gibi hicablar, engeller Şeyhin vasıtalığı ile yavaş yavaş ortadan kalkar. Bunları ortadan kaldırır, ne zaman ki bu engeller gitti, “İşte sen, işte rabbin” dedi. İşte o zaman Şeyhi dahi olsa Allah ile arasına girmesi hoş görülmez, diye İmamı Rabbani hak veriyor. Zira bu misilli kimse esasen fenafil efal, fenafis sıfat, fenafiz zât bu üç kademeyi kat edip bakabillah durumuna gelince mâsivâyı kesinlikle hoş görmez, ne olursa olsun. Onun için:

لان شمسى الذات ما لها غروب

diye buyurdukları şühud halinde olan kimse aralarındaki şeyhi dahi hoş görmez. Nitekim Sıfatı berkiye, görüntüsü, berki olarak görünen şey zât tecellisi ise de hemen sıfatlarının arasına bir katkısı giriyor. Sıfat tecellisi girince de yetersiz görüyorlar. Bilhassa Hz. Sıddıkiye meşrebi sıfatiyeyi yetersiz görüyor. İllâ ve illâ behemâhal bakabillah, kemâliyetin ekmeli olup da Hz. Sıddık’ın şeref bulduğu şühûd halinin bir nebzesini arıyorlar ki öyle gelip geçici olmamak, mâsivâdan tamamen âri olmak için. Bunlar sıfat tecellisini tamamen bir zîl, gölge olarak görürler. Hülasa:

شمسى الذات ما لها غروب

Yani şühûd hali tamamen bekabillah durumuna gelince bilhassa Muhammedî Meşreb olan kimse, bunlar devamlıdır. Değişen bir şey olmaz. Yani araya başka hiçbir şey girmez. Onun için İmâmı Rabbâni Hz. 58 inci mektubunda da mürid ile mürşid arasındaki vakaları şöyle beyan eder ve der ki: Allahü Zülcelâl insanoğlunu yaratırken anasırı erbaa’dan var etmiştir. Dolayısıyla yedi letâif ve bu yedi letaifın kendine has bir özelliği vardır. Birinci lâtife aslında anasırı erbaa’dan var olmuş bir cisimdir. Cismin terbiyesidir. İkinci lâtife ise esasen nefistir. Bu iki lâtife Âlemül halktan var olmuş Âlemül halkta kaliben yaşıyor. Lâkin bir de beraberinde “âlemül emir” vardır, başta kalb olmak üzere İkincisi ruh, üçüncüsü sır, dördüncüsü hafi, beşincisi ahvadır. Beşi âlemi emir, ikisi alemil halk, böylece yedi letâyif olur. Ancak kalb diyebiliriz ki her ikisi ile irtibatı vardır. Zira kalbin bir berzahi durumu vardır. Bir arş mesabesindedir. Çünkü alemül emir arşın ötesidir. Alemül halk arşa kadardır. Yani sâdâtı Nakşibendiyenin terakki ve terbiye yönleri, seyrü sülük yöntemleri doğrudan doğruya ashab yolu ve yöntemleridir. Zira bu iki letâifi geride bırakarak doğrudan doğruya alemül emirden başlarlar. Yani kalbten başlarlar. Neden böyle olmuşlar? Çünkü Hz Sıddık’ın meşrebi budur, ashabın yolu da budur. Hz. Şahi Nakşibend de:

طريقنا طريق الاصحاب

Yani, “bizim tarikatımız ashab tarikatıdır” buyuruyor. Terakkiyat yönleri böyledir. Biliyorsunuz ki bu iki lâtifeyi kat etmek için riyazata girip, bedenen, nefsen uğraşa uğraşa kalbine yerleştirinceye kadar bir hayli vakit harcarlar. Fakat, Nakşibend Hz. lerinin bizim tarikatımız ashab tarikatıdır diye buyurduğu yani Sıddıki meşrebi ise doğrudan doğruya, resen kalbten başlıyor. Filhakika kalb salâha dönüştüğü takdirde zaten beden ile nefis bunun hâdimidir. Bunun hükmü altına girer. Zira Şahi Nakşibend Hz. lerinin “yolumuz ashab yoludur” buyurmasının sebebi şudur: Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ashaba karşı uyguladığı terekkiyat metodu, yöntemi, onların terakkiyatlarında takib ettiği yol, karşı karşıya oturup muvacehe ile yetiştirirdi, bir saatlik süre içerisinde kalbi tamamen salâha dönüştürür, hicabları tamamen yok eder, Mübârekler de keşfiyat başlar. Zira kalb keşfiyatı, haliyle Âlemül halkta bulunduğu gibi meleküt Âlemini seyreder ve arşa doğru dahi gider. Böyle olunca Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) huzurunda bir saatlik oturma ile Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) o Mübârek nazarları ile ashabı yetiştirirdi. İşte Hz. Nakşibend’in “tarikatımız ashab tarikatıdır,” buyurması bu yöndendir. Zira Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur:

الاان فىالجسد مضغة اذا صلحت صلح الجسد كله واذافسدت فسد الجسد كله الاوهى القلب

Vücûdda bir et parçası vardır. O salâha döndü mü vücûd salâha dönmüştür. Mâiyetindeki bütün azalar da tamamen salâha dönüşür. Eğer kalb fesada dönüşürse bütün beden de fesada dönmüştür. Kalb vücudda bir imam gibidir, bütün azalar onu fesad ve salâhına bağlıdır. Salâhta ise bütün azalar salâha dönüşür, fesadda ise bütün azalar fesada dönüşür. Onun için bu Mübârekler doğrudan doğruya kalbden başlayarak bu letaifleri her bir tanesinde Allahü Zülcelâl ile kul arasında onbin tane nurani, onbin tane de zûlmani hicab vardır. Böyle olunca yetmiş bin nurani, yetmiş bin zulmani hicab olmuş olur.

ان لله سبعين الف حجاب من نور وسبعين الف حجاب من ظلمة

 

NUR VE ZULMET HİCABLARI YEDİ LATİFE VE NEFSİN KISIMLARI

Allahü Zülcelâl’in yetmiş bin hicabı nurdandır. Yetmişbin hicabı da zulmettendir. Bu letaifi seb’a’nın her bir tanesini geçmek için onbin hicab kat etmesi lâzımdır. Hülâsa diğer tarikatlar nefisten ve bedenden bu yedi-yedi ondört hicabları kat eder, ondan sondan kalbe gelir. Fakat sâdâtı Nakşibendi’ye doğrudan doğruya kalbten başlayınca iki letâifi (Nefis ve beden) geride bırakır. Allah’ın izni ve inâyeti ile kalb salâha dönüşünce onlar da salâha dönüşür. Ruh ise, ruhun makâmı arştan ötesidir. O zaman ruhu da başlar, kalbin telvinâtı olduğu gibi ruhun da telvinâtı olduğunu söylemiştik ve ruhun telvinâtında şühûd haline geldim diye otuz sene kendi ruhuna ibadet ettiğini anlatmıştık. Onun için bu iki lâtife yani kalb ve ruhtaki tecelliyât tecelliyâtı sıfatiyedir. Kalb ve ruh Tecelliyâtı sıfatiyyenin gayrısına kabil değildir. Ancak sır letaifine geçersen o zaman şühûd başlayabilir, bu mümkün. Çünkü bu makâm arşın ötesidir. Bu İlâhi bir sırdır. Zira ruh ne kadar olsa da mahlûktur, fakat sır değişiktir. Ondan ötesi de hafi ve ahvadır. Bu üçünde (sır, hafi, ahva) şühûd oldukça farklıdır, aynı değildir, ilk olarak berkiden başlar, tecelliyâtı sıfat arasında zât peydah olur. Bunları yani her bir letâifin onbin hicabını kademe kademe, terakkiyat ede ede, derece derece bunları kat edinceye kadar, sırasıyla önce biri, sonra öbürü, taki sonuna varıncaya kadar bu minvâl üzere olur. Yoksa birden bire şühûd hali oluvermez. Hülasa bu her birinde onbin hicab vardır. Neticesi yetmişbin hicab zulmani ve nurani, bunları gidermeden kâmil ve ekmel kısmından sayılmazlar. Çünkü bu hicabları tamamen kat etmedikçe halas durumuna gelmez. Halâs durumuna gelen bir kimse ki bu halâs Allahü Zülcelâl’in bir sırrıdır, yani bu zâtların halâs durumları kendi teklifimiz ile niyetimizi tutarak halisâne Allah için olsun diye niyet etmek böyle söylemek değil. Bunlarınki gerçekten halâs hale gelmek, kalblerinden mâsivâyı tamamen yok etmek demektir, demek ki fenafil efal, fenafis sıfat, fenafiz zât, böyle olunca bekabillah durumuna gelmiştir. Yani Allahü Zülcelâl’den gayrisi kalblerinde bir lâhza dahi olmaz, olamaz hale gelmiş demektir. Kalbleri mâsivâdan tamamen ari ve bâridir. Ruhu da, sırrı da, hafisi de, ahvası da aynı şekildedir. Onun için halk arasında sadece ve sadece görüntüsü olan kalbtir. Nefsin zaten levvâme, emmâre gibi halleri tamamen bitmiştir. Teslimiyeti külli olarak râdiyeten merdiye durumuna gelmiştir. Zâtiye durumuna gelmiştir, artık kendisine zarar verecek bir durumda değildir, artık onun yularını eline almış demektir, nefsin üzerinde hakimiyet kurmuştur, işte bu hale gelen kimse mürşidi kâmil hale gelmiş, halkı irşada yetkisi olan kimse demektir. Bu da Allah Zülcelâl’in bir emridir. Ama bunların hepsini terakki ederken, terakkiyat yaparken bir arbede olarak değil hâşâ bir fakriyet, acziyet, zillet olarak yaparlar. Çünkü varacağı kapı Hak kapısıdır. Gaye Allahü Zülcelâl’e vasıl olmaktır. Gaye bu olunca burda arbedeye, debdebeye yer yoktur. Yetmişbin nurâni hicab dediğimiz aslında celâli olan hicablardır. Yetmişbin zulmani hicab dediğimiz de cemâli olan hicablardır. Zülmani dendiğinde öyle karanlık hicablar olduğu sanılmasın. Çünkü aslında celâlli olan hicablar bunlar yakıcıdır, bunlara kimse tahammül edemez, bunun karşısında hiç bir nesne var olamaz, ancak cemâl; celâlin haşmetini, yakıcılığını düşürür, tahammül edilecek hale getirir. Gazab ile rıza gibi... O yakıcı nurunu yaşanılacak hale getirir. İşte celâlin karşısında bu halin husulü için cemâl vardır.

 

RASULULLAH’IN (S.A.V.) DUASI

Cenâbı Rasulullah’ın buyurduğu gibi “Allahım ikâbından affına sığınırım.”

ان الله شد يد العقاب

Çünkü “Allahü Zülcelâl’in ikâbı şiddetlidir", buna nasıl tahammül edebilir ki, onun için ikâbından affına sığınırım diyor, ikâb celâlidir, af ise cemâlidir. Karşı karşıya getirmesinin sebebi budur. Yine buyuruyor ki, “Gadabından rızasına sığınırım.” gazab celâlidir, rıza ise cemâlidir. İşte hicablar bu nev’idendir.

Üçüncü derecede ise sıfatlar kalkıyor, zât kalıyor. Zât kısmına da gelince “Senden sana sığınırım, diyor”. Yani Celâlinden cemâline, heybetinden ünsüne sığınırım, diyor. İşte Âlemlerin Hâbibi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) böyle buyuruyor. İşte hicabların zülmani ve nurani olmaları bu nevidendir. Hâşâ zulümat öyle karanlık kısmından değildir. İşte hakiki mürşid bu hallere haiz olan ve müridini buhale getirinceye kadar kontrol ve murakabe eden zât’tır. Mürşidin çok rolü olduğu gibi müridin de kabiliyet ve istidatına bağlıdır. Onun da istidatı olması lâzımdır ve ona göre yetişir. Hatta Musevî veya İsevî yani hakikaten onların mirasçılarından olacak olursa, İmâmı Rabbâniye soruyorlar. Mürşidin bunda dahli nedir diye. O da mürşidin bunda dahli şudur, eğer Hz. isa veya Hz. Musa’nın mirasçılarından ise hidâyetinde değil nihâyetine kadar ulaştırabilir. Mürşid, saliki bu makâmın bu makâmın nihâyetine kadar iletebiliyor. Fakat Musevî veya İsevî makâmların mirasçıları olan kimselerin şühudu net olarak bulmalarına imkân yoktur. Mutlaka ve mutlaka berki durumundadır. Yani sıfatlar arasında zât görüntüsü olabiliyor, diğer tarikatlar bu hal ile yetiniyorlar. Amma Nakşi tarikatı Sıddıkî meşrebinde şühûd nettir. Araya sıfat girmez. Hatta sıfatın ötesinde bir de şuun vardır. Sıddıkîye’de şuûn da olmaması lâzımdır. Şühûdun gayet açık ve net olması lâzımdır.

Bu şekilde şühûd haline gelebilmesi için asr içinde bir tane bulunsa, bununda Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın mirasçısı olması şarttır. Muhammedül Velâye makâmında olmayan bir zâtın buna kâbil ve imkânı yoktur. Bu istidâd sahibi değildir. İşte müridi bu hale getirmekte mürşidin rolü böyledir, ve vardır. Yetmişbin hicab nuranî, yetmişbin hicab zûlmanî, bunların hepsini kat ederken nefsinden onbin hicab uzaklaşıyor. Hak Celle ve Âlâ’nın Cemâline yaklaşıyor. İlk önceleri yetmişbin hicab nefsinden değil, Rabbisinden uzaktır. Çünkü mülevvesat içerisinde idi. Ne zaman ki nefis terbiyesini yapıp da râdiyeten, merdiye haline getirince Hak Subhanehü ve Tealâ’ya yaklaşım olunca Allahü Zülcelâl’le arasında olan nahoş şeyler tamamen yok olmuş demektir ve tamamen şühûd haline gelir. O zaman yetmişbin hicab nefsinden uzaklaşmış olur. Cenâbı Hak (Celle Celaluhu)’ın cemâline mazhar olması bu dünyada göz basiretleri ile mümkün değildir. Bunlar hep hafi, ahva durumu ile alâkalıdır. Ahva durumu ki ancak Meşrebi Sıddıkîye’ye sahibi olanlar ahva kısmına geçebilir. Ahva da böylesine incelikler vardır ki, şuûnda kalmaz, tamamen şühûd haline muvaffak olabilir. Kâmil bir mürşidin işte bu hale gelmesi lâzımdır. Kâmilin ekmeli olan mürşid budur. Yetiştireceği kişiyi de bu şekilde yetiştiriyor, fakat noksan bir mürşid olduğu takdirde vahdeti vücûd içinde debelenip durur ki kalbin vahdedi vücûd hali vardır. Ruhun da vahdeti vücûd hali vardır. Bunlarda bu hal vardır. Hattaki bu hal sırrındada vardır. Nedir o? O da zât değil de sıfatına tapar, bu sıfat kısmındandır.

Vahdeti vücûd demek:

لا موجود الا الله

Varlık tamamen yok olmuş, ancak Allahü Zülcelâl var demektir. Evet ama Zati değil sıfatidir. Veya efal kısmındandır. Kendi ruhuna otuz sene ibadet eden kişi gibi. Hülâsa bu vahdeti vücûddan kurtarıpta vahdeti şühûd haline gelmedikçe kâmil ve ekmel hale gelemez. Bir çokları meselâ Hallacı Mansur olsun, Hatta Ebayezid’in bile telâffuz ettiği bazı sözler vahdedi şühûd değil, vahdedi vücûd devresinde olduğunu gösteriyor. Ahfa kısmına gelmedikçe Vahdeti vücuddan kurtulamaz, zira zât diye sıfata yönelebilir. Zira ahfada sıfat olmadığı gibi şuûn dahi yoktur, net olarak o zaman şühûd tahakkuk edebilir. O zaman muvaffak olabilir, o zaman kâmil ve ekmel olabilir, işte Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın kademi üzere olan âlâkademi Rasul olan zât, Meşrebi Sıddıkiye’den olan zât ancak bu ahfa kısmında Vahdeti şühûda sahib olabilir..

اللهم انى اعوذ بمعافاتك من عقوبتك وبرضاك من سخطك و اعوذ بك منك

سبحانك لا احصىثناء عليك انت كما اثنيت على نفسك

و صلى الله و سلم على سيدنا محمد و على اله و صحبه اجمعين

 

Kardeşlerim,

Ağır bir yük ile karşı karşıyayız. Çünkü ehli olmadığımız için bunların tarifi çok güçtür. Ancak mübareklerin hayrat ve bereketi ile buyurduklarını naklediyoruz, aktarma ediyoruz. Fakat onuda beceremiyoruz. Bu işi anlatabilmek için biraz da ehli olmak lazımdır. Ama ne çâre ki bizim gibisine de düşmüştür. Hele bilhassa bugünümüzde ilmin azalması cehaletinde çoğalması sebebiyle artık anlatılacak şeylerin idraki kabil değildir. Ve anlatılacak içinde, anlayacak içinde çok zordur. Rabbimiz bizlere muin olsun, tevfikatıyla refik eylesin cümlemize şuûr versin. Âmine ya Muin.

 

 

ŞÜHUT ERBABI VE RU’YETULLAH

 

Kardeşlerimiz,

Hz. Şahı Nakşibend’in, İmamı Rabbani’nin ve bu misilli zâtların belirttikleri şudur: Hayalimizde tasavvur ettiğimiz şey ne olursa olsun, kulaklarımızın duyduğu gözlerimizin gördüğü nesne ne olursa olsun, bunların hiçbiri Allahü Zülcelâl’in ayni değildir. Nasıl tasavvur edersek edelim, Allahü Zülcelâl bunun gayridir. Zira bu tasavvurların tamamı mahlûktur. Cenâbı Hak ise bu gibi şeylerin tamamından münezzehtir. Çünkü mahlûkun düşünebileceği şeylerin tamamı mahlûktur. O bizim tasavvurlarımıza hiçbir şekilde benzemez. Haşa güneşe benzetsek güneş ne ki?.. Cennetten herhangi bir nesne çıkıp gelse şu güneş o nesne karşısında bile hiç hükmünde kalır. Onun için bu gibi tasavvurlarla hayalimize getirdiğimiz hiç bir şeye Allahü Zülcelâl benzemez.

فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

(Şura/11)

Allah’ın misli, hiçbir benzeri yoktur. Zira Allahü Zülcelâl Hâlıktır. Diğer şeyler ise mahlûktur. Hâşâ Hâlık mahlûkun sıfatına, şekline girmez. Bu hususu böyle bilmek gerekiyor.

Ancak şühûd ehli zâtların da bu göz basireti ile müşahedeleri mümkün değildir. Hatta Hz. Musa'ya dahi

وَلَمَّا جَاءَ مُوسَىٰ لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ  قَالَ لَن تَرَانِي وَلَٰكِنِ انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي  فَلَمَّا تَجَلَّىٰ رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسَىٰ صَعِقًا  فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَا أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ

(Araf/143)

“Sen beni asla göremezsin” buyuruyor.

Hz. Musa bu dünyada bu gözler ile görmek istedi biraz naz yaptı ise de bu baş gözleri ile görmek imkânsız olduğu için Allahü Zülcelâl bu şekilde buyurdu. Onun için bu anlatılan şey (yani Rü’yetullah) sırrın ötesi Hafi, hatta Hafi’nin ötesi Ahfa’dır. Bunun ile alâkalıdır.

وَإِن تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَإِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَأَخْفَى

(Taha/7)

“O gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir.”

Tabi Ahva’nın ne derecede olduğunu bilmiyoruz ki.. Ama insanoğlunun Rabbimiz öylesine teçhiz etmiş, öylesine harika cihazlar vermiş ki, akıllara durgunluk veriyor. Onun için biz bu halleri şühûd ehli olan zâtlara bırakıyoruz. Fakat Peygamber olmasına rağmen Hz. Musa’ya bile “Len terani” diyor Allahü Zülcelâl.

Nasıl olur da şühûd ehli için böyle deniliyor denirse?.. Evet, doğru, aslında Musa (as) dünya gözü ile görmek istediğinden Allahü Zülcelâl dünya gözü ile göremezsin buyuruyor. Yoksa değil ki Musa (as) gibi Peygamber, Evliyaullah dahi bunu görmeye muvaffak olabiliyor. Hz. Sıddık (ra)’ın nefes verirken ciğerlerinden yanık kokusu kebab kokusu gelmesi şühûd halinin bir alâmetidir. Onun için bu şühûd halini kimse inkâr edemez edenler bedbahttır. Bu sebeple Allahü Zülcelâl’i baş basireti ile görebilmek ancak cennette nâsib olur. Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyeti ile Allahü Zülcelâl cümlemize nâsib etsin.

Mü’minler cennete gireceklerinde tabiki vücudlarının cennete dayanabilmeleri için yapılacak tadilattan sonra, Allah’ın vereceği göz nurundan sonra, ki bu nur Allahü Zülcelâl’in nurundandır, bu nur ile nurunu görebiliyor. Nitekim Cenâbı Rasulullah da miraç âleminde, bu dünyada değil kalıbı arşın daha ötesinde olarak bununla müşerref olmuştur.

Cennet arşın altında olmasına rağmen oraya varınca görebiliyor. Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ise kendisine has olarak Rabbimizin verdiği cihazlar ve vermiş olduğu nur ile kendisini görmüştür. Bunda şüphe yok, bu ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a has bir durumdur. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ferdî bir makâmı vardır. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ikinci bir benzeri yoktur. Yalnız bu dünyada Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın bile görmesi muhaldir. İşte bu şühûd hali böyledir. Kâmil mürşid kimdir? bildiğimiz kadarıyla onu da anlatmaya, tarif etmeye çalıştık. Nakıs ve sahte olanı da sanırım anlamışsınızdır. Mürşidlerin nasıl kabiliyet sahibi, merhametli, cömert olduklarını gücümüz yettiği kadar anlatmaya çalıştık. Yoksa derebeyi gibi de değil, particilik gibi de değil, milletin sırtında yük olup külfet vermek de değildir, milletin yüklerini hafifletmek için gelmişler mübârekler esâsen.

Ebul Hazenişşazeli Hz. nin buyurduğu gibi: “Evlâdım biz yük olmak, yükü ağırlaştırmak için gelmedik. Biz yükleri hafifletmek için geldik.”

Allahü Zülcelâl nasıl ki Habibini (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) âlemlere rahmet olarak göndermiştir. İşte bu zâtlar da yolunda gittikleri Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın tezini kullanıyorlar. İşte mürşidler böyle bir yöntem kullanırlar.

Allahü Zülcelâl kullarını ayırmıştır, şöyle buyuruyor, Kur’an-ı Kerîm’de:

اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَن يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَن يُنِيبُ

(Şura/13)

“Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.”

Allah’ın kulları arasındakilerden bazıları ictibah ehlidir. Bunları cezb yolu ile yetiştiriyor.

Diğerleri de,

ويهدى اليه من ينيب

Bunların hidayet yönleri de inâyeti ile peyderpey, kademe kademe hizmet yoluyla uğraşa uğraşa gelişebilirler.

Nitekim Hikemül Ata sahibi şöyle buyuruyor:

قوم اقا مهم الحق لحذمته.{ وقوم اختصهم بمحبته.

(Hikemül Ata Beyit/68)

كُلًّا نُّمِدُّ هَٰؤُلَاءِ وَهَٰؤُلَاءِ مِنْ عَطَاءِ رَبِّكَ وَمَا كَانَ عَطَاءُ رَبِّكَ مَحْظُورًا

(İsra/20)

“Hepsine onlara da bunlara da (dünyayı isteyenlere de ahireti isteyenlere de) Rabbiniz ihsanından (istediklerini) veririz. Rabbin ihsanı kısıtlanmış değildir.”

Allahü Zülcelâl’in öyle bir kavmi var ki bunları hizmet için kendisine hizmet için ayırmıştır, ve bir kavim de vardır ki bunlar ihtisas ehlidir. Allahü Zülcelâl bunları sevmiş, bundan dolayı da tahsis ehli kılmıştır. Yani bu kavmi de kendi muhabbetine tahsis etmiştir. Onun için Şahı Nakşibend Hz. Bizim tarikatımızın bidâyeti diğer tarikatların nihâyetidir buyurması, aslında cezb yönündendir. Yoksa Nakşi’nin bidâyeti diğerlerinin nihayeti ise Nakşi’nin nihayeti nerelere varır diye bir şey aklımıza gelebilir. Esasen her iki yönden de yani her iki tarikat yoluyla da son haddine yetişebiliyor. Kendi kabiliyet ve istidatına göre. Hangi Nebi’nin mirasçısı ise aynı mirasçının son haddine kadar varabilir. Bu cezb haline ise, bir misâl olarak asansörü verebiliriz. Nasıl ki asansörle yüksek yere çok rahat ve kestirme bir şekilde çıkabiliyorsa buna benzer bir şekilde cezb yoluyla çıkan asansörle çıkan gibidir. Hiç bir tarafa, yöne sapmadan direkt olarak gideceği yere gider ve hedefine varır. Ötekisi ise asansörle değil de merdiven basamaklarını yürüyerek çıkan gibidir. Uğraşa uğraşa çıkar. Seyrü sülük yani seyir yoluyla, seyrederek gider. Seyrü sülük sahibi böyledir. Hangi tarikat olursa olsun seyrü sülük bu şekildedir. Yalnız cezb yoluyla Nakşi’de fazladır. Çünkü Hz. Sıddık’ın meşrebidir, bu ashabın yoludur. Bu yol da cezb yoludur. Nazar hali ile yetişeceği yere varmıştır, yetişmiştir.

Onun için farz edelim ki aynı rütbeli iki kişi bunların birinde cezb hali vardır, istidadı da o yöndedir. Diğeri de seyrü sülük yoluyla hizmet ede ede çıkacaktır. Bunlardan cezb hali olan çıkacağı mesafeyi doğrudan doğruya asansörle çıkar, seyrü sülük ile uzun zamanda çıkılacak yere bu çok çabuk çok kısa bir zamanda çıkar. İşte bidâyeti, nihâyetidir, dedikleri budur. Seyrü sülûktan gaye de cezb ile çıkanın çıktığı yere gitmektir. O da oraya çıkacak, bunlar bazen çıkışlarında ve inişlerinde birbirlerini seyrederler. Cezb halinde çıkmakta olanla seyir halinde olan birbirlerini o katlarda görür, birbirlerinden haberleri olabilir. Asansörle çıkan merdivenlerden çıkanın nerde, kaçıncı katta olduğunu bildiği gibi merdivenle çıkan da asansörle çıkanın nasıl çıktığını, nerde olduğunu gördüğü bildiği gibi.

Fakat inerken seyrü sülük ile çıkan çok çabuk iner, âdeta cezbelinin çıktığı gibi. Fakat cezbe hali ile çabuk çıkan inişte yavaş yavaş iner, çünkü seyran halindedir. Seyirden mahrum olmaz, inişte nerde, hangi katta ne var oralar seyrederek iner. Şunu da kabul etmek lâzım ki, cezb hali ile çıkanın inişi yavaş olsa da çıkış kadar zor değildir. İnerken de rahat bir şekilde iner.

 

NAKIS VE EHİL OLMAYAN MÜRŞİTLERİN İBRET ALINACAK HALLERİ

 

Kardeşlerim,

Bu hususların ancak bu kadarını bu şekilde anlatmaya çalışıyoruz ki daha rahat fehmedebilesiniz diye. Mürşidlerin hallerini anlatırken Ebul Hazenişşazeli Hz.'den mervi bir hikâyeyi sizlere nakletmek istiyorum. Zira mürşid seçme bakımından çok faideli olup, bir ip ucu verir kanaatindeyim.

Şeyh Abdurrezzak-ı kebir’den nakletmiştir. Çok büyük bir zâttır. Bir gün yabancı birisi huzuruna gelmiş, ziyaret maksadı ile huzurunda bulunuyor. Fakat Mübârek feraset ehli olduğundan bu yabancı gariban kimseye “Nereden geliyorsun?” diye sormuş. O da “Efendim, Tunusluyum, Tunustan geliyorum” diye karşılık vermiş. O Mübârek zât da, “Evlâdım Tunustan buraya gelmendeki sebeb nedir, buradan nereye gideceksin, üzerinde garip bir hal görüntüsü var, halini bana anlatır mısın?” diyor. O da “Efendim, ben Tunus’ta devlet ricâlinden idim. Bir hayli şöhretim vardı, halk arasında sayılan sevilen bir şahsiyet idim. Her gelene yardımcı olmaya çalışırdım. Hiç bir şeyi esirgemez yardımda da bulunurdum. Bir hayli zengindim. Dört evlilik yapmış, dört hanımım vardı, devlet yönetiminde de yüksek bir kademeye sahib idim. Buna rağmen tasavvuf ehline karşı çok büyük sevgim ve saygım vardı, böylesine bir halde iken günün birinde tasavvuf erbabı birini bulsam, kendisine aşkla şevkle bağlanırım diye bir hevesim vardı, böylesine bir halde iken günün birinde Tunus’a bir mürşid geldi. Ben de aradığımı buldum diye rabbime şükrederek buna intisab etmek istedim. O mürşid benim halimi bilince, öğrenince; bana, “yok sen bu hal üzere iken yol katedemezsin ve aradığına da nâil olamazsın. Onun için bu gibi mertebelere sahib olarak devlet kademesinde böylesine yüksek yerlerde bulunmakla bir yere varamazsın. Evvelâ bunları bırakacak, bunlardan ayrılacaksın,” dedi. Ben de:

-Peki efendim, madem ki böyle emrediyorsun, ben bu mertebelerden vazgeçiyorum dedim.

Sonra da “bu malından mülkünden ayrılacaksın, bu kadar mal mülk ile bir yere varamazsın, bundan da vazgeçeceksin, bu senin terakkiyatını engeller” dedi. Ben de “peki efendim, ondan da vaz geçiyorum” dedim ve vazgeçtim. Bütün malımı mülkümü dağıttım, diyor. Bunu müteâkib “bu dört hanımdan da vaz geçeceksin dedi. Bu dünyadan tamamen mücerret bir hale gelmen lâzım dedi. Ben de dört hanımı da boşadım. Ve o belde de tamamen bir garib haline geldim. Ne makâm mevki, ne mal mülk, ne de aile olarak hiç bir şeyim kalmadı. Bir müddet böyle kaldım ve devam ettim. Fakat o mürşid geldi, geçti. Ben ise üzerimde hiçbir hal değişikliği hissetmiyorum. Çok daha perişan durumdayım. Giden mal mülk hepsi helâl olsun, amma en ufak manevî emmare dahi göremiyorum. Halim bu,” der. Bu kişi bu şekilde kendi hal ve derdini anlatınca Şeyh Abdurrezzak’ı kebir öylesine üzüldü ki bu haline ve şu kelimeyi kullandı:  قتله الله (Katelehullah) Allah böylesine mürşid olanları katletsin. Bunlar milletin başına belâdır. Basiretsiz dava sahihleridir. “Benim! Diyorlar. “Mürşidim, Şeyhim” deyip ortaya çıkıyorlar.

 

Kardeşlerim; işte bizleri mahveden bu gibilerdir. Tasavvufu ele ayağa düşürüp tasavvufluktan çıkaran bu gibi basiretsiz dava sahihleridir. Daha önceki bölümlerde izaha çalışmıştık. Kur’an-ı Kerim’de Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

قُلْ هَٰذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللَّهِ عَلَىٰ بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللَّهِ وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ

(Yusuf/108)

“ben ve bana tâbi olanlar, Hakkın yoluna davet ederken basiretli olarak davet ederler,” buyurmuştu.

İşte bu gibi basiretsiz dava sahihleri insanı böyle perişan duruma getirirler. Kişiyi her şeyden mahrum ettikleri gibi manevî yönden de hiçbir hayırları dokunmaz. Bu Tunuslu da böyle birisine tesadüf etmiş. Hiçbir hayrını görmediği gibi bari hiç olmazsa bu son dönemimde hac farizamı yerine getireyim diye yola çıkmış. Belki vefatım da bu kutsal topraklarda olur diyerek Tunus’tan ayrılıyor ve niyeti de bir daha Tunus’a dönmemek. Hülâsa, Mübârek Şeyh Abdurrezzak Hz. buyuruyor ki: “Evlâdım, sen zaten yorulacağın kadar yorulmuşsun. Sen burada bizim yanımızda kal da hacca gidecek kafile hazırlanıp gideceklerinde seni de onlarla beraber göndeririz.” diyor. O kişi Mübârek Şeyhin misafirhanesinde kalmış, ne zaman ki hac kafilesi hazır olmuş, onlarla bereber onu da göndermiş. Yalnız hac dönüşü yine buraya dön diye tenbihatta bulunmuş. Hac vazifesinden sonra bu zâtın yanına döner. Mübârek zât ona müjde verir ve der ki: “Evlâdım, senin fütühat devrin gelmiş. Senin sadakatla yapmış olduğun şeyleri Rabbimiz mükâfatlandıracaktır” diyerek şu vasiyette bulunur: Tunus’a gideceksin. Tunus’a varır varmaz seni karşılayacaklar. Eskiden dağıttığın mal ve mülkten fazla hediyeler getireceklerdir. Eski saygı ve sevginin daha fazlasını göstereceklerdir. Rütbe ve makâm ne teklif ederlerse fazlasıyla alırsın, sen oraya varır varmaz senin hanımlarınla evlenenler hemen onları boşarlar. İddet müddetleri dolunca sen de onları tekrar alırsın, elinden çıkan her ne varsa fazlasıyla sana gelecektir. Ondan sonra fütühatı umarım diyor. Ve böylece Tunus’a uğurlatıyor.

Allahü Zülcelâl’in izni ve inâyeti ile sanki ilân edilmişcesine Tunus’a varır varmaz Tunus halkı onu karşılar. Evvelki servetinden daha fazla servet sahibi olur. Daha yüksek rütbelere kavuşur. Eski ailelerini de alır ve fütühat başlar. Tabî ki haliyle kendisinde harikalıklar hissediyor.

Keşfiyatı başlıyor, çok harika bir hale geliyor ve bir Cuma günü kürsüye çıkar ve şöyle buyurur:

ان ابابكر ما فضل عليكم بكثرة صلاة اوصوم ولكن فضل عليكم بشيئ وقر فى قلبه

Hz. Ebabekir’in (ra) sizden faziletli oluşu, namazının ve orucunun fazlalığı ile değildir. Onun faziletli oluşu kalbindeki vakar sebebiyledir. Onun kalbindeki vakar ki, onu Allahü Zülcelâl bilir. Yani imanın nuru, hidayet marifet nuru, yakinî nur yani şühûd hali olunca ki bundan dolayı Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):”Eba Bekrin (ra) imanı terazinin bir gözüne konsa, diğer ümmetinde imanı da terazinin bir gözüne konsa, Eba bekrin imanı racih gelir.” buyuruyor. Demek ki öylesine vakar, öylesine bir istikrar sahibi ki artık şühud halinin son derecesine gelmiş bir zât. Dolayısıyla o Tunuslu bunu kürsüde bu şekilde söylerken millet öylesine ağlıyor, öylesine coşuyor ki içlerinden ruhunu teslim edenler bile oluyor. Bu sözün böylesine onlara tesir etmesinin sebebi, bu sözün kendisi üzerinde de tecelli etmesidir. Çünkü bu kimse söylediği sözlerin aynisinin âmelini peşinen işledi. Ortada hiç bir şey yok iken bu yolun fedakârlığını yaptı da malından mevkisinden çıktı mücerred hale geldi. Nasıl ki Hz. Ebubekir (ra) her şeyini Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın yolunda feda etmişti ve Sıddıklık ünvanını hak kazanmıştı. İşte buna benzer bir şekilde bu da Allahü Zülcelâl için, Allah yolunda her şeyini fedâ etmişti. Fakat ne yazık ki ilk tesadüf ettiği kişi basiretsiz bir çıkmıştı. Bundan dolayı çok çilelere girdi. Eğer o ilk tesadüf ettiği kişi Şeyh Abdurrezzak gibi basiretli biri olsaydı bu gibi hallere düşmesine gerek kalmazdı. Nitekim Gavsul Âzam Hz. bile İbrahim İbni Ethem Hz. zamanında olsaydım, onun o debdebesinden, mertebesinden inmesine hiç bir gerek bırakmazdım, diyor. Demek ki Rabbimizin vaadinde varmış kaderinde varmış ve o da bu hale gelmiş. Tabi gerçek mürşidi kâmil olmuş olsa bu gibi mal mülk telef etmeden de aynı fütühat olabilir, nitekim işte bu kimsenin fedakâlığı ve samimiyeti karşısında Rabbimiz böyle bir zâta tesadüf ettirdi ki hem malını mülkünü avdet ettirdi, hem de fütühatla müşerref kıldı.

 

ŞAHI NAKŞİBEND’E GÖRE MÜRİDİN ÜÇ HALİ

İşte Şahı Nakşibend’in bu hususta       kullandığı ifade bunun isbatıdır. O da şöyle buyurur: “Mürşidin, bir müridin geçmişini, o anki halini ve geleceğini görmesi lâzım. Böylelikle tasarruf hakkı vardır. Yoksa tasarruf hakkı yoktur.” diyor.

İşte Gavsul Âzam Hz.nin İbrahim İbni Ethem hakkında buyurduğu bundan dolayıdır. Yeter ki mürşid basiretli olsun. Onun geleceğinin ne olduğunu bilebilsin. Allahü Zülcelâl’ın ona olan ilerdeki vaadini görebilsin. Böyle olursa ona hiç bir şeyden el çektirmeye gerek kalmaz. Allah’ın izni inâyetiyle.

İşte bu kişinin de geleceğinde bir fütühat görüntüsü vardır. Yeter ki basiretli olup onu görebilsin. İşte Şeyh Abdurrezzak vasıtasıyla evvelki halden daha iyi bir hale geliyor. Hem maddf, hem manevf olarak.

 

Kardeşlerim,

Mürşidlik karar ve hükümlerle, tahmin ve tasavvurlarla olmaz, değildir de. Gayet müsbet olmak lâzım.

Zira Cüneyt Hz. şöyle buyuruyor:

كلام الا نبياء عن حظور وكلام الصدقين عن مشاهدة

Demek ki sıddıkîn olan kimselerin kelâmları, konuşmaları mutlaka müşahede ederektir. Konuşmaları tahmini değildir. Öyle olsalar, yalancı olurlar.

 

 

MÜRŞİDİN BASİRETLİ OLMASI

Hazreti Şahı Nakşibend (ks) şöyle buyuruyor: Mürşid odur ki bir müridle karşı karşıya geldiğinde üç devresindeki halini keşfetmesi lazımdır. Nedir bunlar?

Geçmişi, geleceği ve o andaki hali... Hattaki bunları bilemiyorsa o mürid üzerinde tasarruf hakkı yoktur. Bunları bildikten sonra artık terbiyesine geçebilir. Yoksa nasıl terbiye edecek. Basiretsiz duruma düşer o zaman. İşte Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın “basiretli olarak tasarruf ederiz.” buyurduğu gibi. Geçmişi ezeldeki durumu nasıl, sonrası akibeti neye bağlıdır ve o andaki hali nasıldır bunları bilmesi şarttır. Bir doktor bile bir hastayı teşhis etmeden nasıl tedavi yöntemi kullanacak? Bir mürşid karşısına gelen müride böylesine muttali olması lazım ki tasarruf edebilsin.

Hatta Şahı Nakşibend Hz. devamında şöyle der: Mürşid böyle olacak, fakat ona gelen mürid candan bir muhabbetle, tam bir inançla, tam bir teslimiyetle bağlanır ve bağlandıktan sonra kendi halini bir teraziye koyarak tartar. Geçmiş devredeki hali ile o an içinde bulunduğu devredeki halini kıyas eder. Eğer Rabbimizin bir feyzi ihsan oldu ise, dünyada masivadan uzaklaşmış ise, Rabbisine karşı fazlaca aşk ve şevk doğdu ise, o müride böylesine bir zâta, mürşide tâbi olmak sohbet etmek farzı ayın durumuna gelmiş demektir. Mübârek Şah devam ediyor ve diyor ki: “Herhangi bir kimse bize karşı meylederse veya sevgisinin artışı ile bize intisab ederse, uzak olsun yakın olsun O kimse bilsin ki her an için gece gündüz şefkat menbaından kendisine mutlaka nazar ederiz. Nisbetini terbiye yönünden hiç esirgemeyiz. Yakında veya uzakta olsun hiç fark etmez. Ancak tarikata yakışmayan hallerden uzak durmak şartıyla. Allahü Zülcelâl’in inâyeti ile fazlu kereminden, ihsanından verdiğini hiç esirgemeyiz. Bunu bu şekilde bilsinler” diyerek müjdeler veriyor.

 

Kardeşlerimiz, İmamı Rabbani Hz. şöyle buyuruyor:

Her ferd şunu iyi bilsin ki şeriat ve hakikat müttefik ve müttehitdir. Hiçbir farkı yoktur. Birisi mücmel; birisi de mufassaldır. Şeriat mücmeldir. Hakikat mufassaldır. Birisi gaybidir, birisi Şühudîdir. Birisi ilmel yâkîn, birisi hakkal yâkîndir. Birisi teklifatla diğeri ise hevesle ve aşkla yapılır. Çünkü bizzat ayanen görünür. Hülâsa tarikat denilince bunu bir antika olarak görmeyelim. Tarikat, Şeriatle hakikat arasında bir vuslattır. Bir yoldur. Şeriat ilmel yâkîn, tarikat aynel yâkîn, hakikat ise hakkal yâkîndir. Eğer bunun üzerinde bir noksanlık doğacak olursa bilsin ki bu onun kendi noksanlığındandır. Yoksa hakikaten şühûd erbabı olduktan sonra şeriatın bizzat menbağından hakikatin dışında hiç bir şey görmez. Ne kadar kâmil olursa o nisbette kemaliyetini daha iyi fark eder. Şeriate bir kıl kadar muhalefet edildiği takdirde hakikaten de uzaklaşmış demektir.

 

Aziz Kardeşlerim,

Kâmil Mürşidin fütühat yönleri açıktır. Bu mürşidler ezelden mücehhez kimselerdir. Çünkü hep ruh üzerine cereyan eder, gelişir, gelişen Kâmil mükemmel bir hale geliyor. Gelişmeyen de etrafına çok zahmet ve meşakkat verir, çok zararı dokunur. Hem dünyası, hem de ahireti çileli olabilir. Allah’dan dileğimiz Aşık ve Muhib olan kimselere ve cümlemize kâmil bir mürşid nasib ve müyesser eylesin. Değil ise daha önce anlattığımız gibi Cenabı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a çokça salavat getirmek evlâdır. Zira kıyamet günü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile livaü’l hamd sancağı altında buluşmaya sebeb ve vesiledir.

 

 

MÜRŞİTLERİN TERBİYE METODLARI

 

Kardeşlerimiz,

Mürşid demek bir yönden de mürebbi demektir. Allahü Zülcelâl ile kul arasındaki engelleri ve manileri kaldırıp kulu Allahü Zülcelâl’e kavuşturmak için müridi terbiye eden kişi demektir. Bu vuslatta vasıta olan şahsiyettir mürşid. (Hatta) Rablık vasfına şeytan bile girişememiştir. Çünkü Şeytan şöyle diyor:

لَئِن بَسَطتَ إِلَيَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي مَا أَنَا بِبَاسِطٍ يَدِيَ إِلَيْكَ لِأَقْتُلَكَ إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ

(Maide /28)

Yani Rabbül Âlemin olan Allahü Zülcelâl’den ben korkarım diyor. Çünkü Rububiyyet vasfını kendisine mal etmek bir kimseye çok zordur. Bu sebeble mürşidlik bir nevi terbiyecilik, mürebbiliktir. Bunu geliştirmek için sorumluluğu vardır. Allahü Zülcelâl sorumlu tutar. Onun için mürşidlik çok zordur. Fakat Rabimizin emrivakisi ile gönderilmiş ise, Rabbimiz lâyık görmüş ve kullarına hizmet etmeyi emretmiş ve Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’da tasvib etmiş ise bunlar müstesnâ. Bunlara hem Allahü Zülcelâl, hem Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), hem de Sâdât da yardımcı olurlar. Desteklerler ve canla başla kabul ederler.

Hülâsa, Tariki âliyyenin çeşit çeşit yöntemleri vardır. Esasen seyrü sülük meselesi insanın “evvelâ” لا اله الاالله demesidir. Yani Allahü Zülcelâl’den başka ilâh olmadığını, Uluhiyyetin ancak Allahü Zülcelâl’e ait olduğunu ilân etmektir. Amma denilebilir ki herkes bunu yapıyor, söylüyor. Evet herkes söylüyor, fakat Allah’tan gayri başka birisinde de varlık hissediyor, bir menfaat hissediyorsa aracılığı değil de bizzat Allahü Zülcelâl’den gayrıya yöneliyor, ondan bir şey bekliyor umuyorsa: Meselâ, falan kimse olmasaydı benim hayatım sönmüştü; falan şöyle yapmasaydı, vermeseydi ben mahvolmuştum gibi, veya falan kimse benim kaderimi değiştirdi veya kaderimle oynadı gibi lâfları telâffuz ederse, işte bu uluhiyyette bir karışıklık meydana getirmektir. Onun için bunlar çok ince noktalardır ki “lailahe illallah” dediği zaman uluhiyyet ancak Allahü Zülcelâl’e aittir demektir. Eğer bir nimet bir kimsenin eliyle, aracılığıyla geliyorsa, bu kulları aracı olarak kabul etmek gerekiyor. Zira Mün’im Allahü Zülcelâl’dir. Bu bütün yönleri ile böyledir. Kadir Allah’dır. Mün’im, Mecid, Hâlık sadece ve sadece Allahü Zülcelâl’dir. Hayat veren, Allahü Zülcelâl’dir. “Falan doktor olmasaydı ben ölmüştüm. Eğer ben yaşıyorsam onun sayesinde yaşıyorum.” demek doktoru ilâhlaştırmaktır. Dolayısıyla bu da şirktir, küfürdür. Bu gibi incelikleri iyi düşünmek ve imanı sağlıklı ve sıhhatli bir hale getirmek lâzımdır. Uluhiyet denildiği zaman tamamen Cenâbı Hakkı zâtıyla, sıfatlarıyla kabul etmek lâzım. Evvelâ bunu bu şekilde bilip böyle inanmak lâzımdır.

) لا موجودالاالله (

 

VAHDED-İ VÜCUD HALİ

Mevcud yok ki illâ Allah’dır, güya nereye bakarsa baksınlar Allahü Zülcelâl’i görüyorlar. Allahü Zülcelâl’den başka mevcud yok diyorlar. Buda vahdeti vücuttur. Ve bu çok tehlikelidir. Başka tarikatlarda çokça bu yöntem vardır.

 

Kardeşlerim,

Daha önceki bölümlerde anlattık. Bir kimse terakkiyatta daha kalb latifesinde, onun da birinci çeyreğinde iken vahdeti vücud haline gelmiştir. “Mevcûdatı yok illâ Allah vardır.” halide gelmiş demektir. Peki bu olur mu? Eğer bunları ilâh olarak kabul etmişse bu kişi Felâkete adım atmış demektir. Tongaya basmıştır. Nitekim bu haldeki bir kişinin ilâh diyerek kendi nefsine, ruhuna otuz sene taptığını anlatmıştık. Peki bu kişinin hali ne olacak. Aslında bu hal kalb latifesinde olduğu gibi RUH ve SIR lâtifesinde de olur ve vardır. Hafi latifesinde de olur. Sıfata zât zannıyla tapar bir hale gelebilir. Eğer bu halde ise yine tevhid tamam değil demektir. Allahü Zülcelâl’e Vahidun dediği Ahadun dediği zamanda eğer sıfat kısmından telvinat olup şuüd-ü zat diye inanıp bu şekilde görürse yine tevhid olmamıştır. Sıfatîdir ve zatî değildir.

Onun için bu vahdeti vücut çok tehlikeli bir yöntemdir. Hatta Ebayezid’in dahi bu devrede söylediği:

سحانى ما اعظم شانى

gibi çok tehlikeli sözleri hep vahdeti vücut devresinde olduğunu gösterir. Hallacı Mansur da bunun gibidir. Allah’a şükür Ebayezid’in son dönemlerinde, “Yarab seni hakkıyla bilemedim.” diye beyanı vardır. İnşallah o hali son devrelerinde geçmiştir.

Onun için bu hususta bu tarikatın piri ve bu tarikatın en büyüğü olan Şahı Nakşibend Hz. ki İmamı Rabbani Hz. leri dahi “bu sözünden dolayı ben onun talebesi Müridi sayılırım” diyor.

Şahı Nakşibend Hz. nin buyurduğu şudur:

كلما يكون مرنيا اومسموعا اومتخيلا اوموهوما فهو غيره تعالى

 ينبغى نفيه بحقيقة كلمةلا

Yani her hangi bir varlık görülüyorsa veyahut duyuluyorsa yahut hayalinden geçiriliyorsa veya tevehhümünden geçiriyorsa bunlar asla ve kat’a Allah değildir. Zira Allahü Zülcelâl bu gibi hallerden münezzehdir. Bu gibi şeyleri, halleri Lâ kelimesinin hakikati ile nefyetmesini ve lâ kelimesinin hükmü altına alması lâzımdır, nefi hükmü altına alması lâzımdır.

Zira Kur’an-ı Kerim’de

ليس كمثله شيئ

buyuruluyor. Yani Allah’ın misli hiçbir şey olmadı ve Allahü Zülcelâl’e benzeteceği şey ancak mahlûktur. Binaenaleyh mahlûk Hâlıkı tasavvur edemez, tahayyül edemez onu bir şeye benzetemez. Hâşâ.

İşte Vahdeti vücudda kişi bu gibi tehlikelere basıyor ve diyor ki

لا موجودالاالله

Esasen mevcud yani var olan nesnelerin tamamının ademine yokluğuna karar ve hüküm veriyor. Halbuki mevcûd vardır.

Meselâ Güneş doğduğunda yıldızlar görünmez. Yıldızlar yoktur, demek doğru bir şey midir? demek mâsivâyı yani Allahü Zülcelâl’den başka şeyi hayalinden, fikrinden, kalbinden çıkarmaktır. Yoksa mevcûdatı yok etmek demek değildir. Onun için mahlûkatın mevcûdiyeti vardır. Allahü Zülcelâl var olduğu gibi onun yarattığı mevcûdat ise Allahü Zülcelâl’nın mahlûkatıdır. Yarattığı şeylerdir. Bunlar adem (yok) edilemez. Ma’dum değildir, vardır.

Hz. Şahı Nakşibend’in: “Bizim tarikatımızın bidayeti diğer tarikatların nihayetidir.” buyurması bu yöndendir. Başkalarının Allahü Zülcelâl tüm mahlûkatın ademine çalışıp “Lâmevcüde illalah”a çalışması ve kendisi de bir istiğrak durumuna gelip mevcudatı mahlûkatı yok durumuna getirip her şeyi Allahü Zülcelâl olarak görmek hâşâ her şeye Allah demeye götürür insanı. Allah korusun bunun sonu zındıklığa varır. Bu çok tehlikeli bir durumdur.

Vahdetil vücud Şeyh Muhiddini Arabi Hz.leri (Allah rahmet eylesin) Mübârek bu yönden çok uğraşmıştır, ve fehmedemedikleri bir çok (husus) vardır. En güzeli Şahı Nakşibend Hz. lerinin tezidir. O da, “La mevcude illallah” demek (kalbten) masivayı yok etmektir. Allahü Zülcelâl’den gayrı herşeyi (kalbten) silmek yok etmek demektir, isterse sıfatı olsa dahi onu da yok edip tamamen Allah’ın vahdaniyyetine kendisini bağlamaktır. O da

لااله الاالله

dır. Bu nefinin altında (kapsamında) yani Lailehe’nin nefi tahtında, hükmü altında her varlığın nefi vardır. İllallah ile ancak ve ancak Allah müstesna demekle Alllah’dan gayrı hiç, ama hiçbir ilâh olmadığının tasdikidir. Zira Laileheillallah’da hedef tekdir, birdir.

“Lâ mevcuda illallah” gibi sözlerle mevcudatın ademine çalışmak her gördüğüne Allah diyecek hâşâ böyle değil, bu halin ne kadar tehlikeli olduğunu fehmetmek o kadar zor değil... Bu hal tehlikeli olduğu gibi çok da uzundur. Mahbubiyet muhtasar olanıdır Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın şu hadisinde gayet net olarak belirtiyor. Şöyle ki:

ان الله عز وجل اذااحب عبده ابتلاه فاذاصبر اجتباه واذا رضى اصطفاه

من احب لقاءالله احب الله لقانه و من كره لقاء الله كره الله لقائه

Ravisi: (imamı Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesaî.)

Kim ki Allahü Zülcelâl’e muhabbeti kendisine tamamen hasrederse ve mülâki olmayı isterse, Allahü Zülcelâl de ona mülâki olmayı sever, ama Allahü Zülcelâl’de ona mülâki olmaya ikrah ederse Allahü Zülcelâl’de ona mülâki olmaktan ikrah eder. Esasen Allahü Zülcelâl bunların kalblerini öyle bir hale getirmiştir ki kalbleri muhabbetle dolu, fuadları aşkla dolu, sırları da vecd ile doludur. Bu minval üzere olan bir kimse istifa ehlidir. Fikirleri, hayalleri, kalbleri mâsivâdan âridir. Düşündükleri tek şey şühud halidir. Cemâli bakemâle mazhar olmaktır.

İşte o zaman:

لامعبود الا الله

Vuslat buna deniliyor. O zaman vuslat bulmuş, mürşid olmuş, işte o zaman müridin muradı olmuştur. Çünkü mürid bir taleb sahibidir, bir muradı olmuştur. Çünkü, mürid bir taleb sahibidir bir muradı vardır. Murad ise müridin talebini verip muradı olmaktır. İşte böylesine yetişmiş bir zât bundan sonra müridlerine murad olur. Fakat bu hale gelmiş bir zât sanılmasın ki kendisinde bir varlık hissettin, çünkü huzur huzurullahdır. Bu huzurda öyle debdebelik, arbedelik geçersizdir. Ne ilmi, ne ibadeti, ne derecesi, ne de mertebesi yoktur ve geçersizdir. Çünkü Huzurullah büyük bir huzurdur. Orada acziyyet, fakriyyet ve mahviyyattan başka hiçbir şey geçmez. Kulun bütün vasıfları orada yok (hükmündedir.) O kapıya bu şekilde gidilir ve Rabbimiz de ondan sonra dilediği gibi tasarruf eder.

İşte ondan sonra Allahü Zülcelâl o kulunu irşad için gönderir. Kullarını irşad için emir verir, işte emrivâki budur. Yoksa kendiliğinden gelmez. Bu gibi zâtlar bu liyâkati kendilerinde görmezler, kendilerini buna lâyık görmezler, fakat Allahü Zülcelâl kullarına hizmet etmesi için onu tasvib eder. İşte bu şekilde emrivaki ile gelenlere Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’da daima yardımcı olur ve destek verir.

 

Kardeşlerim,

İşte, mürşidlerin ve tarikat ehlinin vahdeti vücud hakkında telaffuz ettiklerini kısa da olsa anlatmaya çalıştık. Az çok vahdeti vücud halini izah ettik. Nasıl tehlikeli bir hal olduğunu anlamışsınızdır.

 

 

VAHDETİ ŞÜHUT HALİ

Fakat vahdeti şühûd hali böyle değildir. Vahdeti Şühûd haline gelince kişi halâs durumuna gelir. Vahdeti şühûdun telvini yoktur. İstikrarlıdır. Güneşi hiçbir zaman yok olmaz. İşte mürşidin kâmili ve ekmel olanı şühûd olan mürşiddir.

 

Hülâsa: Daha önce anlattığımız gibi kişinin önce kalbi, Rab ile nefis arasındaki on bin hicabı yok etmesidir. Aynı zamanda kalbteki terakkiyet yönünden bölümleri dört bölüm, dört kademelidir. RUH, SIR, HAFİ de aynı şekildedir. AHFA’ya varıncaya kadar yani ahfanın gayrı diğerlerinde mutlaka sıfatın zılalı vardır. Ancak Ahfa kısmında şuûndan sonra şühud hali net olabiliyor, Ancak bu halde mürşid kamil ve ekmel olarak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın hükmü altına girip kurtuluş ve halas haline eriyor, bunu imamı Rabbani buyuruyor.

İşte bu makâmdaki zât ğavsiyyet makâmında olabilir, hatta onun üstünde olan hilâfet makâmında da olabilir. Bu tamamen onun kabiliyyet ve istidadına göredir. Çünkü bu makâm öyle kolay ulaşılacak bir makâm değildir. Bu makâmdaki zâtlar müstesna şahsiyetlerdir. Tabi bunlar da aynı seviyede değildir. Çünkü Hz. Sıddık’ın (ra) da şühûd hali var, diğerlerinin de şühud hali var, fakat aynı olduğu söylenemez. Onun için Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın hükmü altında yetişen ancak sıddıki meşrebden olması lâzım.

 

VELAYETİ SALİHİN VE VELAYETİ SIDDIKİN

Zira velâyet iki kısımdır. Biri velâyeti Salihîn birisi de velâyeti Sıddıkîn’dir. Bu anlatılan dereceye çıkabilmesi için ancak sıddıki meşrebden olması lâzımdır. Salihin olan zât bu dereceye yetişmez. Zira Kur’an’da da şöyle buyrulur:

مع النبيين والصدقين

Nebiden sonra hemen Sıddıkîn geliyor, bunlar esasen Resullerin mirasçılarıdır. Ulül Azim kısmındandırlar velâyetleri dahi Sıddıkîyedir.

 

Kardeşlerim,

Bu yolun yolcularının en yiğit olanlarından Hz. Şahı Nakşibend’den bu hususta bir iki nakil yapmak yerinde olur. Mübârek şöyle buyuruyor: “Bu kapıya geldiğimizde iki yüz kişi idik. Zillet ve meskenet içerisinde azmettim ve cehd ettim, bunları sebk (geçmek) etmekliğe azmim vardı. Bu yönden Allahü Zülcelâl’in inayeti ile sebk etmiş oluyoruz ve netice olarak nefsimi hiçbir nesne kalmadı ki yer yüzünde tüm mahlûkata arz ettim. Nefsimden daha zelil, daha hakir hiçbir nesne görmedim. Hatta insanlardan ve hayvanattan çıkan nesnelere dahi arz ettim. Umumiyetle nefsim kadar menfaatsiz olanı görmedim, Hatta bir köpek tersiyle karşılaştırdım. Burda biraz durakladım. Bunda menfaat görmezmiş gibi oldum. Hatırıma böyle bir şey geldi. Neticede nefsimin bundanda noksan menfaatsiz ve zelil olduğuna karar verdim. Yani hiçbir şeyi kendi nefsimden daha hakir, daha zelil görmedim,” buyuruyor. Bunun karşısında Allahü Zülcelâl’in inayeti sebk ederek bu fakire hatiften şöyle bir (nida geldi): “Ey kulum taleb et, Hazretinden taleb et.” O anda tevazuan dedim ki “İlâhi Rahmetinden, inayetinden bir katrecik.” deyince:

ان الله غيوريحب الغيور

“Allahü Zülcelâl gayretkeştir, gayreti sever.”

Karşılığında “Ey kulum kerimden bu kadarcık mı istiyorsun?” buyurdu. O zaman kendi yüzüme bir şamar (tokat) attım ve bu şamarın acısını günlerce hissettim diyor ve o anda “İlâhi Kerem ve ihsanından, rahmetinden, inayetinden denizler ver ki buna karşı tahammül için güç ve takat ver Yarabbi.” diye istedim ve Rabbimizin kerem ve ihsanına bu şekilde nâil oldum diyor. İşte bu gibi gayetkeşliği sebebi ile müridlerine de anlatırken diyor ki: “Bakınız ihmal etmeyiniz, ciddiyetle, zillet ve fakriyyatla bu yolla buna gayretkeşlik gösterip yücelmek ve teraki etmek için ayak basmanız gerektiğinde ayağınızı başımın üstüne koyun ve çıkın. Eğer gerektiğinde böyle yapmazsanız size hakkımı helâl etmem, yeter ki yücelmek için gayretkeş olun."diyor.

Yine şöyle buyuruyor Hz Şahı Nakşibend (ks): Benim Sâdâtların ruhaniyyetleri ile çok alâkam, ilgim vardır. Bahusus irtibatımın yirmi senesinden fazlası iki zâtın ruhaniyetinden hiç ayrı kalmadı. Bunlardan biri Üveysil Karani Hz. dir. Onun Ruhaniyyetine bağlılığım vardır. Diğer zât ise İmamı Muhammed İbni Aliyyil Hakimit Tirmizi’dir. Bu iki Zâtın yirmi seneden fazladır, bunların ruhaniyyetlerinden ayrı kalmadım, buyurarak Üveys Hz.lerinin Ruhaniyyeti ile irtibatı kurmanın sebebi şudur diyor:

له اعظم تأسيرفى الانقطاع التام والتجردالكلى عن العلا ئق الباطنيةو الظاهرية

Zira Üveys Hz.lerinin Ruhaniyyeti ile irtibatı kurmanın sebebi şudur ki mâsivâdan alâkayı kesme yönünden en tesirli bir kimsedir ve mücerred duruma getiriyor. Yani onun Ruhaniyyeti Hal ve mâsivâ ile olan alâkayı kesmekte büyük bir tesirat veriyor ki bundan mücerred bir hale getiriyor. Batıni olsun, zahiri olsun mâsivâdan tamamen irtibat ve alâkayı kesmeye tesir eden Üveys Hz. lerinin ruhaniyyetidir. Onun ruhaniyyetinin bu yönden çok tesiratı vardır. Mahlûkatın tesirinden kurtardı, imamı Muhammed bin Aliyyit Tirmizi’nin ruhaniyeti ise, yani bunun ruhaniyyeti ile beraber olmamın sebebi ise onun Ruhaniyyeti ile olmak insanda herhangi bir sıfat bırakmıyor. Onun ruhaniyyeti ile olan kendisinde kesinlikle hiçbir sıfat görmüyor, onun ruhaniyyetinin tesiri de bu yöndedir. Benlikten eser bırakmadı. İşte bu iki zatın ruhaniyetleri ile irtibat kurmuş ve bu iki zatın ruhaniyetleri ile yirmi sene muttasıf olmuştur.

Demek ki her ikisi de şühud erbabıdır ki insanı bu hale getiriyorlar. Zira bu gibi zâtlarla irtibat ve alâkası olan kimsede hiçbir şekilde mâsivânın tesiri olmuyor, olamaz da. Nitekim Mübârek Şeyh Alaaddin (ks) Hz. leri kendi Şeyhi Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks) ile alâkalı olarak anlatırken her zaman söylerdi ve buyururdu ki: Hz. Muhammed Ali Hüsameddin (ks), kalbi ile Üveys’in kalbi aynıdır, eşittir, derdi. İkisi de aynı kalb sahibidir, derdi. Ancak aradaki fark Üveys’in Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a yakın oluşudur, buyururdu. Hz. Şahı Nakşibend’in ne demek istediğini buradan rahatlıkla anlamış oluyoruz. Mübârek Şahı Nakşibend’in şöyle bir nazmı vardır.

ان التعلق باالسوى اقوى حجاب

 والتخلص منه فاتحة الوصول

Yani mâsivâ ile alâkan bulundukça bu alâka fütuhatı engelleyen en güçlü hicabtır. Ne zaman ki mâsivâdan halâs olursan fütuhatın açıktır. Hatta ki vuslat ehli olursun, visâl ehli olursun.

 

 

ŞEYTAN - NEFİS İNSAN VE ANASIR-I ERBA’A

Kardeşlerimiz,

Bu geçmiş bölümlerde ale kaderil imkân yani mümkün olduğu kadar Vahdeti vücûd, Vahdeti şühûd kısımlarını, bunların terakkiyat yönlerini anlatmaya gayret ettik.

Şimdi ise insanoğlunun varoluşu Adem (as) var olduktan sonra şeytanın foyası er ve geç ortaya çıkıp kendisine secde etmedi lanete müstehak oldu ve cehennemin esfelesine gitti. Tabi bundan dolayı buna insanoğlu sebeb oldu diyerek insanoğluna düşmandır. Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوًّا إِنَّمَا يَدْعُو حِزْبَهُ لِيَكُونُوا مِنْ أَصْحَابِ السَّعِيرِ

(Fatr / 6)

“Şeytan sizlerin düşmanmızdır, onu düşman olarak ittihaz ediniz. Zira o kendine mal olan uyan kimseleri cehenneme iletir,” dâveti cehennemdir.

Anasırı Erbaa; toprak, su, hava ve ateştir. Şeytan kendisi ateştendir. Adem (as) topraktandır. Toprak ile ateş arasındaki fark şudur; ateş daima alevlidir, havaidir, gözü yükseklerdedir. Fakat toprak ise devamlı tevazu gösteren, devamlı ayaklar altında bulunan nesnedir. Her atılan şeyi kabul eder. Karşı olmaz, herşeyi kabul eder, yutar ve herşey de ondan olur. İçinde iyiside olur, habiside olur. Bu meyanda insanoğlu ateş unsuruna benzerse, ateş yönü galib gelecek olursa, şeytanı" yönü galib olduğuna delildir. Eğer toprak unsuruna tâbi olacak olursa, tevazu sahibidir, gerçekten insandır insanlık vasfı ağır basar. Toprağın yanıbaşında hayatın olabilmesi için birde su vardır. Toprak galib gelirse sakindir, kinci olabilir; ama tevazu yönünden çok tevazuludur. Dolayısıyla su gibi olması en güzel tarafıdır. Hava galib gelirse onun da istikrarı yoktur, estiğinde daima ateşi alevlendirir. Mübârek zâtlar iki yönü galib olunca bu tercihli ve güzel kısmıdır diyorlar. Maii ve Turabi. Su hayat vericidir. Toprak ise tevazu ve zillet ve fakriyet yönünden bunu tercih ederler.

Rabbimiz bir de nefis vermiş. Daima rububiyet davasında bulunur. Şeytan şehvani ve küfre iletmeye çalışır da fakat enaniyet davasında bulunmaktan Allah’a sığınıyor. Allahü Zülcelâl âyeti Celilesinde şeytanla alâkalı olarak şöyle buyuruyor:

كَمَثَلِ الشَّيْطَانِ إِذْ قَالَ لِلْإِنسَانِ اكْفُرْ فَلَمَّا كَفَرَ قَالَ إِنِّي بَرِيءٌ مِّنكَ إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ

(Haşr/16)

“Ben Rabbül âleminden korkarım,” Şeytan söylüyor bunu Şeytan nefis kadar cesur değildir. Nefis enâniyet sahibidir. Nefisde daima enelik (benlik) vardır.

Bunun hakkında da Cenâbı Rasulullah buyuruyor ki:

اعدى عدوك عدوك الذىبين جنبيك

Düşmanların arasında sana ençok düşman olan iki yanın arasında bulunan nefsindir. Rasulullah küffar cihadından dönerken şöyle buyuruyor:

رجعنامن جهادالاصغرالى جهاد الاكبر : قالوا يا رسول الله واى جهاد اكبر من هذا قال جهاد النفسى

 “Küçük cihaddan büyük cihada döndük.” Ashab, “Ya Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bundan büyük cihat olur mu?” Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), “en büyük cihat nefis cihadıdır” buyurdu.

Nefis hakkında Ebu Hasenil Şazeli şöyle buyuruyor: Ey kardeşim dikkatli ol, şeytanın cür’et edemediği nesneye sen cür’et etme. Nedir bu? buna dikkat ediniz. Şeytan nefsin cür’et ettiği kadarına cür’et edemedi. Nefis ne yapıyor, mürşidliğe, hidâyete, salâha dönüştürme yönünden terbiyeye kalkıyor, enâniyetini ortaya koyuyor. Ancak “Allah’ın emri olursa bunda enaniyet, nefis söz konusu değildir. Ancak ben halkı salâh ediyorum. Hidâyete dönüştürüyorum. Şu yönden imanını kuvvetlendiriyorum diyorsa, bunların hepsi nefsin enaniyetindendir. Allahü Zülcelâl bizleri muhafaza buyursun. Ebu Haşanı Şazeli “bu şekilde cür’et etmek şirktir” buyuruyor. “Allahü Zülcelâl’e ait olan sıfatlara girişme” diyor. Anasırı erbaadan vücutla nefis her ikisi de letâiftir. Letâifi sebâ dır. İmamı Rabbani Hz. leri bu iki lâtifeyi geçip re’sen kalb lâtifesine başlıyor. Bahusus sâdâdı Nakşibendiye Meşrebi Sıddıkiye ve Sahabe yolu esasen budur. Çünkü Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ashabını bu yöntemle yetiştirmeye başlıyor. İlk olarak birinci lâtife hemen üçüncüsü olan kalb vücudun reisi, hükümdarı durumundadır.

الاان فى الجسد مضغة اذاصلحت صلح الجسد كله واذافسدت فسدالجسدكله الاوهى القلب

Bundan önceki hadislerde geçtiği gibi bu et parçası salâh olursa, bütün vücud âzaları salâh olur, eğer bu fesada uğrarsa, bütün vücud fesada uğrar. Onun için Sâdât-ı Nakşibendiye ilk olarak kalbten başlamışlardır. Kalbin ise âdeta bir arş yani berzahi bir durumu vardır. Yani insanoğlunun kalbi adeta bir arş gibidir. Arş ise teceliyâtı sıfat makamdır. Kalb de tecelliyât makamdır. Böylece âlemi Nasut’ta yaşıyoruz. İnsanoğlunun yaşadığı âlem âlemi nâsutdur. Üzerimizde ise Alemül Melekut vardır. Bu her iki alemde alemul halkdır arşa kadar. Ondan ötesi Âlemul emr. Aslında RUH âlemi emirden başlıyor. Zira bunlara Alemül Emr’den başlıyor. Ruh, sır, hafi, ahfa hepsi Alemül Emr’in dahilindedir. Alemül Emr demek muradı İlâhiye doğar demektir.

Ayeti Celile’de Cenâbı Hak:

الاله الخلق والامر

Allahü Zülcelâl hem halkı’da hem emride Allah Zülcelâl’a aittir. İşte birisi Alemul halk arşa kadar öteside Alemül Emr’dir. Burdan muradı ilâhiyye gelir. Ruh, sır, hafi, ahfa da bu terâkkiyat Alemül Emr’in ötesinden başlar, nereye kadar gidiyorsa artık Allah bilir. Bu küçük âlem dediğimiz küçük alem yani kalb ile alakalı bu arşa kadardır. Bundan ötesi nereye kadar gidiyorsa Allahü âlemu bimuradihi. Ancak Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın verdiği malûmata göre Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şu küçük âlem hakkında buyururken, Allahü Zülcelâl şöyle buyuruyor:

اللَّهُ لَا إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ مَن ذَا الَّذِي يَشْفَعُ عِندَهُ إِلَّا بِإِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُحِيطُونَ بِشَيْءٍ مِّنْ عِلْمِهِ إِلَّا بِمَا شَاءَ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَلَا يَئُودُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ

(Bakara / 255)

Allahü Zülcelâl göğü de, yeri de vüsat etmiş, istiap etmiş, kabzasına almış olan kürsi anlatırken vüsatini bu şekilde anlatmıştır. Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yeri ve göğü kürsiye nazaran çöle atılmış bir halka gibidir. Bunlarla beraber kürsi ile beraber bunların hepsi arşı azim karşısında o da çöle atılan halkanın cesameti neyse o haldedir. Azamet ve büyüklüğü böyle kıyaslanır. Kürsi yedi göğün üstünde cennetin tabanındadır. Cennet bunun üzerine kurulmuştur.

Arş ise cennetin tavanıdır. Hem dünya, hem ahiret bu iki âlem Alemül Halk'ta yaşamış olacağız. Allah cümlemize Cenneti Âlâyı nâsib etsin. Alemül Emr’e gelince bu terakkiyat yolu ile evliyaların bileceği şeylerdir. Bunlar ise ruh, sır, hafi, ahfa. Bunları kat etmektedirler. Şunu da söyleyeyim ki; her velî buna kadir değildir. Evliyanın da terakkiyatları çeşit çeşittir. Bu saydığım makâmatlar hep bölümlüdür. Kalb dört bölümdür. Ruhda, Sırda, Hafide, Ahfada, bunların hepsi dört bölümdür. Bunların hepsini dürüp kat etmek gereklidir. Çünkü nefis ile Allahü Zülcelâl arasında yetmişbin hicâb vardır. Her birinde de onbin hicabı kat etmek gerek. Evliyaların terakkiyatlarının farklı oluşu şundandır. Kimi kalb bölümünün bir kısmını kat edebilir ve böylece ruh kısmına geçebilir. Bu da evliyaların istidadına göredir. Kimi ruh kısmını tekmil etmiştir, kimi sır kısmını tekmil etmiştir. Kimisi de hafi’de, ahfa’da kalabilir. Kalb’te ve ruhda da kalabilir. Onun için Evliya terakkiyatları istidatlarına, derecelerine göre farklıdır. Bunların seyrü sülûkları bu bölümleri terakkiyat ede ede devam eder. Ancak anlattığımız gibi Vahdet-i Vücud’tan kurtulup da Alemül Emr’i kat edip her bir tanesinin dörder bölümünü kat ederek kemaliyet kısmına ulaşabilir. Ahfa’nın dört bölümünü bitirirse tamamen, işte o zaman Alemül Emr’i kat etmiş olur.

Âlemül Emr’in o kadar bir azameti var ki. Şimdiki anlatmış olduğum Âlemül Emr karşısında Arş ile Âlemül Halk, denize nisbetle bir katre mesabesindedir. Allahü Zülcelâl’in azameti, kudreti insanoğlunun içindeki o cihazları ne hale getiriyor ki, Âlemül Halk ve Âlemül Emr’i kat edebilecek hale getiriyor, İmamı Ali’nin (kv) buyurduğu gibi insanoğlu cürmün çok küçüktür, ama Âlemül Ekber, yani büyük âlem, Âlemül emr, bu sende mündemicdir. Anlatmış olduğumuz bu letaifleri kat edişlerine göre Evliyanın birbirlerine karşı üstünlükleri vardır. İşte anlatılan beş letaifi tamamen tekmile eden bir zât Alemül Kuds’e atlamıştır. Bu kuds dediğimiz âlem kâmil olan zâtlar erişebilir. Bunlar tamamen Kerem ve İhsana kavuşmuş demektir. İmamı Rabbani’ye göre, bu âlemi aşan bir kimse İsmi Zahir İsmi Batın bunlar ikisi, her biri birer kanat olmak üzere artık uçmaya hazırdır. Dilediği yere kadar uçarlar, ihsana kavuşurlar. Hatta Rıza makarrına kadar. En üstün makâm Rıza makâmıdır. Bu makâma ulaşan için korku yoktur. Bu Alemül akdesi aşan kimselerin sırları kutsaldır. İşte böylelerine “kuddusi Sırrı hüi aziz” denir, işte bu “kuddusi” sır sahibi olanlara bu kelime harcanır. Yoksa her rast gelene bu kelime kullanılmaz. Sırrı kutsaldır diye bir şey yoktur.

 

Kardeşlerimiz,

Alemül Kuds’i aşan bir zât ne olur o zaman Şeyhül Hazin’e (ks) göre:

طيورىلهم جناحان : من نورسر القرأن

سراً لهم طيران : الى لقاء الديان

تنفذ من قطر الا مكان : تجول فى لامكان

Kendisi uçma kanatları ile uçuyor. Kur’an sırrı ile Şeyhül Hazin (ks) Mübârek Alemi Kuds’e karşı alemül emr’in bir katre olduğunu söylüyor. Alemül Emr’i kat etme imkânı vardır. Alemül Kuds’a gelince Lâmekan bir tayin tahdid diye bir makâm yoktur. Allahü alem bi muradihi. Gerçekten Şeyhül Hazin Hz.leri (Kuddusi sırrıhul Aziz) bu er meydanında büyük bir yiğitliği vardır. Lamekân kısmı cevelânlıdır, yani binekledir. Allahü Zülcelâl bizleri hem dünyada hem ahirette bu zatların himmetlerinden ve şefaatlarından mahrum etmesin. Âmin.

Burayı aşdıktan sonra kemaliyet, kemaliyetin ekmeli durumuna gelir. İşte bu makâmları kat eden zat kutbiyet makamına erişir. Esasen bu makâmlara gelecek olanlar, Hz. Resullerin mirasçılarıdır. Ülülazim olanların mirasçılarıdır. Bir ülülazim olan Rasulun bir kaç tane mirasçısı olabilir, fakat sonunda herhangi birine vazife verilirken, en ekmeli olan bir tanesi ğavsiyet makâmına geçer bunun da yardımcıları Kutbu medar, Kutbu irşaddır. Kutbu medar bir muavin durumundadır. Bir de bunların üstünde Muhammedil Velâye olan hilafet makâmı vardır. Gavsiyyet üzerine bir de hilafet vardır. Bu gibi şahsiyetler, aynı şekilde terakkiyet etmişlerdir. Ama birine fazlalık olarak bir vazife verilmiştir. Bundan dolayı bir üstünlüğü vardır. Âmir durumundadır. Ama İsa’nın kademi üzerine, ama Musa’nın kademi üzerine olsun veya İbrahim A.s’ın ... Hülâsa bu zatlar olmasa yeryüzü alt üst olur. Her zamanın bir manevî devlet ricali vardır. Hiçbir zaman bunlarsız olmaz. Olmadıkları an dünya alt üst olur. Yer yüzü beliyenin altında ezilir, alt üst olur.

لكل زمان دولة و رجال

Her zamanın bir manevi devlet ricali vardır. Hiçbir zaman bunlarsız olmaz. Bunlar olmadıkları an dünya alt üst olur. Yer yüzü beliyenin altında ezilir, alt üst olur.

Cenabı Rabbi’l İzze şöyle buyuruyor:

فَهَزَمُوهُم بِإِذْنِ اللَّهِ وَقَتَلَ دَاوُودُ جَالُوتَ وَآتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لَّفَسَدَتِ الْأَرْضُ وَلَٰكِنَّ اللَّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ

(Bakara/251)

Eğer bazılarının yüzü suyu hürmetine olmasaydı, yer yüzü tamamen fesada uğrardı. İşte Allahü Zülcelâl bazılarına fazlu ihsanını verirken bu ihsanını umumileştirir. İşte burada bir kimsenin Kuddise Sırrıhul Aziz yani sır sahibi, bu minvâl üzere olabilir. Rastgeleye bu kelime kullanılmaz. Mübârek Şeyimize bir gün bir zümre ile alâkalı Şeyh Reşid, “bir kimse için Kudduse Sırrıhu diye söylüyorlar. Gerçekte bunda böyle bir şey var mı diye sordular, bunu kendileri birbirleri arasında çok kullanıyorlar, gerçekte bu böyle midir, Allah Lillah aşkına senden başkası beni tatmin etmez, acaba bunlar gerçekten sır sahibi mi değil mi?” Mübârek bu gibi şeylere taraftar değildi. Öyle şeyi açıp anlatmayı da hoş görmüyordu. Ama Şeyh Reşit de. - Bu zât Üveys Hz.lerinin orada bulunan ve ortaya hizmet eden bir zât, güzel bir şahsiyettir.- çok yalvarmış “efendim bu iş hayat müddetince benim kafamda yer yapacak, ne olursa olsun beni bundan kurtar, yani bunlara gerçekten Kuddise Sırrıhul Aziz demeleri haklı mı değil mi? Ben de tereddüd ve yanılgıda olmayayım” demiş. Mübârek karşıdaki telefon direğini göstererek “eğer bu direkte sır varsa, onlarda da vardır,” diyor. Mübârek bu konularda çok hassastır. Murakabeli, müsbet olarak anlayan ve bilen bir kimseydi. Hâşâ bir mümin bile yalan söylemez, çünkü bu iftira olur. Mübâreğin kast ettiği de bunların bu terakkiyat sahibi olmadıklarıdır. Bunun için bu konuları Alemül Kuds konusunu inceden inceye anlattık ki her rast gelene “bu Mübârek”, “Kuddise Sırrıhul Aziz” kelimeleri kullanılmasın diye. Evliya makâmı çoktur. Seviye ve makâmları birbirlerine benzemez. Âlemül emr dahi Âlemül Kuds karşısında diğer sayılan Âlemler bir katre mesabesinde kalıyor. Bunu iyice okuyup iyice anlamalıdır. Lamekan bu mekansızlık diyarını, mukaddes diyarı biz nasıl anlatabiliriz ki. Bunu ancak ehli olanlar, bunları anlayıp bilebilirler. Bunlar da bu geçtikleri güzelim makâmları dünyada bir benzeri yok ki misal gösterip anlatabilsinler. Gözün görmediği, kulağın duymadığı şeyler hangi hassa ile bunları anlayabiliriz ki. Hz. Sıddık şöyle buyuruyor:

الحمدلله الذى جعل العحز باالادراك ادراك

Hamdü senalar olsun ki, bir kul acziyetini ortaya koyarsa, çünkü Habibi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de öyle buyuruyor:

انت كما اثنيت على نفسك

Sen nefsine senâ eylediğin gibisin. Methetmeye mümkün değildir. Çünkü halk Halikini nasıl meth etsin, nasıl fehmedebilsin. Hangi kul Cenâbı Haki hakkı ile bilebilir. Artık bunu burada noktalıyoruz. Rabbimiz bizi affetsin. Rabbimiz biz aciziz, müflisiz, sen bilirsin, bizleri affeyle. Vallahi bizler bu anlatılan şeylerin adamı değiliz, bunların katresine dahi sahib değiliz, ancak Mübâreklerin buyurduklarını dile getiriyoruz.

 

 

HZ. GEYLANİ’YE GÖRE ĞAVSİYYET MAKÂMI

 

Kardeşlerimiz,

Ğavsiyet makâmında olan zâtlardan bir tanesini teberrüken anlatmaya ve öğrenmeye çalışalım. Başta Ğavsul Azam Hz. Şeriftir, Lâtiftir, Azizdir, (ra) ve (ks) şöyle buyurmuş:

Soruyorlar, “efendim ğavsiyet makâmına gelmiş bir kimse acaba ne gibi bir hali ve hükmü vardır, keşfiyatı nasıldır, makâmı ne?” Mübârek şöyle buyuruyor: “Ğavsiyet makâmında olan bir kimse hükmü ve makamı onaltı âleme mütevehcihdir. Bu dünya ve ahiret âlemi Alemül Halk dediğimiz bir âlemdir. Bunun dışında daha onbeş tane âlem vardır.” Şimdi bunu ğavsiyet makâmında iddiası bulunan şahsiyetlere havale edelim.

Hz. Musa münacatında Rabbül İzzeye sorar. Ya Rabbi göğü ve yeri yarattığında şöyle bir hitabın vardır:

ثُمَّ اسْتَوَىٰ إِلَى السَّمَاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ

(Fussilet/11)

 “İtaatkâr olarak veya kerhen benim emrime imtisal ediniz, Yer ve gök kendilerini itaatkâr olarak bildirdiler, eğer itaatkâr olmayıp da ikrah etseydiler, itaati red etseydiler bunları ne yapardın” diye soruyor.

“Ey Musa! Benim mer’alarımdan bir dâbbe gönderirdim, yeri ve göğü bir lokmada yutardı.” Dikkat ediniz kardeşlerim, mer’alarımdan bir mer’adan bir dâbbe gönderecek de yeri ve göğü bir lokmada yutacak.

 

NEBİLER VE VELİLER ARASINDA DERECE FARKI

 

Kardeşlerimiz,

Fazlaca zihninizi yormayalım, Ğavsiyet hususunda teberrüken Gavsul Âzam Hz.leri

ile ilgili muhtasarca bir cümle ortaya getirdik, bu bölüme son vereceğimiz için gayet kısadan anlatmaya çalışacağız, şimdi teberrüken Ahmedi Rufai Hz. lerinin verdiği malûmatı dile getirelim. Mübârek önce Enbiyaları anlatmıştır, çünkü bunlar yer yüzünün halifeleridir. Bunlar halkı Allahü Zülcelâl’e vuslat ettirmek için aracı olarak göndermiştir. Allah’ın yer yüzünde halifeleridir. Gök âleminde himmetleri vardır. Kalbleri arşî durumundadır. Bunların tıynetleri dahi cennettendir. Onun için bunlar masum kimselerdir. Bunların mertebeleri yüce ve yüksektir. Bunları böylece belirtmiş. Esasen Veliler ve Enbiya arasındaki mertebe farkı da şöyle belirtiyor: Veli ile Nebi arasındaki mertebe farkı üçyüz altmış sekizbin mertebedir. Nebiler yok olunca Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ümmeti gelince tabiki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ümmeti enbiyaların mirasçılarıdır, fakat Mübârek şöyle buyuruyor: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın mertebesinin diğer enbiyalar üzerine fark yönünden ne sayı ne dereceye girer, bu mahbubiyyet makâmıdır. Enbiya arasındaki mertebesinin sayısı yoktur. Sonsuzdur. Enbiya arasındaki fark ise bir Sıddıkin zümresi var, bir de Salihin zümresi var. Sıddıkin zümresinin Piri Hz. Sıddık (ra) dır. Bu zümreye gelince diğer evliyalar arasındaki fark bin yüz elli ikidir. Tabi bunların Sıddıkin olsun, Salihin olsun belli bir mertebeleri vardır. Her devrin kendine göre bir devlet ricali vardır. Bu böylece devam edip gitmektedir. Gayemiz olan Kutbiyet ve Ğavsiyet makâmına gelince Kutbiyetin bir bidayeti var, bir de camiiyeti var. zamanının devlet ricali Kutb-ul-Câmi’ makâmında olmayabilir. Hz. Musa’nın Hz. İsa’nın veya Hz. İbrahim’in kademi üzerinde bulunan yüksek bir zât kutbiyet makâmında olabilir. Çünkü kutbiyetsiz ğavsiyetsiz olmaz. Her zaman bir devlet idaresi mevcuddur. Dolayısıyla Kutbiyet makâmının ihtidasında tam ellibin derece mertebesi vardır, mertebe itibariyle. Fakat Kutbül Camiye vardığı zaman ki Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kademi üzerine olan zât demektir. Bunun mertebeleri seksensekiz bin onaltıdır. Bu nihayet kısmıdır, nasıl ki Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) diğer enbiyaların bütün mucizelerini cem edip topladıysa Kutbul Camide bunların bütün mertebelerini cem etmiş bir şahsiyettir. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın mirasçıları olan büyük zâtlar da bütün Evliyanın keramet ve mertebeleri diğer zâtlara göre, diğer zâtlarınki sanki yerde ise Mübârek zâtın Gavsınki göklerdedir. Bütün yapılan işlemler bu ğavsiyet makâmında olan zâtın bilgisi dahilinde olur. İnsan âlemi değil Meleküt âleminde de zâtın kontrolündedir. Hatta ki levhi mahfuzdan gelecek olan mukadderat onun kontrol ve murakebesindedir. Gelecek olan belâ ve musibetler kaderi mübrem midir? yoksa kaderi muallâk mıdır? Eğer muallâk kısmından ise dikkat ediniz kâinat bundan istifade eder. Bunlar naz ehli olduğundan bir belânın, musibetin define ve refine çalışırlar. Eğer mübrem bir kader ise, değişmesi mümkün değil ise bunu da halkın üzerine gelecek olan ağırlığı hafifletmeye çalışırlar ve evliyalar bu ağırlığı tamamen paylaşırlar. Güç nisbetine göre taksim ederler. Zamanın Gavsı, Kutbu Medar, Kutbu irşad, ebdâller, Evtâd, Nücebâ, Nukâbâ, hep bunların üzerine hafifletmek için taksimata geçilir. Hatta bazen çok ağırdır. Evliyaların takatlarının üstünde ise o zaman müminlere de güç nisbetine göre bir parça birşeyler isabet eder.

Bundan gaye millet bu beliyye altında ezilmesin. Cenâbı Hak buyuruyor ki:

فَهَزَمُوهُم بِإِذْنِ اللَّهِ وَقَتَلَ دَاوُودُ جَالُوتَ وَآتَاهُ اللَّهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَاءُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لَّفَسَدَتِ الْأَرْضُ وَلَٰكِنَّ اللَّهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَمِينَ

(Bakara/251)

Eğer yer yüzündeki mevcud varlık birinin, diğerlerinin yüzü suyu hürmetine olmasaydı, yer yüzü tamamen fesada uğrardı. Fakat bazılarının sayesinde Rabbimizin fazlı azimdir. İşte Allah bu fazlı keremi bu kullarına verince diğer insanlar da bundan faydalanacaklar, belâ ve musibeti hafif şekilde atlatacaklardır.

Hatta Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Bir salih kulun etrafındaki komşulardan kırk ev, gelecek olan belâ ve musibetlerden bu salih kulunun yüzü suyu hürmetine def olunur, bunlar esasen birer kimyadır. Bunlar olmasa, yer yüzü alt üst olur. Esas idâre bunlardandır. Yanlış anlamayalım, mânevî devlet idarecileri bunlardır. Her asrın, zamanın bir devlet idarecisi vardır.

كل زمان له دولة ورجال

Her asrın devlet ve ricali vardır. Bir asra bağlı değildir. Yirmidört saatlik ğavsiyet makâmında kalanlar vardır. İcabında elli sene dahi bu makâmda kalanlar vardır. Tabi bu allahü Zülcelâl’in kerem ve ihsanıdır, devir daim eder, değişebilir. Münavebelidir.

Hülasa kardeşlerim, bunların yeryüzünde bulunmaları bir eman durumundadır. Allhü Zülcelâl hayrat ve bereketlerinden faydalandırsın...

 

 

ŞEYH ŞAZELİ’YE GÖRE KUTBİYYET VE ĞAVSİYYET

 

Kardeşlerimiz,

Kutbiyyet makâmı azizdir. Ğavsiyet makâmı nefistir. Ebul Haşanı Şazeli Hz. leri kutbiyet iddiasında bulunanlara karşı şu delilleri ortaya koyar: Onbeş madde ortaya koyar ki, ilk olarak Allahü Zülcelâl’in kerem ve ihsanından kendisine Rahmet, İsmet, Hilâfet ve Niyabet verilir. Rahmet hem kendisine Rahmet olmakla bereber halka da merhamet nazarı ile bakmak; İsmet ise Cenâbı Allah koruyucu olacak inayetini hiç esirgemeyecek. Ayrıca da Hilâfet makâmına getiriyor, Âdem (as), Davud (as)’a Hilâfelik ünvanı verildiği gibi bu şekilde hilâfet ünvanı verilmiş olması lâzımdır. Ayrıca niyabet yani Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın da vekilliğini yapacak.

Bunları yaparken Hameletil arş imdadına yetişecek, yardımcı olacak. Kendisi o kadar keşfiyata haiz olacak ki Sıfatın ihatasına haiz olacaktır. Âlemül Emr’den Âlemül Halka gelen icraat ve işlemleri keşfiyatı ile görebilecek, ayrıca da Allahü Zülcelâl zâtı cemali bâkemaline mazhar olacak, Vahdeti şühud durumuna gelecektir. Birde Allahü Zülcelâl kendisine öyle bir güç verecek ki insanlar ve cinler arasında hüküm verebilecek, karar neyse uygulayabilecektir. Bir de bundan ötesi Esmaülhüsnâdan dört esmâya bağlıdır. Huvel evvelü vel ahiru ve zahiru vel batınu. İşte kainat evvelden ahire kadar bu dört esmanın hükmü altında yürütmektedir. Evvel ibtida nereden başlayıp nereye kadar gidecek, bunları görecek, sonunun ne olacağını bilecek, aynı zamanda bunların sırlarını, zuhuratını keşfedebilecek ve görebilecek, esasında bu dört sahabe, bu dört esmanın imamlarıdır.

Hz. Sıddık (ra):

“Evvel” sırrının, yani هوالاول  isminin imamıdır çünkü:

مارأيت شيـاً الاورأيت الله قبله

Ne gördüysem illâ evvel allah’ı gördüm. Çünkü Allah vardı, bunları var etmişti.

Hz. Ömer (ra):

“Ahir” sırrına yani

ما رأيت شيـاًالاورأيت الله بعده

sahibtir.

Ne gördüysem, ancak gördüğüm şeyden sonra Allah’ı gördüm.

Hz. Osman (ra):

ما رأيت شيـاًالاورأيت الله معه

“Zahir” sırrına sahibdir.

Her gördüğüm eserde Allah’ın bir eseri, bir sanatı vardır.

 

 

İmamı Ali (ra):

“Batın” sıfatına sahibtir.

ما رأيت شيـاًالاورأيت الله فيه

“Her ne gördüm ise onda mutlaka Allahü Zülcelâl’in sırrını gördüm.” buyuruyor.

Ebul Haşanı Şazeli’nin bunları ortaya getirişi, bu isimlerin altında muhteviyattır. Faslını, kesmesini, birleştirmesini devamını, kesilmesini bunları bahsediyor. Evliya esasen İsmü’l Zahir ve İsmü’l Batın arasında yürümektedir.

Terakkiyatları bunların sırları ile alâkalıdır, ama çok üstün kademeli olan Rasullerin' niyabetliğini yapan bu zevatlar İsmül Evvel, İsmül Ahir’den bir nebzecik haberleri vardır. İşte bizim gibi acizin yapabileceği Ebul Haşanı Şazeli’nin anlattığı bu vasıfları ortaya koymaktır. Rabbimiz bizi böyle zâtların hayrı bereketlerinden faydalandırsın. Âmin.

 

Kardeşlerim,

Abdulvahhabi Şaranî döneminde yaşayan, Ebul Fadıl Ahmedi Hz.lerinin şu sözlerine dikkat edelim. Allahü Zülcelâl’in de fazlu kereminden üç mertebe vardır ki bunları tahsis eylediği ricalleri yiğitleri vardır. Bunlara tahsisli ve uygundur. Ne yazık ki bu gün tasavvufa kendini nasbetmiş kişiler, bunlara sahib çıkıyorlar, uğraşıyorlar, kendilerini buna lâyık görüyorlar. Bunlar ise hakları olmadığı halde iddiada bulunuyorlar. Bu üç mertebe şudur;

1- Telkinüz zikir: Zikri telkin etmek. Tarikat vermek.

2- Hırka giydirmek

3- Sarık sarıp ucunu uzunca bırakıp arkaya salmak. Azbe denilen şey.

Bu üç mertebenin ince sırları vardır, bu üçünün de hakikî ehilleri vardır. Maalesef günümüzde bu, ehli olmayanların elindedir. Ve haksız olarak böyledir.

Şimdi bunların izah ve hikmetine gelince: Birincisi: Lailahe illallah zikir telkinini edecek olan zâta Allahü Zülcelâl öyle bir güç ve kuvvet vermiştir ki, bunun yanında onlara çok imkân vermiştir, aynı zamanda bunların hali de kemâlül hal durumundadır. Böyle bir kimse böyle bir şahsiyet olmalıdır ki bu zikir telkini yapabilsin. Bunu müridine telkin ederken öyle bir kuvvet hali olmalıdır ki “Lâilâhe İllallah” ilmini kendisine aktarma edebilmeli, Adem As’dan Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a gelinceye kadar, tüm ilimler Kelimeyi Tevhidin dahilindedir, bundan doğuyor, bu minvâl üzere telkin ederse, bir daha hayat müddetince, ilim yönünden ilim aramaya asla bir daha ihtiyaç duymaz.

Nitekim Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) İmamı Ali (ra) ile diz dize gelip kendisine üç defa “Lâilâhe İllallah” diye buyurduğu zaman kendisi İmamı Ali’den (ra) dinlediği zaman İmamı Ali (ra) öyle bir hale geldi ki, Fenâ fi’l efâl, Fanâ fi’s sıfat, Fenâ fi’z zât, tamamen bu üç kademeyi aşmış ve öyle bir ilime sahib olmuştur ki, İmamı Ali (ra) coşkun bir devresinde dedi ki: “Size öyle ilimler söyleyebilirim ki Cebrail ve Mikail’in bile bilmediği ilimlerden.” Abdullah İbni Abbas İmamı Aliye: “Amca oğlu Cebrail ve Mikail’in bilmediği bir ilim nasıl olur,” “kardeşim Cenâbı Rasulullah’ı Cebrail As. ile miraca giderken Cebrail As. bir yere vardı da “Kıf ya Muhammed” dedi, -yani burada dur.- ben buradan öteye bir adım dahi atamam, atarsam yanarım, dedi. Peki buradan ötesinde ne gibi haller oldu. Cenâbı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile Allahü Zülcelâl arasında ne gibi ilimler geçmiştir. İşte ben bu ilimlerden bahsediyorum. Bahsedeceğim, işte bu Kelimeyi Tevhid’in sırrıdır.

 

Kardeşlerimiz, mürşid-i kâmil dediğimiz, Kelimeyi Tevhid’i telkin ederken mürid üzerinde hiç bir şey bırakmamasıdır. Tamamen Ledünni ilim sahibi olmalıdır ki Kelimeyi Tevhidin sırlarından ilimlerinden haberdar olsun. Zira “Lâilâhe” dediği anda yani nefi kelimesinin hükmü altında tamâmen üzerinde mâsivâdan hiçbir şey bırakmamak şartıyla “İllallah” ancak Allahü Zülcelâl’in sırrı envari İlâhi ve ilmi olursa, işte o zaman zaten esmaların tamamen sır ve nurları vardır. Bunları mürşidi kâmil verdiğinde beraberinde nur ve sırrı ile verir ki şeytanı tard edebilsin. Hem de terakkiyat yapabilsin. Eğer sırrı ve nuru vermediyse kuru bir kelimedir. Bunlar şeytanı tard edemediği gibi terakkiyat da yaranda olmaz. Belki çarpar da zarar görür. Bazılarını çok zikirleri sebebi ile çarpıldıklarını gördük. Allahü Zülcelâl bizleri muhafaza buyursun. İşte o İmamı Ali (ra) ki “Tevrat’tan, İncil’den, Zebur’dan sizlere tamamen bahsedebilirim. Eğer Besmele üzerine konuşup yazacak olursam, yetmiş deve yükünü doldururum.” Bunların hepsi, Rasulullah’ın (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) telkininin eseridir. Herkes aynı seviyede olmaz da, bu telkin hususunda hiç olmazsa bir nebzecik eseri olmalıdır.

İkincisine gelince: Allahü Zülcelâl Şeyh’e öyle bir güç kuvvet vermelidir ki, tasarruf sahibi olmalı, müridine hırkayı giydirirken evlâdım bu üzerindekileri cübbeyi hırkayı her ne ise tamamen çıkar, bu elbiseyi üzerinden çıkartırken tamamen kötü ahlâkları, zemimeleri de çıkartır. İşte bu güce sahib olmak, zaten önce Kelimeyi Tevhid’i telkin etmiş, sonra bütün kötülüklerin hırkasını da çıkarmış, kendisi müride cübbe giydirince, bütün kötü ahlâklarını da çıkartıp, ahlâkı hamide hırkasını giydirmiş oldu. İşte bu minvâl üzere hırka giydirilir ve bu minvâl üzere hırka çıkartılır. Ahlakı zemimesi Ahlakı Hamide ile değiştiriliyor. Artık bu mürid ölünceye kadar ahlâkı zemime tedavisi olmadan Ahlâkı Hamide üzerine devam eder gider. İşte bu minval üzere hırka giydirilir, bu minval üzere hırka çıkartılır. Bu zatlar havadan cıvadan konuşmazlar, gerçekleri konuşurlar. Çünkü öyle cereyan etmiş öteden beri. Hırka giymek bir görüntüden ibaret değil. Hırka giydirilecek güç tasarruf sahibi ola ki, nasıl ki nefiden ısbata atlatıveriyor, bu minval üzere Ahlakı zemimeyi Ahlakı hamideye değiştiriyor. Ve bundan sonra mürit ölünceye kadar bu ahlakı zemimeye karşı tedavi yöntemini kullanma ihtiyacı duymaz. Ebul Haşanı Şazeli de şöyle buyuruyor: Bir gece Kadir Gecesi idi. Cenâbı Rasulullah’ı (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) rüyamda gördüm, bana şöyle buyurdu:

ياعلى طهر ثيا بك من الدنسى تحظا بمددالله فى كل نفس

 “Ya Ali, elbiseni temiz kıl, elbiseni temiz edersen Allahü Zülcelâl’in envarından, her soluk alıp vermede Rabbimizin sana fazlu keremi kat- kat artar. Her soluk alıp vermede Rabbimizin mededi ilahisi yetişir.” “Ya Rasulullah elbisemi temizlemek ne demektir” diye sordum. “Ya Ali bil ki Rabbim senin üzerine beş hil’at verdi. Bunlar Hil’atil İslâm, Hil’atil İman, Hil’atil Tevhid, Hil’atil Muhabbed, Hil’atil Marifet. Allahü Zülcelâl sana bu beş hırkayı giydirmiş, elbiseni temiz tut demekten maksat ahlâkı zemimeleri tamamen yok et demektir. Ebul Haşanı Şazeli o zaman fehmettim ki, şu Ayeti Celile’yi daha iyi anladım:

يَا أَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ ﴿١﴾ قُمْ فَأَنذِرْ ﴿٢﴾ وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ ﴿٣﴾ وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ

(Müddesir/1-2-3-4)

Ne zaman ki bu elbiseler temiz tutulursa işte o zaman her lâhzada mededi İlâhiye yetişecek, aynı zamanda mezmum olan şeyleri üzerimizden çıkarmış, takva libâsı giydirilmiş olacaktır. Hem İslam hem İman hem Tevhid, hem muhabbet hem de Marifet libası giydirilmiş. İşte bunu giydirecek olanlar hakiki mürşiddir. Böyle olan bir mürşid mezmum olan hırkaları çıkartır, takva libasını giydirme gücü olmaz mı? Rabbimiz bu hil’ate müstehak olan bir müridi, ona o hil’ati giydirecek olan mürşide o güç ve kudreti vermez mi? İşte bunları söyleyen, hırka giyme işini anlatan Ebul Fadıl Ahmedi Mübârek bunları boşa söylemiyor. Hatta şöyle söylüyor: “Bu minval üzere giydirmezse Ariflerin yoluna istihzadır, o yola tecavüz etmiştir. Bununki sadece taklitçiliktir. Esas olan yukarıda anlattığımız gibi Ariflerin yaptığı gibi yapmaktır. Yoksa günümüzdeki gibi onların yaptığını taklit etmekle mümkün değildir. Ariflerle alay etmiş olurlar.

Üçüncü meseleye gelince; bunlar hepsi şartlı. Mübârek, benim şartıma göre diyor, böyle tabir ediyor. Bir mürşid bir müride sarık sararken sarığı sararda arkasında bir azbe bırakır. Bunun gayesi nedir? Bunun gayesi hep söylüyoruz mürşid yetişmiş kâmil olması lazım ki müridini muradına eletebilsin. Müridine zikri telkin etmiş, hırka giydirmiş hem de sarık sarmış. Sarık sarınca o zaman kemâliyet elde etmiş irşad edecek duruma gelmiştir. Sarığı sardığı zaman kendisine gelecek olan mevhibeyi ilahiden ikram ve ihsanları sarığın arkasında bırakmış olduğu ve âdetâ bir oluk hükmünde olan azbeden hayrü berekat akacak demektir. Ama muridanlara ama muhibbilerine verebilmek içindir ve sırrı da budur. Nitekim Marufu Kerhi Hz.leri Sırrı Sekati Hz.lerine bu sarığı sararken bu minvâl üzere sarmıştır. Bir gün Sırrı Sekati evin tavanını yaparken hatılın (Kirişin) bir tanesi kısa gelir, Mübâreğin arkaya bıraktığı sarığın ucu bu hatıla değince hatıl hemen uzar, böylece işi halleder. İşte bu bereket maddî ve manevî yönden vardır ve yürümektedir. Cenâbı Hak şöyle buyurur:

وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ

(Duha/11)

Nimetin tahdisi babından izhar etmek gerekiyor.

 

 

Kardeşlerimiz,

Hz. Alaaddin’i Attar’ın sözünü hatırlıyoruz, hakikî mürşidin güç ve kuvvetinin nasıl olması gerektiğini hatırlıyoruz, fakat Mübârek bugün mevcûd olan sufiye yoktur diye bunu inkâr edecek olurlarsa bilsinlerki selefi salihine suizan etmiş olurlar, hem de kerametlerini inkâr etmiş olurlar. O zaman “Velâhavle Velâ Kuvvete illâ billehil Aliyyil azim” diyerek bu şekilde bağlıyor, Alaaddini attar’ın sözünü tekrar hatırlayalım: “Allahü Zülcelâl’in inayeti ile Hz. Şah’ın vermiş olduğu güç ve kuvveti mevcûd halka muvacehe kılsam, hepsini vuslat ehli kılarız.” demek ki bu kadar güç Mübârek’te mevcûddur. Allahü Zülcelâl’e şükürler olsun. Muhammed Vefanın Şeyhi şöyle buyuruyor; bir ârif maşrikta olsa hakikatlardan konuşurken hayır ve bereketlerinden mensubu ve muhibbin olan kimseler Mağribde olsalar dahi nasiblerini alabileceklerdir. Rabbimiz cümlemizi Hakkı Hak bilip Hakka tabi olan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinab eden kullarından eylesin. Âmin.


 

HACI ALAADDİN HEKİM’İN DİLİNDEN ŞEYH ALAADDİN (KS)

 

6.MENKIBE

  Hacı Cuma Özhelvacı, Hacı Alaaddin Hekim’e anlatıyor:

  -Şeyh Alaaddin (ks) hayatta iken, HZ. dükkana attariye eşyası almak için İstanbul’a gitmiştim. Gereken eşyayı aldıktan sonra Siirt’e gelmek üzere idim. Cebimde de o zamanın parası ile 17 bin lira vardı, yemek yemek için, bir lokantaya girip masaya oturdum. Ancak lokantaya girerken, iki kişinin beni takip ettiğini anladım. O iki kişi de lokantaya girip, benim oturduğum masaya oturdular. Bu durum karşısında kendi kendime: “Param gitti” dedim. Çünkü o iki kişinin beni soyacaklarını anladım. O anda, kurtulma çarelerini düşünmeye başlarken, kendi kendime Şeyh Alaaddin’den (ks) başka bir çare bulamadım ve hemen aklıma o geldi. Kalbimle onu çağırdım. Benim kalben çağırmamla beraber, onu lokantanın kapısında beni çağırdığını gördüm. Yanına gitmek için masadan kalkarken, o iki kişi bana mani olmak istedilerse de, kendilerine: “Beni dışarıdan çağırıyorlar, tekrara dönerim” dedim.

Dışarıya çıktğımda hiç kimseyi bulamadım. Lokantadan uzaklaşıp, Siirt’li arkadaşlara Şeyh’i sordum. Onlar ise; Şeyh Alaaddin’in (ks) İstanbul’a gelmediğini söylediler.

Ben bu suretle o iki soyguncunun elinden kurtuldum. Siirt’e dönünce hemen Şeyh Alaaddin Hazretlerinin yanına gittim. Meseleyi ona anlattım. O ise, kendi kerâmetini gizlemek istedi. Sadece herşeyin Allahü Zülcelâl’den olduğunu söyledi.

 

7. MENKIBE

Hacı Musa (Hani) Hacı Alaaddin Hekim’e anlatıyor:

-Bir zamanlar ben ve birkeç kişi kervan ile Şeyh Alaaddin (ks) ile birlikte hacca gitmiştik. Medine-i Münevvere’ye vardığımız zaman, hepimiz Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ziyaretine gittik. Ancak Şeyh Hazretleri şehrin dışında kalıp, bir türlü giremedi. Biz kendisine: “Niye girmiyorsunuz?” diye sorduğumuz zaman o bize; “Siz bana karışmayın” diye cevab verdi.

Nihayet bu durum böyle 8 gün devam ettikten sonra Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın ziyaretine gidebildi. Şeyh ziyaretini tamamladıktan sonra bize şöyle söyledi: “Ben bu Mübârek yerde Cenâb- ı Rabbimden şöyle rica ettim: “Ya Rabbi! Ramazan ayı dolayısıyla her gün cehennem ehlinden 70 bin kişiyi bağışla ve cennetine ihsan eyle. Bayram gecesi ise bağışladığn ve affettiğin sayısı kadar daha af eyle” diye rica ettim.

Cenâb-ı Rabbülalemin, benim bu duamı kabul etti. Ancak bağışlanan bu kişiler sadece hayatta olanlar değil, kimisi hayatta, kimisi ölmüş ve kimisi ise daha dünyaya gelmemiştir. Aslında ben Rabbimden her gün 100 bin kişinin affını isteyecektim. Fakat Ramazan’ın her gününün affı 60 bin kişi olduğu için 100 bin kişi diyemedim. Yüce Rabbime karşı hicab duyarak 70 bin kişi ile yetindim.

Hacı Alaaddin Hekim diyor ki:

Ben bu meseleyi Şeyhin bizzat kendi dilinden işittim o bunu hazır olan cemaate anlatırdı. Hatta bir seferinde de Şeyhin gözleri ağrıyordu. Şeyhi hastaneye yatırmış, gözlerini ameliyat ettirmişlerdi. Ben ve birkaç kişi onun ziyaretine gitmiştik. Hastanede, bizim ziyaretimiz esnasında Mübârek Şeyh kalkıp yatağın üzerine oturdular ve tekrara bu meseleyi bize anlattıktan sonra: “Benim bu gözlerimi ameliyat eden doktor da bu bağışlanan kişiler arasındadır” dedi.

O zaman aramızda Hacı Fuad Çalpkulu da vardı, hacı Fuad defterini çıkarıp bunları hesaplamaya başladı. Şeyh Hazretleri, Hacı Fuad’a:

-Bunların hesaplanması için defter gerekmiyor ki, 30 gün X 70 bin kişi, iki milyon yüz bin kişi eder. Bunun bir katı daha dört milyon iki yüz bin kişi eder, diyerek Hacı Fuat’a şaka ettiler.

 

8.MENKIBE

Hacı Alaaddin Hekim diyor ki, Hacı Abdı Siloki bana şöyle anlatmıştır:

Benim Bakiro Köyü’nde davalı arazilerim vardı, bu arazilerin davasını halletmek için rahmetli Şeyh alaaddin Hazretlerine danışmak için gelmiştim.

Divanda oturuyorduk. Orda Sinep’li Hacı Abdülkerim Sancak da vardı, ben bu araziden bahsedince Şeyh Alaaddin (ks) bana: “Yarın Erbinö Köyü’ne git. Şeyh Zeynelabidin’e söyle, yarın buraya gelsin, beraber Kurtalan’a gidip arazi davalarını halledeceğiz” dedi. Hatta bu sözü bana defalarca tekrar etti, ben müsaade isteyerek kalktım. Şeyh Hazretleri benimle beraber kapıya kadar geldi. Kapıda tekrar bana: “Unutma ha” diye tembih etti. Ancak kapıdan dışarı çıkarken, Şeyh Hazretleri biraz düşündükten sonra beni tekrara geriye çağırdı ve: “Hacı Abdo! Yarın Erbine’ye gitme, çünkü; Şeyh Zeynelabidin bu gece meleklerle meşguldür. Bakalım yarına kadar Allah’ın hikmeti nasıl olacak” dedi.

Şeyh Hazretleri’nin bu sözleri beni çok üzdü. Ertesi gün Zeynelabidin'in vefat ettiğini duyduk.

Hacı Alaaddin Hekim diyor ki:

Ertesi gün Şeyh Zeynelabidin’in vefatı üzerine Şeyh Alaaddin (ks) ile beraber Erbine Köyü’ne gittik. Şeyh Zeynelabidin’i defnettikten sonra, Şeyh Alaaddin (ks) kabri başına geçti. Eve dönünce bir kendilerine: “Kabrinin başında neden bu kadar az durdunuz? diye sorduğumuzda onun bize verdiği cevab şu oldu: "Çünkü babam yani Şeyh El-Hazin (ks) ve Şeyh Zeynelabidin’in babası olan Şeyh Fahreddin orada hazır olunca ben çekilip onlara teslim ettim” dedi.

 

12. MENKIBE

Fiskinli Hacı Seyit Abdulalim, Hacı Alaaddin Hekim’e şöyle anlatıyor:

-Bizim Hasan adlı bir yeğenimiz vardı, anası bizim yeğenimiz, babası ise Mişarö köyündendir. Bu yeğenimiz 1950 tarihinde Kore Savaşına gönderilmişti. Orada epey zaman kalmış. Ama bize hiçbir haber göndermemişti. Biz çok merak içindeydik. Nihayet savaş bittikten sonra onunla aynı kıtada bulunan yine Hasan isminde başka bir Fiskinli daha vardı, o terhis olup köye geldi. Bir haber almak için terhis olan Hasan’ın yanma gidip yeğenimizin durumunu sorduk. O ise bize şöyle söyledi:

-Onunla beraber savaşıyorduk. Onun şehid olduğunu görmedim ama aniden gözümden kayboldu. Artık onu bir daha görmedim ve ondan hiç bir haberim yoktur, dedi.

Biz bu durum karşısında çok az umutla yeğenimizi bekliyorduk. Nihayet bir gün onun geldiğini duydum. Siirt’te Atatürk heykelinin karşısında onunla karşılaştım. Hemen sarılarak hasretimizi giderdikten sonra neden geç geldiğini sorunca yeğenim Haşan başından geçenleri şöyle anlattı:

-Dayıcığım! Biz Kore’de savaşın tam şiddetinde idik. Arazi ormalık idi. Düşman etrafımızı sarıp bizi ablukaya almıştı. Sonra da bizim kuvvetimizi ikiye böldüler. Bir de baktım benim her tarafım düşman. Artık hiç bir kurtulma çarem kalmadı. Son bir şans olarak yanımda bulunan içi boş ve oyuk bir ağacın içine girdim. O ağacın içinde iki gün iki gece kaldıktan sonra biri dışardan; “tak, tak” diye elini ağaca vurmakla berebar Siirt’in Arapçasıyla:

-Hasan, Hasan! Dışarı çık, arkadaşlarına gidelim dedi. Ben bu sesi duyunca dışarıya fırladım. Dışarıda nur yüzlü, güzel sakallı bir zâtı gördüm. Bu zât oraya bir taksi getirmiş ve bana:

-Taksiye bin gidelim dedi. Beraber taksiye bindik. Yolumuza devam ettik. Bu zâtın Siirt’li olduğunu konuşmasından anladım, ancak kim olduğunu varacağım yerde anlayacaktım. Nihayet Türk birliklerinin bulunduğu yere varınca o zât bana:

-Bak Hasan bunlar Türk askerleridir. Senin arkadaşlarındır. Burada in, dedi. Hemen taksiyi durdurdu. Ben taksiden indim. Yanına gidip kim olduğunu soramadan o zât taksiyle birlikte kayboldu, dedi.

Ben yeğenimle konuşurken baktım ki karşıdan Şeyh Alaaddin (ks) geliyordu. Yeğenim Hasan, Şeyh alaaddin Hazretlerini görünce şaşkınlıkla:

-Vallahi beni oradan kurtaran ve sana anlattığım gibi, beni taksisine bindiren bu zât idi. Hemen yanına koştu. Yeğenim Hasan güya ona olup bitenleri anlatacakmış; fakat Şeyh Hazretleri bu kerametini örtmek isteyerek, parmağını ağzının önüne koyarak “sus! Konuşma” diye işaret etti, ondan sonra kendi yoluna devam etti.

 

17. MENKIBE

Hacı alaaddin Hekim diyor ki:

Şeyh Alaaddin (ks) hayatta iken: Mehmet Şerif Ayyıldız ile fırıncı Hacı Şefik un almak için il il dolaşmış tek bir torba un alamadan geri dönmüşlerdir. Kurtalan'da Şeyh Alaaddin (ks) ile görüşürler. Durumu ona anlatırlar. Mübârek Şeyh, onlara Kırıkkale’ye gitmelerini söyler. Ziyaretten sonra ayrılırlar. Yalnız Hacı Şefik’in içine bir korku düşer. Mehmet Şerife şöyle söyler:

-Yahu bir tüfek değil, un alacağız. Şimdiye dek Kırıkkale’de un olduğunu duymamışızdır.

Bunun üzerine her ikisi birlikte tekrar Şeyhin yanına giderler ve durumu O’na anlatırlar. Mübârek Şeyh onlara:

-Biraz önce de size söyledim. Hemen şu trene atlayıp Kırıkkale’ye gidin, oradan bolca un bulacaksınız, der.

Mehmet Şerif ile Hacı Şefik hemen o terene binip Kırıkkale'ye giderler. Kırıkkale’ye sabahın erken saatlerinde varırlar. Çarşıda bir tek fırını açık olarak bulurlar. İçeriye girip selâm verdikten sonra, un almak için Siirt’ten geldiklerini söylerler. Burada un alabilecek bir yer olup almadığını sorarlar. Fırın sahibi kendilerine şu cevabı verir:

-Bu fırın sahibinin un fabrikası vardır. Buradan istediğiniz fiat ve kalitede un alabilirsiniz. Biraz sonra fabrika sahibi burayı denetlemeye gelecek, onunla görüşürsünüz, der. Bir iki saat sonra fabrika sahibi oraya gelir, onları arabasıyla fabrikaya götürür. Alışverişte anlaşarak iki vagon un alırlar. Bu alış-verişten epey kazanç sağlarlar. Ondan sonra da bir kaç sefer Kırıkkale’ye gidip un alırlar.

 

23. MENKIBE

Hacı Alaaddin Hekim diyor ki:

Şeyh Bedreddin’in de hazır bulunduğu bir günde rahmetli Alaaddin (ks). Diyarbakır’a gidip orada ev yapacağını söyledi. Bunun üzerine ben kendisine şöyle dedim:

-Ya Şeyhim! Siz Diyarbakır’a gidip bizi burda tek başımıza bırakacaksınız. Siz olmazsanız biz burada sefil kalırız. Rahmetli Şeyh Hazretleri bana şu cevabı verdi:

-Ben Allah’ın emri olmaksızın tek bir taşı bile, bir yerden bir yere koymam.

 

27. MENKIBE

Yine Hacı Sıtkı, Hacı Alaaddin Hekim’e anlatıyor:

Bir gün ben ve hanımım bir rüya görmüştük. Bu rüyamızı anlatmak üzere Şeyh alaaddin’in evine gittim. Onun huzurunda otururken rüyamzı ona anlatmaya niyet etmek üzere iken Şeyh Hazretleri bana şöyle dedi;

-Bir karı-koca aynı gece aynı rüyayı görüp de, bunların Şeyhi onların rüyalarını bilmez ise, o Şeyh kendi elini kimseye vermesin dedi. Ben o anda rüyamızı anlatmaktan vazgeçtim. Çünkü ben henüz anlatmadan o, cevabımı verince anlatmama gerek kalmadı.

 

29. MENKIBE

Şeyh Alaaddin Hazretleri Hacı Alaaddin Hekim’e şöyle anlatmıştır: “Tavilan’a gidişim ilk günleri idi. Bir gün süluka girmiştik. Baktım ki, iri kafalı bir yılan gelip boynumun etrafından dolanmak suretiyle kafasını yüzüme karşı kaldırdı. Yılan hıncından acayib sesler çıkarıyordu. O esnada Şeyhimiz olan Pir gelerek, o yılanı boynumdan çekti ve dizlerimin altına koydu. Ve dizimi üzerine iyice bastırdı. Yılan tekrar dizimin altından çıktı. Şeyhim ikinci sefer gelip yılanı aldı ve dizimin altına koydu. Yılan üçüncü sefer aynı şekilde dizimin altından çıkıp boynuma sarılınca bu sefer Şeyhim yılanı alıp götürdü.

Hacı Alaaddin Hekim diyor ki, Şeyh Alaaddin böyle anlatınca biz

ona:

-O yılan nefis mi idi? diye sorduğumuzda Şeyh Alaaddin Hazretleri

(ks):

-Hayır! Şeytan idi, dedi.

 

38. MENKIBE

Tom Köyünden Hacı idris Nergiz, Hacı Alaaddin Hekim’e anlatıyor:

“Birgün Bitlis’in bir köyünde ben ve Bitlis'li iki arkadaşım bir yerde toplanmıştık. Kendi aramızda sohbet ediyorduk. Her üçümüz de Şeyh El-Hazin’in müridi idik. Arkadaşlardan bir tanesi bize şu soruyu sordu: “Şeyh El-Hazin Seyit midir?”

Ben ve Arkadaşım beraber cevab verdik. Ben Seyyit’tir dedim. Arkadaşım Seyyit olmadığını söyledi. Diğer köylü olan arkadaşımız bize şunu söyledi: “Madem ki kesin olarak bilmiyorsunuz, bir şey söylemeyiniz susunuz, daha iyidir.” Böylece konu kapandı. Fakat ben bunun hakikatini öğrenmek için içmden Şeyh Alaaddin Hz. ne haber verdim. Ve bu niyetle o akşam yatağıma uzandım. O gece şu rüyayı gördüm. Merhum Şeyh Alaaddin (ks)’in ziyaretine gitmiştim. Şeyh Hazretleri odanın bir köşesine oturmuş yanında da nur yüzlü iki muhterem zât oturuyordu. Ben onu ziyaret etmek için yaklaşıp elini öpmek istedim. O esnada Şeyh Hazretleri Mübârek elini bana vermedi. Bana:

-İlk önce git şu iki amcanın elini öp dedi. Ben gidip o iki zâtın elini öptükten sonra Şeyh Hazretlerinin yanında oturarak Şeyh Hazretlerinden bu iki zâtın kim olduğunu sordum. Şeyh Alaaddin (ks) bana şu cevabı verdi:

-Bunların biri amcam Seyit Ahmet El Ruffai diğeri ise, amcam Seyit El Badevi’dir. Şeyh Hazretleri: “Bunlar amcalarımdır” dediğine göre Şeyh El-Hazin’gillerin Seyit olduğunu öğrenmiş oldum.

 

39. MENKIBE

Fırıncı Hacı Mahmut, Hacı Alaaddin Hekim’e anlatıyor:

“Şeyh Alaaddin (ks) zamanında Kurtalan’da fırıncılık yapıyordum. Orada fırınımız çok güzel çalışıyordu. Bir gün Şeyh Alaaddin Hazretlerini çok özlemiştim. Onu gömek için Siirt’e geldim. Akşam üstü de tekrar Kurtalan’a dönecektim. Öğleyin Şeyhin ziyaretine geldim. Hal hatır sordum. Kendisi da hal hatır sordular. Özlemimi birazcık gidermiş oldum. Akşam üstü gitmek için Şeyh Hazretlerinden müsaade istedim. Şeyh Hazretleri: “Daha erkendir” dediler. Böylece akşam oldu. Akşam yemeğimizi de yedikten sonra tekrara müsaade istedim. Yine bana: “Biraz sonra git” dediler. Ben kendi kendime:

“Biraz sonra araba kalkmaz ki, hem bu akşam Kurtalan’a dönmezsem bütün işlerimiz kalır” dedim. Çünkü Kurtalan’da askeriyeye de biz ekmak veriyorduk. Ben gitmezsem askeriyeye ne diyecektik? diye düşünüyordum. Biraz sonra çayımız da geldi. Çayımızı da içtik, ama içerken sanki altımda ateş yanıyor. Böylece yatsı vakti de geldi, yatsı namazını da kıldıktan sonra yeniden meyve getirdiler, ama ben nerede ise meyvayı yemeyecektim. Çünkü benim hesabıma göre o akşam Siirt’te kalmıştım. Yatsı namazından sonra da belki bir saatten fazla geçtikten sonra baktım ki Şeyh (ks) “Mahmut! Kalk git” dedi. Ben hemen kalkıp çarşıya inip Kurtalan durağına geldim. Ama üzgündüm. Çünkü oralarda değil araba, insan bile yoktu. Çünkü kış mevsimi idi. Yerde kar da olduğu için herkes erkenden evine gitmişti. Ben durakta biraz bekledim. Yüzüm tutmadı, yoksa Şeyhin evine tekrar dönecektim. Bu düşüncede iken baktım ki, bir jeep yanıma geldi. İçerden bana: “Hacı Mahmut bin de Kurtalan’a gidelim” denildi. Arabaya bindim. Süleyman Çavuş’lardan Sabri arabayı kullanıyordu. Meğer ki Sabri bir dairede çalışıyormuş. O gece de Sabri’nin çalıştığı daire müdürünün oğlu bir yerden trenle Kurtalan’a gelmişti. Sabri de kendi müdürünün emri üzerine onun oğlunu almaya gidiyordu. Bu vesile ile beni görünce yanımda durup beni almıştı. Ben o anda kendi kendime şöyle dedim. “Ey Şeyhim, Allah senden razı olsun, senin bu arabadan haberin vardı, benim ise haberim yokru. Direkmen bana araba bulacağını söyleseydin, ben bu kadar merak etmeyecektim. Eğer o arabadan haberin olmasaydı, o araba yanıma nerden gelecekti” dedim.

 

40. MENKIBE

Melle Cevat’ın Kayınbabası olan Holanili Hacı bilal, Hacı Alaaddin Hekim’e şöyle anlatmıştır:

Birgün Merhum Şeyh Alaaddin (ks)’le beraber Hazreti Pir (Şeyh Muhammed Ali hüsameddin) (ks)‘in yanına, Erbil’e gitmiştik. Halifelerin amel yaptıkları odada idik. Ben de dışarıda duvarın dibinde oturuyordum. Baktım ki, uzaktan Hazreti Pir (ks) göründü. Biraz yaklaşınca Halifelerin başı sayılan Seyit Taha onu karşılamaya gitti. İkisi beraber gelirken Hazreti Pir (ks) Seyit Taha’ya: “Halifelerin durumu nasıldır?” diye sorunca, Seyit Taha şu cevabı verdi:

“Şeyhim! Hepside iyidir. Ancak Şeyh Alaaddin-i Çizeri bunların hepsinden daha iyidir” diye cevab verdi. Bunun üzerine Hazreti Pir (ks): “Ben de bunu biliyorum” dedi. Ben ve Şeyh Alaaddin (ks) orada dört aya yakın kaldıktan sonra memlekete dönmek için Hazreti Pir (ks)’den izin istedik. O da (ks) bize izin verdi. O arada Şeyh Alaaddin (ks) Hazreti Pir (ks) ‘e şöyle dedi:

-Bilal sizin duanızı rica ediyor, Hz. Pir (ks):

-Bilal-i Habeşi’yi Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) çok severdi. Bu Bilal da onun ismini taşıyor. Bu nedenle biz Bilal’i çok seviyoruz. Ben ise onu hem dünyada ve hem de öbür dünyada kareleş olarak kabul ettim dedi. Biz Hz. pir’i (ks) böyle dinlerken ben de Hazreti Pir’in (ks) simasını görmek istedim. Başımı kaldırıp yüzüne bakınca ne göreyim. Şakaklardan semaya kadar bir nur çubuğu yükseliyordu. O nuru görünce gözlerim o nuru görmeye tahammül edemedi. Artık ona bir daha bakamadım.

 

41. MENKIBE

Hacı alaaddin Hekim anlatıyor:

Hacı Abdi Aslan Hacca gitmişti. Hacc mevsiminin bitiminde beraber gittiği arkadaşlarımın hepsi döndüğü halde, kendisi dönmedi. Bayağı telaşlandık. Bunun üzerine annem ve teyzem Hazreti Şeyh Alaaddin (ks)’in yanına giderek durumu arzettiler. Hz. Şeyh Alaaddin(ks) onlara cevaben:

-Hiç telaşlanmayın, bugün Mekke’deki hastaneden taburcu oldu. Yarın da Cidde’ye geçecek, oradan da vapurla İstanbul’a gelecek. İstanbul’da dükkânı için sipariş verecek ve Siirt’e gelecek. Yarın da size ondan telgraf gelecek dedi. Aynen buyurduğu gibi oldu.

 

NOT: Menkıbeler Hacı Alaaddin Hekimin “VELİLER İNSANLARIN YARDIMLARINA KOŞARLAR” İSİMLİ KİTABINDAN ALINMIŞTIR.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Burada Efendimiz

اَلصُّبْحُ بَدَى مِنْ طَلْعَتِهِ { وَالَّيْلُ دَجَى مِنْ وَفْرَتِهِ

فَاقَ الرُّسُلاَ فَضْلاً وَعُلاَ{  اَهْدَى السُّبُلاَ لِدَلاَلَتِهِ

كَنزُ الْكَرَمِ مَوْلاَ النِّعَمِ { هَادِى اْلاُمَمِ لِشَرِيعَتَهِ

ازْكَى النَّسَبِ اَعْلَى الْحَسَبِ { كُلُّ الْعَرَبِ فِى خَدْمَتِهِ

سَعْتَ الشَّجَرُ نَطَقَ الْحَجَرُ { شَقَّ الْقَمَرُ بِاِشَارَتِهِ

جِبْرِيلُ اَتَى لَيْلَةُ اَسْرَى {وَالرَّبُّ دَعَى لِحَضْرَتِهِ

نَالَ الشَّرَفَاوَاللهُ عَفَى {عَمَّاسَلَفَا مِنْ اُمَّتِهِ

فَمُحَمَّدُنَا هُوَ سَيِّدُنَا {فَالْعِزُّلَنَا لاَ جَابَتِهِ

Sonuna kadar okuyor ve sonunda da şu duayı yapıyor.

جزى الله عنا سيدنا محمدا صلى الله تعالى عليه و سلم ما هو اهله

اللهم كا فى مشا يخنا عنا احسن ما كفيت شيخاً عن مريديه

 

[2] Hanikah: Tekke, dergah. Bir şeyhin idaresinde dervişlerin oturduğu, zikir ve ibadet ettikleri yer.

[3] Tefvizi umur: İşleri birine bırakma

[4] Enaniyet: Benlik, gurur, kendini beğenme, bencillik.

[5] Ahlâk-ı zemime: Ayıplanacak, kötü ahlâk.

[6] Tahdis: Söyleme. Peygamber sözünü tekrar etme, görülen iyiliği herkese söylemek.

[7] Burası ilk 3. kasetten yazılmıştır.

[8] Şayet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahman’ı inkar edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşden yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerinden yaslanacakları koltukları da (hep gümüşden yapardık) Ve onları zinetlere boğardık. Bütün bunları sadece dünya hayatının geçimliliğidir. Ahiret ise, Rabbinin katında, Allah’ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.”

[9] Her kim çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız.

[10] Kim ki ahret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahrete bir nâsibi olamaz.

 
 
  Bugün 6 ziyaretçi (6 klik) kişi burdaydı!
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol